Bir Gönül Adamı Olarak Bir Başkadır Necip Fazıl

BİR GÖNÜL ADAMI OLARAK BİR BAŞKADIR NECİP FAZIL

Bütün bir ömrü vecd haline getiren, fikir öfkesini mukaddes kabul eden çileli şair Necip Fazıl, bugün eserleriyle yaşıyor. Dünyada Türkçe diye bir dil olduğu sürece de yaşayacak. Çünkü o “Sonsuzluk Kervanının peşinde koşmayı, “Büyük Dost’a kavuşmayı, hayatının ve mematının yegâne gayesi olarak görmüştü.

Olgunluğun başlangıcı kabul edilen kırk yaşına ulaştığım şu günlerde ifade edeyim ki, hayatım boyunca insanı şaşırtan iki farklı zümre ile karşılaştım. Bunlardan birincisi, bugün görülen ve dervişleri andıran zümredir. Ancak kendileriyle kısa bir hasbihal yapınca, onların önce nefislerini, sonra kapıldıkları akımı putlaştırdıklarını, kendilerinden başka herkesi potansiyel münafık saydıklarını, gaibe karşı saygı duymayan çilesiz insanlar olduklarını görürsünüz.

Bunlar, tarihte pek çok örneği görülen, “ham softa, kaba yobaz” tipleridir. Necip Fazıl onları şöyle tarif etmektedir: “Yobazda eksik olan, vecd, aşk, meçhule hürmet, nefsinden şüphe, nefsini muhasebe faziletidir. Yobaz, yolunda olduğunu sandığı Kâinatın Efendisi’nin ‘Müjdeleyiniz, soğutmayınız; sevindiriniz, korkutmayınız’ şeklinde özleştirilmesi mümkün fermanına rağmen, yolu tersinden takip etmiş ve en büyük felaket olarak, tersinden ibaret küfür yobazlarına, İslâmı kendisinde zannettirmek gibi bir hedef seçmiştir.”

YOBAZLIK

Ama, yobazlık bir silsile olarak devam eder: Din yobazlığının hemen karşısında öbür tarafın yobazları vardır, öbür taraf da Necip Fazıl’ın o haşin kaleminden payını almaktadır.: “Öbür tarafa da bugünün, şımarık giyimli, küstah yeleli, boş alınlı, gözleri hakaretle bakar, nefesi ispirto kokar, beyni beton, kalbi pıhtı bugünün bilimsellik ve çağdaşlık satan softasını oturtun!.. Bunların din yobazıyla birbirlerinden farkları moda icabından başka bir şey değildir” diyen Necip Fazıl, onlara da bir şiirinde şöyle seslenir:

Din adına yol kesen dünkü yobazın oğlu
Yine sen kesiyorsun küfür uğrunda yolu

DERVİŞ GÖNLÜ

Bu iki grubun dışında şaşırtıcı bir zümre daha vardır: Bunlar, hakkın, doğrunun, faziletin, erdemin mücadelesini verirken heybetli, mağrur, merhametsiz bir kahraman gibi görünmelerine rağmen iç dünyalarındaki derinliğe daldığınız zaman, yüreklerinin bir pamuk kadar yumuşak olduğunu görürsünüz. Onlar kendi nefislerini putlaştırmak bir yana, kendilerini Allah’ın huzurunda en çok merhamete layık hisseden derviş gönüllü insanlardır. Dışı Yavuz, içi Yunus’tur onların. Tarihte Anadolu’yu vatan yapan alp erenler, gazi dervişlerdir onlar. İşte kendini; “Benim adım, bay Necip, babamınki Fazıl Bey” diye tanıtan Necip Fazıl, dışı Yavuz, içi Yunus bir adamdır. Necip Fazıl bütün eserlerinde Yunus’un, Mevlânâ’nın, imam-ı Rabbânî’nin Şeyh Gâlib’in tasavvuf anlayışını yeni bir dille, bambaşka bir söyleyişle yansıtan bir sanatçıdır.

Karşısındaki nasipsizler cephesinin -biraz da dalga geçerek- “süper mürşid” adını taktıkları Necip Fazıl’ın, mürşidlik bir yana, dervişlik iddiası bile hiçbir zaman olmamıştır. Ama, gerçek mutasavvıfı görmüş, onunla aynı havayı teneffüs etmiş biri olarak, bir kimyacının asidi ve bazı turnusol kağıdı ile kolayca anladığı gibi, bu işin sahtesi ile gerçeğini derhal fark edecek feraseti edinmiş ve bu ölçüleri bir çok eserinde ortaya koymuştur.

DOĞU DAHA BÜYÜK

Genç şair 30 yaşlarında, şöhretinin zirvesindedir. 21 yaşında yazdığı şiirleri ders kitaplarında okutulmakta, zamanın edebiyat tenkitçileri tarafından “bir mısrası bütün bir millete şeref vermeye yetecek şair” olarak değerlendirilmektedir. Kendisi itibarlı bir dedenin torunudur. Babası Fazıl Bey, İstanbul’da ilk özel otomobili alan adamdır. Konaklarda dadılar elinde büyütülmüş, özel öğretmenlerden yabancı dil öğrenmiştir. Çok zeki ve istidatlı olduğu için, Maarif Vekaleti’nin 1924 yılında Fransa’ya tahsil için gönderdiği ilk gençlerden biridir. Sorbon Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’ne bilgisini artırmak için giden genç şair, doktorasını adı geçen üniversitede değil, kendi tabiriyle gece hayatı üniversitesinde yapacak ve bir yıl sonra ülkesine geri dönmek zorunda kalacaktır. O, böylece Batı’yı laboratuarları ve kütüphaneleriyle değil, en zayıf ve mahrem noktalarından tanıyacak ve Batılı insanın maddi ihtişamı içinde, ruhunun bomboş olduğunu fark edecektir.

Daha sonra onun 1943 yılında neşretmeye başladığı ve fasılalarla 1978 yılına kadar devam eden Büyük Doğu dergisine de isim olacak ‘doğu daha büyük’ fikri ilk defa böylece Batı’da kafasına yerleşecektir. O kendisinin “bohem hayatı” dediği bu hayat içinde bile Paris’teki Türk gençlerine şöyle seslenmektedir:

“İnsanlık derin bir buhran yaşıyor ve ruhunun kurtarıcısını arıyor. Elbette zamanı gelecek ve büyük bir zuhur doğacak… Büyük bir zuhur… Köşebaşlarını tutacak bir heyula şahsiyet, kollarını açarak ‘mukaddes emaneti ne yaptınız’ diye haykıracak!..”

Burada hemen belirtmek gerekir ki, on yıl sonra aynı üniversiteden Nurettin Topçu adlı bir Türk genci mezun olur. Sorbon’un bütün talebeleri arasında birincilik kazanır. Yapılan törende felsefe doktoru olduğunu gösteren diplomayı bandonun çaldığı İstiklâl Marşı’ndan hemen sonra alır. Batı’yı en üstün kafalarıyla tahlil edip onlar çapında eserler veren bu insan da “Bizim hareketimiz mesuliyet hareketidir. Davamız hayata uymak değil, hayatımızı Hakk’a uydurmaktır” der, aralarında nüans olsa da, Türk insanının maddi ve manevi yönden yücelmesini Necip Fazıl’la aynı çizgide ve düşünce zemininde arar.

VUSLAT

Necip Fazıl, yurda dönüşünden sonra da, yaşanılması gereken hayatın ne olduğunu sorgulamaya devam eder. Tanzimat’tan beri sürdürdüğümüz Batı taklitçiliğini, ‘bir saman kâğıdından kopya almak’ olarak yorumlar, zamanın en ünlü şair, fikir ve düşünce adamlarına aforizmalar çıkarır. Fakat henüz aradığı istikameti tam olarak bulmuş değildir. Tarih, şairin;

“Tam otuz yıl saatim çalışmış, ben durmuşum,
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.”

dediği 1934 yılıdır. Aradığı istikameti, ona aynı yıl tanıştığı ve 1943’e kadar sıkça görüşme imkanı bulduğu zamanın mutasavvıflarından biri gösterecektir. Seyyid Abdulhakim-i Arvasi adıyla tanınan bu zat, bir ilim deryası olduğu gibi, tasavvuf sahasında da olgunlaşmış bir zattır. Kendisi Medrese-i Mütehassisin’de ‘ilâhiyat Fakültesi’nin yüksek din ilimlerinin okutulduğu kısımda’ tasavvuf kürsüsü hocasıdır. Bu hoca, Kuva-yı Milli-ye’yi bütün gücüyle desteklemiş, sevdiği birçok kimseyi Milli Mücadele için İstanbul’dan Anadolu’ya göndermiştir.

Seyyid Abdulhakim-i Arvasi, ‘hükümetleri karşı durulmaz ve kanunları dikine gidilmez’ kabul eden bir zattır. Tekke ve zaviyelerin kapatılması ile birlikte “Hükümet tekke ve zaviyeleri değil, boş mekânları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı” tespitinde bulunur. Ancak, Müslüman, ‘Cenab-ı Allah’a karşı günah işlemez, kanuna karşı suç işlemez’ ölçüsü içinde, dinin emr-i bil maruf nehy-i an-il münker ilkesinin sıkı bir takipçisi olmuş, İstanbul camilerinde aldığı hatiplik göreviyle birçok Müslüman’a imanın ve İslâm’ın inceliklerini öğretmiş, kendi evine gelen, birçok üniversite mezunu insanı sohbetleriyle aydınlatmıştır. Ancak bu insanlar hiç bir zaman ‘mürit’ olarak görülmez ve adlandırılmazlar. Onların adı ‘ehibba’, yani sevilen kimseler ve dostlardır.

Tasavvufu, ‘beşeri sıfatlardan çıkıp, meleki sıfatlar ile sıfatlanmayâ ve ilahi ahlak ile ahlaklanmaya mahsus bir hal’ olarak tarif eder. Onun tasavvuf anlayışı, Necip Fazıl’a da aynen yansıyacağı üzere, İslâm’ın zahiri ile sımsıkı kuşatılmış bir anlayıştır. Orada, sırların, mahremiyetlerin en derini olduğu halde, dış yaşantı olarak basit bir müminden fark yoktur. En başta elfaz-ı küfrden kaçınmak üzere, zahir ulemasının ortaya koyduğu usul ve hükümlere, büyük bir saygı ve gayret vardır. Onların halini Üstad’ın “O erler ki” adını taşıyan şiiri çok güzel anlatır:

“O erler ki, gönül fezasındalar
Toprakta sürünme ezasındalar
Yıldızları tesbih tesbih çeker de
Namazda arka saf hizasındalar
İçine nefs sızan ibadetlerin
Birbiri ardınca kazasındalar.”

EDEB, YİNE EDEB

Bu hoca, her an mareşalin huzurundaki bir erin edep tavrı içinde olan bir insandır. Her zaman huzurda olmanın edebini, insani ihtiyaç vesilesiyle de olsa, bir lahza için bile üzerinden attığı görülmez. Hiçbir zaman ‘mânâsız sorunun lüzumsuz cevabı’nı vermez. Çok sevenlerinden biri, onun yanına giderken “Bugün öyle bir soru sorayım ki, cevabı saatlerce sürsün” diye planlar. Ve sorar “efendim, iyi bir insan nasıl olur?” Cevap tek cümleliktir. “Bu, bir nasip meselesidir!” Söylediği her söz mermer üzerine kazınır gibi kalplere nakşedilecek kıymettedir.

-“Din sadece edepten ibarettir ve edep hududu korumaktan başka bir şey değildir! En büyük edep de ilahi hududu korumaktır.”

-“Allah, sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.”

-“Bu iş ne akılla olur, ne akılsız”

-“Kelam-ı kibar, kibar-ı kelamdır”

-“Kader, Allah’ın senin ne yapacağını bilmesidir”

-“Hiçbir günah yoktur ki Allah tesellisini vermiş olmasın”

-“Haddini aşan her şey zıddına döner”

-“Bir ilmin butlanı o ilmin müntehasında belli olur”

Bir gün sohbet halkasından biri “Allah adaleti ile muamele etsin” dediğinde hocanın cevabı harikadır:

-“Sus, sus. Allah bize adaleti ile muamele ederse hepimiz yanarız. Allah bize adliyle değii, fadlıyla muamele etsin.”

Hocanın bu sözü de âdeta gerçek veliliğin simgesidir: “Veli, mevzuunu bulamaz ki ben desin.

Birkaç istisna ile ben kelimesini katiyen kullanmayan ve hep biz diye konuşan bu veli zat, İslâm büyükleri anıldığı zaman:

-“İnsan onlar idi. Biz onların yanında, sayıların soluna yazılan sıfırlar gibiyiz. Hazır olsak sayılmayız. Gaib olsak aranmayız” sözünde ifadesini bulan derin bir tevazu içindedir.

Necip Fazıl, aradığı adresi bulmuştur. Bundan sonrası artık, Yunus’un diliyle söylenir: “Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun.” Kaldırımlar şairi, bu büyük dönüşümden sonra artık ‘mistik şair’ diye anılmaya başlanır. Ama onun kullandığı semboller kimseyi henüz rahatsız etmez.

ÇİLE ÜSTÜNE ÇİLE

Entelektüel bir çilekeşin yalnızlığını vurgulayan Kaldırımlar şiirinde;
İkinizin de ne eş ne arkadaşınız var
Sükut gibi münzevi, çığlık gibi hürsünüz
Dünyada taşınacak bir kuru başınız var
Onu da hangi diyara olsa götürürsünüz

diyen şair, Çile şiirinde bir iç aydınlığa kavuşmuş, ötelere sonsuzluğa uzanmak ister:

Öteler, öteler, gayemin malı
Mesafe ekinim zaman madenim
Gökte Samanyolu benim olmalı
Dipsizlik gölünde inciler benim

Ama sonsuzluğa uzanan yolda insanın en büyük engeli yine kendisidir, kendi nefsidir. Çünkü, O büyük Resulün, bir hadislerinde ifade ettikleri mana üzere, gerçekte, milyonluk ordularla, milletlerin milletlerle boğuşması, küçük bir savaştır da, bir insanın kendi nefsiyle boğuşması, en büyük savaştır. Onun için şair kendi nefsine hitap ederek bitirir şiirini:

Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök
Heybem hayat dolu deste ve yumak
Sen bütün dalların birleştiği kök
Biricik meselem sonsuza varmak

Onun kavuştuğu iç aydınlığı, binlerce fikir yazısında, tiyatro eserlerinde, tasavvuf kitaplarında, hâttâ öfke ve hiciv olarak yazdığı makalelerinde ve şiirlerinde bile kendini gösterir. Zaten tasavvuf, her şeye o iç aydınlığa bakabilmek, her şeyin o “Büyük Dost’un tasarrufunda cereyan ettiğini her an murakabe edebilmek değil midir?

Hz. Mevlânâ Mesnevi’sinde anlatır:

“Bir vaiz vardı… Mimbere çıktı mı yol kesenlere duaya başlar, ellerini kaldırıp ‘Ya Rabbi, kötülere, fesatçılara, isyancılara merhamet et! Hayır sahipleriyle alay edenlerin hepsine, bütün kafir gönüllülere, kiliselerde bulunanlara merhamette bulun’ derdi.

Temiz kişilere hiç dua etmez, kötülerden başkasına duada bulunmazdı. Ona ‘hiç böyle âdet görmedik. Sapıklara dua etmek mürüvvet değildir’ dediler. O vaiz dedi ki: ‘Ben onlardan iyilik gördüm. Bu yüzden onlara dua etmeyi âdet edindim. O kadar kötülükte bulundular, o derece zulüm ve çevir ettiler ki, beni serden kurtardılar, hayıra ulaşırdılar. Ne vakit dünyaya yöneldiysem onlardan eziyetler gördüm, meşakkatler çektim, dayaklar yedim. Bu yüzden de iyilik tarafına kaçardım. Beni o kurtlar yola getirdiler”

Hikâyenin sonunu Hz. Mevlânâ çok çarpıcı bir sözle bitirir. “Dosttan gelen belâ, sizi temizler, onun bilgisi sizin tedbirlerinizden üstündür…”

“Oluklar çift, birinden nur akar, diğerinden kir” diyen Necip Fazıl da kendisinin zahirdeki düşmanlarını aynı tasavvufi üslupla yorumlar”

Düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın
Gündüze gece lâzım, bana da sen lâzımsın

Hz. Mevlânâ’nın yorumu başka bir mutasavvıfın dilinde:

Hoştur bana senden gelen
Ya gonca gül, yahut diken
Ya hilat ü yahut kefen
Kahrın da hoş lütfün de hoş

şeklinde ifadesini bulur. Ancak burada çok önemli bir incelik vardır: “Bu belâ ve musibetler dosttan, biz dosdoğru bir yol üzerindeyken gelmelidir.” Bizim tembelliğimiz, cahilliğimiz, korkaklığımız, acemiliğimiz, tedbirsizliğimiz, kolaycılığımızdan kaynaklanan bir belâ ve musibete uğramışsak o zaman da Ziya Paşa’nın şiirleştirdiği âyet mealine muhatap olarak:

Hâşâ zulmetmez kullarına Hüdâsı
Herkesin çektiği kendi cezası

deyip, kendi kendimizi hesaba çekip, hatamız için oturup göz yaşı dökmekten başka çaremiz yoktur.

Nimetler ve lezzetler nefsimizin istedikleridir. Allah’tan gelen belâ ve musibetler ise dostun hediyeleridir. Büyük mutasavvıf Imam-ı Rabbani’nin diliyle “Aşık maşuğun gönderdiğini, kendi nefsinin dilediğinden daha çok sevmiyorsa, seviyorum demesi boş söz olur.”

Onun içindir ki, belâ ve musibetlerin en çoğu peygamberlere ve velilerine gönderilmiştir. Çünkü “Herkese kendi taşıyabileceği kadarını yükleyen” yüce Allah nimetiyle külfetini dengeli göndermiştir. Necip Fazıl da bu belâ ve musibetlerden payını alan bir adamdır. ‘Her devrin mazlumu’dur o … Ama o, “iman eri garip olmaz” tasavvuf ölçüsü içinde bunları bir nimet olarak algılayabilen bir insandır ve şöyle der:

-“Rabbim, Rabbim! Bize ne güzel bir yol nasip ettin! Sırlarının ve nimetlerinin hazinesi olan saraya, elbette ki bundan daha kolay şartlarla gidilemezdi. Madem ki zorluk bu kadar müthiş, o halde gidilecek yolun tam üzerindeyiz, o halde yürüyeceğiz ve erişeceğiz. Ve biz, her şeye rağmen yürüyoruz, yürüyeceğiz ve güzel isimleri arasında ‘galib’ isminin sahibi olan Allah aşkına yürümekten vazgeçmeyeceğiz. ”

YA ALLAH KULUNU?

Onun Çile adlı şiir kitabında söyledikleri en umutsuz insanı bile dünyayı fethedebilecek bir azim sahibi yapmaya yeter:

Kırılır da bir gün bütün dişliler
Döner şanlı şanlı çarkımız bizim
Gökten bir el yaşlı gözleri siler
Şenlenir evimiz, barkımız bizim

Gam çekme, böyle gitmez bu devran
Nihayet sonuncu durağa gelir
Hasretle beklenen gelir mutlaka
Sultan fikir şanlı otağa gelir

Bekleyin görecektir, duranlar yürüyeni
Sabredin gelecektir, solmaz pörsümez yeni!

Bu büyük adam, 1943’ten 1983’e her türlü olumsuzluk karşısında, hep büyük dostun kuşatıcılığını hissetti. Hiç ümitsiz olmadı. Yunus’un “Yaradılanı hoş gördük, yaradandan ötürü” söyleyişine nazire:

Anne, doğurduğu çocuğu delice sever
Ya Allah, yarattığı kulu nice sever?

diyerek, fikirleriyle mücadele ettiği, yerden yere vurduğu insanlara karşı bile kişisel bir nezaketsizlik yapmadı. Büyük Resul’ün “Bilselerdi yapmazlardı” anlayışı içinde onlara da yol gösterdi.

Rafa kaldırmak için ruhlarını dürdüler
Güneş diye kalpten güneşi söndürdüler
Bilmediler, kalptedir, kalptedir, asıl feza
Kalptedir ölümsüzlük kefili kutsi imza

Hz. Mevlânâ’nın “Gel! Ne olursan ol yine gel! Ümitsizlik kapısı değil bu kapı! ister ateşperest ol, ister putperest! istersen bin kere bozmuş ol tövbeni! Yine gel!” deyişine denk:

En güzeli en güzeli ezelin
Habercisi, habercisi ezelin
Tellerinde şafak söken bir gelin
Anneler, babalar, çocuklar gelin

dedi. Sevenler için ‘ölüm, sevgiliyi sevgiliye kavuşturan bir köprü’dür. Ölüm için ‘şeb-i arus’, yani ‘düğün gecesi’ diyen Hz. Mevlânâ’ya nispet o da:

Öleceğiz öleceğiz, müjdeler olsun
Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun

diye haykırdı.

Tasavvufu, kulluğu bitirip, kulluğun üstüne çıkmak davası değil, kulluğu en yüce makam olarak gören bu insan, kendini, hakikat yolunda, cemiyet içi mücadele makamında, bir ‘amele’ olarak tarif etti.

Ellerime uzanan dudakları tepeyim,
Allah diyen, gel seni ayağından öpeyim

diyerek bizlere de tevazünün ne olması gerektiğini tarif etti.

TOPAL KÖPEK

Büyük mutasavvıflardan olan ve Reşahat kitabını kaleme alan Safiyüddin hazretlerinin “Ben veliler kervanının arkasından koşan topal bir köpeğim ki, bi kervanın arkasında üç ayağımla seke seke gitmekteyim” sözüne yüz yıllar sonrasından aynı manayla cevap verdi:

Sonsuzluk kervanı peşinizde ben
Üç ayakla seken topal köpeğim
Bastığınız yeri taş taş öpeyim
Bir kırıntı yeter kereminizden
Sonsuzluk kervanı peşinizde ben

“Allah için tevazu göstereni, Allah yüceltir” sözünün mânâsının tezahürü olarak o şimdi, eserleriyle ve düşünceleriyle yaşıyor. Dünyada Türkçe diye bir dil olduğu müddetçe de yaşayacak. O, bütün hayatı boyunca sonsuzluk kervanının arkasından koştu. Onu kilometre taşı olarak görerek aynı yoldan koşanların da o kervana yetişebileceğinden hiç şüphe etmiyoruz. Herhalde o da etmiyordu ki ölümünden birkaç yıl önce yazdığı bir şiirde şöyle sesleniyordu:

Genç adam, yolumu adım adım bilirsin,
Erken gel, beni evde bulamayabilirsin!

ESSELAM

Bu satırları okuyan genç adamlar, zaman olarak uzağına düştükleri için onu evde bulamayanlardır. Ama Bursa’nın büyük velisi Emir Sultan hazretlerine atfedilen ve gönüllere işleyen o ünlü beyitte yakınlık ve uzaklık ne güzel ifade edilir:

Eğer gönlün benimle olursa,
Yemen’de olsan bile yanımdasın
Eğer gönlün benimle değilse,
Yanımda olsan bile uzaktasın

Yazımı onun şu mısralarını tekrarlayarak ve temiz ruhunu selâmlayarak bitiriyorum:

Ben mecnun, sen Leylâm
Hasreti Kerbelâm
Her sözü incilam
Ne bir harf ne kelâm
Esselam, esselâm

Prof.Dr.Hasan SEÇEN
(Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi)

KADİM Dergisi • Nisan 2008

Share

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.