Necip Fazıl Şaheseri

NECİP FAZIL ŞAHESERİ

ŞAH(ESER)

Hüzeyme Yeşim KOÇAK

Necip Fazıl adı, bende eserlerini okuduğumda ya da bir an aklıma düşürdüğümde bile; çok farklı bir hissiyat, güzellik duygusu ortaya çıkarır… Muhabbet, gittikçe şiddetini arttıran esintilerle yüreğimi doldurur.. Tıpkı diğer ulular, yüce insanlarda olduğu gibi.. Gönül neşelenir. Ve yarı inanmazlık, yarı sarhoşluk arasında gezinir durur.. Bilinç kâh kapanır, kâh ziyasını genişletmiş açılır. Önüme yeni yollar serilir. Bir güzellik sağanağıdır yüreğime dökülür.

Işık onlardan gelir bilirim.. Güzelliğin “cinsiyeti olmaz; “cinsi” olur derim.

Necip Fazıl, gönül çelen, nadide bir gökkuşağı gibi, hürmetli güzelliğini sergiler.. Dehasının kudreti.. ruhunun azameti.. sanatının mehabeti.. mizacının çetrefilliği.. davasının haşmeti.. muhteşem bir terkib hâlinde yansır.
Meydanlarda hitabeti, kitleleri peşinden sürüklemesiyle de güçlüdür, doruklarda dolanır; takipçilerine, bizlere düşürdüğü “estetik bağışlarla” da gönüllerde dolaşır..

Bir sonsuzluk türküsü gibi dillerde dolaşır.. Eserleriyle Fatihleşir, zamanı aşar, nesilleri dolaşır..
Her ne kadar hapsedilmeye (sınırlandırılmaya) çalışılsa da sırlanır, sınırları berhava edip; âlemleri dolaşır..
….
Necip Fazıl’ı şimdiye kadar çeşitli yönleriyle ifade edildi. Kâh gündeme getirildi, kâh sessizliğe mahkûm edildi. Bendeniz de değişik kesimlerden isimlerin tanıklıklarına, değerlendirmelerine başvurarak, bir çerçeve çizmeye çalışacağım.

Sanatı hakkında birkaç söz edecek olursak…

“Bir Necip Fazıl olabilmenin anmakça saadetine ne kadar muhtacım” diyor Ahmet Hamdi Tanpınar “Mektuplar’ında” hayranlıkla.. Ama Necip Fazıl tek, biricik..

O; Sultanü’ş-şuara’ydı diyor Ahmet Kabaklı.. “Türkçenin de Sultanı”ydı diye karşılık veriyor Prof Dr. Necmeddin Hacıeminoğlu:

“..Bütün mimari eserlerin esas malzemesi taş ve mermer olduğu halde, nasıl Süleymaniye Camisini yapmak Koca Sinan’dan başkasına nasip olmamışsa, aynı Türkçe ile Necip Fazıl gibi yazmak ve konuşmak da, öyle, kimseye nasip olmayacaktır.”

Ve bazı misaller veriyor:

Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim
Minicik gövdeme yüklü Kafdağı
Bir zerreciğim ki arşa gebeyim?
Dev sancılarımın budur kaynağı
*
Kâinata ne varsa, suda yaşadı önce;
Üstümüzden su geçer, doğunca ve ölünce
*
Yüz üstü çok süründün ayağa kalk Sakarya!…

“Bunlar rumuzlu ve sembolik mısralar değildir. Üstat düz bir ifade tarzını seçmiştir.

Fakat kullandığı kelimelere yüklediği mana, onlara alışılmışın dışında yeni bir “Şahsiyet” getirmektedir…… O, “Sürekli indifa halinde bir yanardağa benzerdi. İlhamından doğan her eser, bu dağdan püskürmüş lâvı andırıyordu. Kendisi hilkatin bir “mübalağası” idi. Bu sebeple hakkında yazılanlar O’nu tanımayanlara mübalağalı gibi gelecektir.” (Türk Edebiyatı Dergisi, Temmuz 1983)

Necmeddin Türinay, “Mevlâna, Fuzuli, Yunus Emre, Nef’i ve Necip Fazıl gibi” üzerimizde deha tesiri bırakan büyük sanatkârları, diğerlerinden ayıran özellikleri belirtirken, onların “..kendi ruhlarında hazır buldukları bir aşkın, vecdin veya âhengin peşine takılıp gittiklerini, ömürlerini adeta bu yolda heba ettiklerini” söylüyor……Onların bizim üzerimizde bıraktığı; her an ve her seferinde yeni bir şeyler söylendiği, daha bakîr söyleyişlere erdiği gibi hisler olur. Dolayısıyla biz gerçek büyük sanatkârların şiirini veya nesrini okurken, onların bildiğimiz ve tanıdığımız bir şarkısını dinliyormuş gibi bir hisse kapılırız. Fakat bu âşinalık gene de bir tekrar duygusu bırakmaz bizde.” (Hece, NFK Özel sayısı, sh.6)

“Gideriz nur yolu izde gideriz,
Taş bağırda, sular dizde, gideriz,
Bir gün akşam olur, biz de gideriz,
Kalır dudaklarda şarkımız bizim…

Şarkısı dillerde. Ve halen konuşuluyor.. ve konuşulacak… Keşfedildikçe manevî hazinesi genişleyip, yayılacak…

Sanatı hakkında bir diğer görüş Taha Akyol’dan:

Onda “Nedim’in estetiğini, Baki’nin ihtişam duygusunu, Fuzuli’nin ıstırabı, Nef’i’nin hasımları çuvaldızlayan hicvi, Şeyh Galib’in derinliği, Abdülhak Hamid’in “metafizik hafakanları ve Yunus Emre’nin Türkçesini görenler var”. (Ahmet K., Sultanü’ş-Şuara, sh. 87)

Nuri Pakdil’e kulak verirsek:
“Necip Fazıl Kısakürek’in şiirlerini okurken, adeta fizik ötesi bir soruşturma ile karşılaşırız. Günümüz fizik ötesine kaydırılır, fizik ötesi günümüze çekilir. Günümüzle fizik ötesi birbirlerine durmadan soru yöneltirler. Şiirler böylesi bir soruşturma alanında dokunur.” (Ahmet Kabaklı, Sultanü’ş Şuara Necip Fazıl, sh. 247)

Bir “kahramandır” O…
“Kahraman ahlakından en çok sözeden Necip Fazıl olmuştur. Çünkü bu ahlakı yaşıyordu. Yaratılıştan getirdiği şeyler arasında bu da vardı. O yüzden tekti, “nev’i şahsına münhasır”dı. Hep ve hiç, ol ve öl, en çok kullandığı kelimelerdi. O yüzden yaptıkları ifrat görünmüştür çok kişiye. Vasatın altına razı edilen bir toplumda, onun istedikleri teklif ettikleri çok görünüyordu bazılarına.” diyor Mustafa Miyasoğlu. (Türk Edebiyatı Dergisi, Temmuz 1983, Necip Fazıl Sayısı)

Onu “göklerin çektiği kartal” olarak tanımlayan Sezai Karakoç “Çağdaş bir destandı, kahramanlık destanıydı, sonuna nokta konan…..Evet, bir kahraman düştü toprağa. Bir kez daha bin kez daha yeşerip boy atacak bir tohum olarak.” (Türk E. Sayı:117)

“Bir yaşantı ki, bir anda duyarlılık ağır bastığı için şiir oluyor, bir an duruluyor, zekâ patlamalarıyla düşünce alanı gibi açılıyor, bir nokta da eylem, davranış ya da jest olarak gözüküyor.” (Mavera Dergisi, NFK özel sayısı)

Bir “muzdarip”dir O…
Ergun Göze, “Üç büyük mustarib” ten biri olduğu görüşünde. Diğerleri Peyami Safa ve Cemil Meriç…(Ergun Göze,Üç Büyük Mustarip, Boğaziçi Yayınları, sh.11,1995)

“Ben ona, yaşayan en büyük muzdarip” sıfatını daha uygun buluyorum.” düşüncesinde, 1980’lerin Hergün Gazetesi yazarı Taha Akyol’u… “Çünkü..” diyor; “Necip Fazıl’ın sanatı da tefekkürü de ancak dehaların idrak ve tahammül edebileceği bir mukaddes ıstırabın mahsulüdür. Ama onun ıstırabı gayesine ulaşmıştır. “ (Ahmet Kabaklı, Sultanü’ş-Şuara Necip Fazıl, sh. 85)

Onun milâdı “Efendisi”… “İki şey sende ifrat halinde” buyuruyor Abdülhakim Arvasi Hz.. “Muhabbet ve zekâ”.
Onu anlatırken ölçüyü hep geniş tutmalıyız. Tutkusu, hassasiyeti, aşkları da “püsküllü belâ” cinsinden.

“Ne hasta bekler sabahı”
“Ne taze ölüyü mezar”
“Ne de Şeytan bir günahı”
“Seni beklediğim kadar” , bekleyişleri ve peşine düşüşleri, bu eteği tuttuktan sonra:

“Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben.
Üç ayakla seken topal köpeğim!
Bastığınız yeri taş taş öpeyim,
Bir kırıntı yeter kereminizden!

Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben” e dönüşüyor.

“Çöle İnen Nur”da Efendimize şöyle hitap eder:

“Ben seni, Allah’ın yalnız habercisi ve ana yola çağırıcı Resulü olarak değil; boşluğu ve yıldızları, zamanı ve mekânı, mesafeleri ve istikametleri ve canlı ve cansız maddeleri ve maddesiz her şeyiyle bütün kainatı, bu en güzel eser etrafında halkalanması ve onun yüzü suyu hürmetine yaratılmış olması için yarattığına inanıyorum!/Sen, en güzel insan; güzeller güzeli insanoğlunun en güzeli!”

Yani “Ölmezi bulmaktır artık biricik niyeti” yahut “Sonsuza varmaktır biricik meselesi”… “Gaye insan- Ve Ufuk Peygamber’dir” artık rehberi…

1966 Büyük Doğuları’nı çıkarırken yanında olan Ali Biraderoğlu şöyle söylüyor:
“Çok kere şahit olmuşumdur ki, bu dehayı gerek inançta gerekse amelde sadece İslâm dininin emirleri zapt-u rapt altına alabilmiştir. Ruhu doymamaktan dünyaya küsen, ömür boyu solmayan renk, pörsümeyen yeni ve geçmeyen anı arayan, yaptığı her eylemden daha başlangıcında pişmanlık duyan, dünya nimetlerinden hiç birini bütün benliği ile istemeyen, mâsivaya ait lütufların ıstırabını duyan bu adam; sadece namazın her vaktini çocuğun bayram heyecanı ile bekler ve namaz vaktini kaçırmamak için sürekli olarak namaza kaç dakika kaldığını sorardı.” (Türk Edebiyatı, sayı. 117) “Açım ben” diyen adam…

Deliren, intihar eden, ziyan olan, dehası “açlığı” kendi başını yiyen nice yüksek zekâ yanında; Necip Fazıl’da muhabbet de ıstırab ve zekâ da, böylece cevahircisi(kuyumcusu) sayesinde, gelişerek, sükûna ererek, tekâmül ederek, “Hz. İnsan” kıvamında asli hüviyetine kavuşuyor.

Söz buraya gelmişken onun,
“Beni kimsecikler okşamaz madem
Öp beni alnımdan, sen öp seccadem!” mısralarını hatırlamamak mümkün mü.

Hiç kimse, hiçbir şey namaz gibi ruhumu okşayamaz, öpemezi anlıyoruz; hiç şüphesiz burada … Hayatı düşünülürse, meselenin nirengi noktasını da yakalarız.

Bir tarafta Allah.. diğer tarafta mahlûkatı… Fakat biz genelde, “seccadenin” kapsama alanının dışındakileri isteriz.

Necip Fazıl.. “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” diyen Hakikat göstericisi ve temsilcisi…

Zekası sınır tanımıyor, çeşitli faaliyetlerde ve sahalarda boy gösteriyor, yetinmiyor.

Akif Emre: “Bir şair olarak Necip Fazıl gibi bir sanatçının dergicilikten siyasî mücadeleye, çok farklı sanatsal ürünlerden kitlesel alanlara uzanan aktivitelerine, yazdıklarını toplamda ihtiva ettiği ağırlık göz önüne alındığında bir toplum tasarımının olduğundan söz edilebilir. Bir fikir etrafında bu kadar uzun süre ve geniş kitleler toplanabiliyor; onları belli bir talep doğrultusunda motive edebiliyorsa, en azından retorik düzeyinde bir tasarımdan söz edilebilir” diyor. (Hece, Necip Fazıl özel sayısı, sh. 51)

Belki şöyle de söylenebilir, sırf belâgat değil, gönüllere de işleyen, has yaratılışlara mahsus bir “inşa dili”… O bir mimar…

Rasim Özdenören “Necip Fazıl entelektüel planda Müslüman’ca düşünmenin Cumhuriyet dönemindeki ilk örneğidir.” görüşünde. (Hece, Necip Fazıl sayısı, Ocak 2005, sh. 125)
Mehmet Çetin, ondaki dönüşüm, “bir şairin dine sığınması, bir inanç ikliminde arındırması olarak tezahür etmiyordu” diyor. “.. varoluşunu anlama, kavrama, anlamlandırma ve yeni bir hayat, toplum ve dünya kurma telakkisine yaslanma şeklindeydi” .

“…evrensel bir içeriğe sahipti ve O’nu bir büyük muhalif haline getiriyordu.”

“Nitekim Necip Fazıl, dönemin bütün siyasî düşünce, ideoloji ve sistemlerine maddeler sıralayarak karşı çıkıyordu.

“Bu derece büyük ve köklü muhalefet, sonuçlarını ne kadar sert ve acımasız yaşamış olursa olsun Necip Fazıl’a gelinceye kadar iman, aksiyon ve tefekkür olarak sadece Türkiye’de değil dünyada da var mıdır bilemiyorum” diyor (Yedi İklim, Doğumunun 100. yılı kutlamalarının son ayında Necip Fazıl özel sayısı, Mayıs 2005, sh.68)

Düşünelim.. Mütemadiyen saldırılar, mahkemeler, hapishane hayatı, daima teyakkuz vaziyeti, hep ayakta olma; diğer yanda da “özünü koruma”, kutsal emaneti taşıma endişesi.. Ve bu didişmeye, ağır yüke rağmen “devam fikri”, süreklilik…Hep dayanıyor, sabrediyor, şaşırmıyor, vazgeçmiyor, “kisvemi attım, kıblemi değiştirdim” demiyor. Teslimiyetçilik yok. Ölümüne “direniyor”, bütün zahmetlere rağmen davasını taşıyor.

Bir maneviyat atmosferinde pişmiş.. pırıltıları günümüze uzanan altın bir zincirin nadide, en soylu halkalarından biri O…

Etrafındaki tartışmalı isimlerden biri olan Salih Mirzabeyoğlu’nun bir kitabı var. “Kökler”… Orada yazıyor. Üstad diyor ki:
“Keskin kılıç kınından sıyrılmadan asla kesemez… Şimdi de siz, bizim kılıf gibi olan vücudumuzun harabolmasından gam yemeyiniz. Çünkü biz, her ne kadar gözü perdelilerden gizli kalırsak da, asılda manevî dostlarımızın yanında hazırız. Sizi seyretmek ve sizin hal ve hareketlerinizi idare etmekten geri durmayız.”

“İrşad etmek yolunda, senin önüne çıkan her şeklin hakikatte ben olduğumu, ondan başkası ve başkasına ait de olmadığını bil. Her vakit rüyana girerim ve sen bütün din ve dünyaya ait maksatlarını benimle bulursun.” (Salih Mirzabeyoğlu, Kökler Necip Fazıl’dan Esseyid Abdülhakim Arvasi’ye), sh. 69, 1986, İbda Yayınları)

Gene bir teselli mahiyetinde şunları diyor:

“Bu dünyadan geçeceğim diye hiç üzülmeyiniz…..Allah Sevgilisinin ‘Benim ölüm de dirim de sizin için hayırlıdır’ buyurduğu sözünü, ben de aynen tekrar ediyorum. Bunun manası, ‘benim dirim doğru yolu göstererek ve ölümümde yardım etmek içindir.” demektir (S. Mirzabeyoğlu, Kökler, sh. 196, 1986, İbda Yayınları)

Aşikâr bir tasarruf…

Şefik Can, “Bir mürşide intisap edip de Hak yoluna düştükten sonra” der “Sonunda bir mürşit olarak hayata gözlerini kapadı” (Cevahir-i Mesneviye, Şefik Can, cilt 1, sh. 266)

Vefatından bir ay kadar önce Ahmet Arvasi ziyaretine gidiyor. Konuşmaları esnasında “Üstadım” diyor. “Bazı büyüklerin hayatlarını okuyor ve son anlarını öğreniyoruz. İçlerinde ölümü bir “düğün gecesi” gibi, bir “gül bahçesi” gibi görenleri var. Oysa ben korkuyorum” diyor. Üstad “Ben de korkuyorum” diyor. “Şiirlerimi okuyorsunuz”. Bir müddet düşündükten sonra: “İslâm ebediyete inanmaktır” diyor. İslâm insanın ölümsüzlüğüne bağlı bir iman taşımayı emreder. Bütün mesele “Sonsuzluk kervanının” peşine takılmakta..”
Ölümü anında, başında bulunanlar şöyle diyor:” Öyle sakin ve rahat gittiler ki…Ne korku, ne endişe… Tam huzur, sükun ve teslimiyet hali”.. (Türk E. Temmuz 1983)
Zamanın mekânın ötesindeki ruhtur O…

03.09.2006

Share

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.