Bir Medeniyetin Dirilişi

BİR MEDENİYETİN DİRİLİŞİ

Erdem BEYAZIT

Ömrünü tamamlayan Osmanlı İmparatorluğu, dâhi Hakan II. Abdülhamit’le son sözünü söylerken, Divan Edebiyatı da Şeyh Galip’le dönemini mühürleyerek, büyük bitişi tamamlıyordu. Asırlarca dünya muvazenesinde en önemli köşeyi tutan bu büyük devlet, tarih sahnesinden çekilirken, bu iki büyük dehâ ile doğması mukadder yeni medeniyetin yönüne ve ön yapısına da işaret ediyordu. Yani son tarihi görevini de yapmış oluyordu. I. Dünya Savaşı Osmanlı imparatorluğunun ölüm meresimi oldu. Yahut ölü eti yiyicilerinin şöleni. Sömürücülüğün sara nöbeti dünyayı sarsmaya başlamıştı. Batı sömürüyor, oburluğun verdiği rehavet içinde bünyesinde büyüyen urları göremiyordu. Nazizma, Faşizma, Komünizma kanserlerine yalnızca büyümek kalıyordu, bu ortamda. Artık sömürücülüğün felsefesi yapılmakta, onun sistemi kurulmaktadır. Batı medeniyetinin iç yarası komünizma, yeni bir dünya görüşü olma iddiasına rağmen, sömürücülüğe karşı çıkma iddiasına rağmen, temelde insan yaradılışına aykırı düşmesi yüzünden giderek en zalim sömürge düzenini kuracaktır. Bu dönemde insan boşluktadır. Tutunacak dal kırılmıştır. İnsanoğlu yılana sarılmaya şartlanmıştır. Kırılan dalın yeşermesi, bunalan insanlığa el uzatması için, zamana ihtiyaç vardı. Başı dönen insanın ayılması için ise II. Dünya savaşına.

II. Abdülhamit Han’dan sonra bizim serüvenimiz trajiktir. Evin reisi ölmüş, evin çocukları da soyguncularla, hırsızlarla işbirliği edip evi yağma etmekte meşguldürler artık. Ne dâhi hakan Abdülhamit Han’ın işaret ettiği noktayı görecek göz ne de Şeyh Galip’in sözünü duyacak kulak vardır ortada. Ortada yalnız mezar soyguncularına âşık Ölü sahipleri vardır artık.

II. Dünya Savaşı arefesinde ve daha sonra birkaç istisna dışında ülkenin yönetimini ele alan siyaset adamları ve fikir hayatına etkili olan düşünürler. Batı ile malûl hastalardır. Hiçbir soy düşünceye bağlı değillerdir. Kritiksiz, muhasebesiz bir şovenizm içindedirler. Düşünce ve aksiyonları anlıktır. Hayranlıkları ve nefretleri anlıktır. Eserlerinin ve hareketlerinin başlıca karakteristiği öykünmedir, özentidir. Kendi kendileriyle çelişmeye düşmek günlük serüven olmuştu onlara. İnanırlar mesnet göstermezler, inkâr ederler hesap vermezler, insanlıktan söz ederken kendi halklarından nefret ederler.

Hürriyet dedikleri güzele âşıktırlar, bir an evvel dağa kaldırmak için.

Mefhumların aşure çorbası gibi vitrinlere sürüldüğü bu dönemde, «niçin?» «nasıl?» sorularını sormak istiyenler de çıkar. Örneğin Ziya Gökalp. Fakat bu da bir intihar psikozu, bir sara nöbeti içinde sorulmuştur. Mehmet Akif yangını görür. Ama yangın çatıdadır ve bu hengamede ses duyurmak güçtür. Yahya Kemâl cephe gerisindedir, doğacak çocuğa, dirilecek medeniyete bir köprü kurmakla meşguldür «Selimnâme»’yi yazarak. Daha sonra birkaç isim, sanatın sedef kabuğuna sığınmış, öykünmenin üstüne çıkabilmiş : Ahmet Hâşim, Ahmet Muhip v.b. Bunlar yalnız san’atla ilgilidirler. Bu arada ilk kritikçi seslerden biri Peyami Safa’dır. Net bir dünya görüşüne sahip olmasa bile, bilhassa batı medeniyetine ait müesseseleri eleştirmeye çalışır. Onların gerçek niteliklerini göstermeye çalışır.

Artık sıra büyük tefekkürdedir. Durumu gerçek yönüyle ilk gören, batıyı da doğuyu da topyekün müesseseleriyle idrak eden ilk büyük zekâ Necip Fazıl’dır. Necip Fazıl’ı ilk dönem eserlerinde, insanın mücerret sorunlarını, buhranını billûrlaştırırken görüyoruz. Soy bir kafadır. Toplumun geçirdiği büyük buhranı yaşar.

Tarihî gerçekler ters yüz edilirken, Batı’nın «dikte» ettirdiği masal, tarih diye millete okutulurken, bu oyuna kanacak insan değildir Necip Fazıl. San’atın doruğuna da ulaşsa, büyük tefekküre kaymadan huzur yoktur. Artık san’atkâr Necip Fazıl’ın yerini, mücadeleci, düşünür Necip Fazıl almaktadır. Batı ve Doğu medeniyeti topyekün müesseseleri ile kritik edilmektedir. Mensubu olduğumuz medeniyetin, unutturulmak istenen değerlerinin gün ışığına çıkarılması için vakit gelmiştir. Necip Fazıl II. Abdülhamid’i «tez» olarak ele alır. Çünkü batı bütün gücü ile bu büyük Hakan’ı kötülemek için seferber olmuştur. Çünkü bu büyük Hakan Batı’nın zaafını anlamıştır, orta-doğunun kurtuluş yolunu görmüştür. Hindistan’dan Afrika’ya kadar sömürülen büyük bir coğrafyayı ve insan kitlesini anlaşabilecekleri tek ideoloji etrafında toplayarak güç birliği içinde, kopacak büyük savaşa hazırlamanın tek yol olduğunu görmüştür. Bu idealin gerçekleşmesi ise Batı’nın sonu olacaktır, en azından Orta- Doğu ülkeleri adına denge sağlanacaktır.

İşte, bir dirilişin müjdecisi bu olumlu çıkış yanında, aşağılık duygusu ile zehirlenmiş Batı hayranı taklit budalaları da son kozlarını oynamaktadırlar. Medeniyetimize ait bütün değerler, Orhan Veli’nin edebiyatta yaptığı hareketle artık apaçık ters yüz edilmektedir. En ucuz, en iyidir. En kolay olan yapılmaktadır: ciddiyet alay konusudur artık. Mevsimlik elbise değiştirir gibi fikir değiştirmeye alışmış, bir milletin tefekkür hayatını moda dergisi sanan taklitçiler bu sefer de sosyalizma hastalığına tutulmuşlardır.

Halbuki Batı’nın söyleyecek sözü tükenmiş, Komünizma dünya ihtilâli kitap sayfalarında çürümüştür. Batı için de, Komünizma için de yapılacak tek şey kalmıştır. Sömürücülük konusunda kendi aralarında anlaşmak ve sömürülen ülkelerde dirilişi önlemek. Bunun için, buralarda mümkün olduğu kadar «geri kalmış» aptal bulabilmek. Bunca çalışmaları da boşuna değil. Buluyorlar bu aptalları ve kırk yıllık sakızları çiğnettiriyorlar bu uyurgezer, ucuz, «batı tipi», «Marks tipi» kuklalara. Madalyonun bir yüzünün görünümü budur. Ama daima bir de öteki yüzü vardır. Madalyonun.

Necip Fazıl’ın haber verdiği bir Sezai Karakoç vardır, «insan» «Zaman» «Ölüm» «Tabiat» «Tarih» «Aşk» «Devrim» «Melek» «Kitap» «Peygamber» «Kader» «Diriliş» «Tövbe» «Kıyamet» «Millet» ve islâm Medeniyeti’ne ait diğer temel kavramlar Sezaî Karakoç’un yazılarında yeni bir ifadeye kavuşmakta, bir diriliş nesli mayalandırılmaktadır. Artık değerler, mimarî bir bütünlük içerisinde yedi yerine oturtulmaktadır. Şiir ise tarihî ürpertisine kavuşmuş, fizik ötesinin derin sesi modern bir biçimde Sezaî Karakoç’ta kendini bulmuştur. Türk Edebiyatı «Sesler» ve «Hızırla Kırk Saat»la rayına oturmuştur. Sesler özellikle orta – doğu insanının, neticede insan tekinin, çocukluğu, bunalımı, kurtuluşudur. Hızırla Kırk Saat, özellikle orta – doğu insanının, neticede insan tekinin tarihin derinliğine doğru bakışıdır. Eser ortadadır ve diriliş mukadderdir.

(Çıkış Dergisi, Sayı: 3-1968)

Share

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.