Üstad’ın Efendi Hazretlerine Hasreti

Efendim! Benim Efendim! Benim, güzellerin güzeli Efendim!

Vaktiyle: «keşke bu kadar zeki olmasaydın!» buyurduğun adamın beynini, zerre zerre kıskaca alıp atom gibi çatlattıkları bu hengâmede, eminim ki, her dem beraberimde, her ân baş ucumdasın…

Kaç milyon baba ve kaç milyon anne, senin milyarda birin eder? Sen benim böyle bir şeyimsin! Babamla anneme Allah’ın bana tattırdığı varlık şevkine vesile oldukları için bağhysam, sana da, bu ölçünün ebedî hayat mikyasiyle per-çinliyim… Düşünsünler farkı!..

Seni, Bağlum köyündeki, namsız ve nişansız çukurunda, bembeyaz ve taptaze bir kefene bürülü, esmer ve pembe-cik teninin hiç bir noktası tozlanmamış ve paslanmamış, derin gözlerin ebediyete çevrili, Allah’ı zikrederken görüyorum.

Yirmidokuz yıl değil, ikibin dokuzyüz yıl değil, sayılar boyunca devirler gelip geçse, üzerinden zaman geçmiyecek velîlerdensin sen… Ruhun gibi kalbin de mahfuz… Kalıbın orada; fakat ruhaniyetin, Allah’ın izniyle her tarafta ve benim yanımda…

Benim güzel Efendim!

Baş ucumdasın, biliyorum; ama ben ne yapayım ki dünya zindanı içinde, ayrıca beş hassemin zindanında kapalıyım ve seni göremiyorum.

Hayatta biricik gayenin, yaşarken ölümü delmek ve öteye geçmek gayesinin; o, anahtarını Kapı’yi açmak üzere senin elinden aldığım gayenin, henüz, «Anahtar hangi elle tutulur ve nereye yerleştirilir?» hakikatinden bile uzak bir müflisiyim. Hakikatte müflis, sadakatte müflis, gayrette müflis, her şeyde müflis… Bendeki, sadece, dağdan geçerken, tepesinde çadır kuran şimşekleri arkadaşlarına anlatmaya yeltenici sümüklü bir mahalle çocuğu ağzı; o kadar…

Ama bu Kapı’ya beni köpek diye yazan, bu gemiye paspas diye alan sen, kabul etmez misin ki, «O Kapı’nın köpeği» ve «O geminin paspası» olmak Türbesinin üstüne bu dünyada paye yoktur?

Kendimi, fikirde, sanatta, şunda bunda, dünyanın en büyük adamı görmek, bilmek, göstermek, bildirmek isterdim; tek, O Kapı’nın köpeğine mahsus derece belirsin diye… Sana ve senden bağlı olduğum O’na devretmek için…

Güya seni yazdım; atom ve füze devrindeki, inkâr ve ihtilâç asımdaki mâverâ kılavuzunu anlatmaya savaştım güya…

Soluk bir kumaş üzerinde hareli lekeler güneşi ne kadar gösterebilirse, bu kargacık, burgacıklar da seni o derecede anlatabilir.

Eğer bu arada, kendimden, nefsimden birçok şey kattımsa, yine hareli lekelerin güneşe bağlı olmasından; ucunda sen varsın, diye. Bu ölçü dışında, nefsim için, kendi başına ele aldığım tek nokta bulunduğunu sanmıyorum.

Seni tanıyıncaya kadar hayatım, sana yaklaşmanın, uzaklıkta yaklaşmanın saadeti; seni tanıdıktan sonra da senden uzaklaşmanın, yakınlıkta uzaklaşmanın felâketi içinde, bütün teferruatiyle senin…

Hayatım sensin!..

Aç bana Kapı’yı, artık aç!.. Allah’tan izin iste ve ardına kadar aç!.. Ebediyen köpeğin olarak kendi köpekliğimden çıkayım ve insan olayım…

Allah izin verirse eğer, O Kapı’dan içeriye, topyekûn insanoğlunun; atom ve füze devrinde, inkâr ve ihtilâç asrında muhtaç olduğu fikir ve ruh hamulesini kervanlaştırıp geçireyim…

Bu, senin papucunu silmekten daha değersiz bir hizmettir kapıya…

Kapının içini hayâl ediyorum.

Huzmeleri ebediyet boyunca mesafeleri ışıldatan projektörler altında, fildişi kaldırımlardan sonsuz bir cadde… Şehrah… Bu şehraha açılan ve nisbet ölçülerinin her biriyle ayrı istikâmetlerden gelen namütenahi yol… Yollarda, ellerini yüksekliklere kaldırmış, yalınayak ve başı kabak, çığlık içinde bir insanlık… Ve tepede caddenin yokuş başında billurdan pırıl pırıl kurtuluş beldesi…

Ebedî safa şehri…

İmân edeceklerdir ki, bu yollara düşecekler…

Ve ölmeden öleceklerdir ki, şehraha girecekler…

Ve beldeye ulaşacaklar…

Ve beldenin merkezinde bir saray…

İçinde Allah’ın Sevgilisi ve etrafında… Has oda sırrının emanetçisi «Altun Silsile» kahramanları…

Benim Efendim!

Çocukluğumda ve ilk gençliğimde, masal gibi bir rüya ikliminden topladığım karanlık ve karışık haberlerin, apaydınlık ve dümdüz gerçeğini bana sen verdin…

Şimdi bırakacak mısın beni, bir solucan gibi toprak üstünde sürünmeye…

Bilip de câhil, anlayıp da unutkan, görüp de kör, duyup da hissiz kalmanın felâketine düşmeyeyim!..

Sabah namazlarına kalkamamanın, yığılıp kalmanın, sızıp silinmenin acısiyle döğündüğüm bir gece, (1 Nisan 1961, Cumartesi, sabaha karşı) güneşin doğmasına tam 23 dakika kala, sol elime, tak, tak, tak, üç kere vurup beni dehşetler içinde yerimden fırlatan ve içinde tek telkin ve nefsimi aldatma hissi bulunması imkânsız bu harika karşısında aklımı çatlatan sen değil miydin?..

Bu tecelli karşısında büsbütün köpekleşmiş, son nefesime kadar Kapı’nın köpek kulübesinde ve o köpeğe mahsus liyakat şartları içinde kalacağıma söz veren benim!..

Çarklar işlemekten aşındı, vâdeler dolmaktan çatladı. Akşam oluyor… Bir mızrak boyu kaldı, benim de hayat güneşimin batmasına…

Allah’tan af istiyorum. Allah’ın Sevgilisinden ve bütün Silsileden teker teker suçlarımın bağışlanmasını ıstiyorum.

Benim avuçlarımdan süzülen, işte o kaynaktan aldığım sudur; bu suyun eğer bulanık bır tarafı varsa nefsime, güzel bir tarafı varsa da efendime aittir.

Pırıltılar içinde suyu arayan ceylân gençliği o pınara koşsun!..

(O ve Ben kitabından)

Share

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.