Siyah Pelerinli Adam ( Eser İncelemesi )/Cihat / Üstad Sınıfı

SİYAH PELERİNLİ ADAM

I – Üstadda Tiyatro

Üstad, tiyatroyu, sanat keşifleri içinde en büyüğü olarak görür. Bizler, Üstad’ın herhangi bir piyesine –ister inceleme, ister seyir maksatlı olsun- başlamadan evvel, onun tiyatro sanatındaki gayesi, yükselttiği sanat mimarisinin erişmesini istediği fikir zirvelerinin kıymet hükümleri üzerinde fikir sahibi olursak, eserin keyfiyetini görebilme, onu kemiyet sürüsü içinden çıkarıp billurlaştırabilme, yani asıl görülmeye, bilinmeye, üzerinde alaka ile durulmaya şayan noktaları ayırt etme işinde daha yetkin oluruz.
Üstadın tiyatro üzerine yapmış olduğu mülahazalara baktığımızda, onun tiyatroda, varoluşun temel taşlarını, ana sütunlarını, insanın ruh cephesine dair mâverâî mevzuları zaman ve mekan çerçevesi içinde işlediğini görebiliriz.

II – Tiyatro ve Sanat

Sanat dalları içinde tiyatronun önemini tam manasıyla görebilmek için, evvela sanat, ardından tiyatro sanatı üzerinde birtakım fikirlere sahip olmalıyız. Bu fikirler, bizi sanat ile fikir arasındaki o tılsımlı bağa götürecek, o bağı takip ederek de, gerçek sanatkarın fikir planındaki azametini göreceğiz.

Sanat… Dünya üzerinde hayat sürmeye başlayan ilk insanlardan beri düşünüş ve işleniş müşkülü olmuş, son insana kadar da üzerinde düşünülüp muhtelif şekillerde işlenmeye devam edilecek olan, türlü kıymet hükümlerine dayandırılmış, kimi zaman asıl gayesini heceleyemeyen kuru akılcı elinde şuur bulandırıcı bir mâverâ hilesi, kimi zaman İslam mesnedinden nasipsiz ruhçu elinde bir metafizik bulamaç haline gelmiş, bütün bunlara rağmen ötelere uzanan köklerinden emdiği şevk, tazelik ve esrar güçleriyle sırrını korumuş, cevherini mahfuz tutmuş, kudret ve cazibesini arttırmış, masallarda beyaz atlı prensini derin bir sabırla bekleyen prenses gibi, asıl fettanını beklemiş bir ufuk…

Sanattaki bu cazibe, bu solmayan esrar, bu tazelik kudretini nerden alır? Bir eser karşısında, beynimize masaj yapılıyormuşçasına zihnimizi şevklendiren, madde planında tekdüzeleşen, durgunlaşıp kokuşan şuurumuzu dalgalandırıp coşturan, sezgi denilen o içinden ateş değil de sis yayılan asıl idrak meşalesini yakan güç…

Belli ki bu gücün tarifini yapmak bile, başlı başına bir sanat meselesidir…

Biz, onun ana hatlarıyla, incelememizle alakalı olan tiyatro şubesi üzerinde yoğunlaşalım.

Mahrumiyetten malikiyete; mahrumiyetin beslediği malikiyet istidadıyla geçme cehti… İnsanın, fâni ömrüyle ebediyete; müşahhas mevcudiyeti, yani bedeniyle, mücerret hakikatine, yani ruha; hudutlu ve kısıtlı idrak melekesi, yani aklıyla, bilinmeze, nâmütenahiye, mâverâya yol veren geçit… Mutlak (var) olan Allah’ın, varlık esrarı ummanından bir damlacığını taşıyan insanın, o damlacığın bereket ve kudretiyle, mutlak (var)a yol alma istidadı…Bence sanat budur ve varoluş hakikatine bedahetle sarılı her mümin bir sanatkardır.

Sanatın belli başlı çizgilerini gösterdikten sonra, tiyatronun ehemmiyetinin ve gücünün rengini tam kıvamıyla verebilmesi için, tiyatro sanatını ele alalım.

Sanat için (yok)tan (var)a, yani maddeden ruha bir açılım, bir geçit, bir köprü demiştik. (yok)ta (var)ı temsil yoluyla sezdirmek, ya mücerredin müşahhaslaşması veyahut da müşahhasın mücerretleşmesi metotlarıyla mümkün olabilir. Müşahhas ve mücerret arasındaki bu bağın en mahrem ve en tesirli şekli, sanat dalları içinde en canlı olarak tiyatroda tebellür edebilir. Şiir, hisleştirdiği fikir, fikirleştirdiği his mefhumları ile, hakikatin mahrem, gizli, efsunlu bir takipçisi; onu gölgesinden daha yakın bir şekilde takip eden kemiksiz ve etsiz dedektif… Roman, onu her zaviyesiyle, her uzvuyla tetkik etme işi; yani dedektifin sezdirdiğini enseleme, sorgulama, teferruat ve nüans dehlizleri içinde teşhir etme memuru… Tiyatro ise, hadise ve meselelerin en belli başlı yönlerinin açığa çıktığı, hesabın ve hükmün en kati şekliyle billurlaştığı yer…Hafiye olan şair, sorgucu olan romancıdan sonra, hakim olan tiyatro muharriridir. O zaman, şu hükme varmamız için hiç bir engel kalmaz: kısıtlı ve hudutlu imkanlarıyla insanın, sonsuz ve hudutsuz olanı fikretme, tasavvur etme ve nâmütehaniye erişme cehdlerini mümkün kılacak tek vasıta sanat; sanat içinde bu çerçeveye en yakın dal, yani mücerredin müşahhaslaşma, fikrin aksiyonlaşma kuvvetlerinin en tesirli, en büyük cephesi tiyatrodur. İnsan fıtratının mümkünat dairesi ve istidad cephelerinden sanatın gayesine; sanatın gayesinden de tiyatronun ehemmiyetine dikkat çektik. Bütün bunlar, düşündükçe derinleşecek, genişleyecek, tetkik ettikçe cevherlerini cömertçe sunacak mefhumlardır.

İşte, tiyatro bu kadar ehemmiyetli bir sanat dalı olunca, gayesi bir cemiyetin fikir, ruh ve aksiyon mayalarını hakikat ölçüleriyle yoğurmak olan fikir adamı için, fikrini ifadede en dokunaklı saha, tiyatro olur. O, bütün insanlığı kuşatan fikir örgüsünü, sanat dalları içinde en eksiksiz olarak tiyatroda billurlaştırabilir. Allah’ın, başsız ve sonsuz zaman akışı içinde, insanları, adına ömür dediğimiz bir zaman diliminde (var) edip, adına dünya dediğimiz bir mekanda, bir hudut içinde yaşatmasındaki esrar kasırgasından bir meltemcik şeklinde, tiyatrocu da adına (perde) dediğimiz bir zaman ve adına (sahne) dediğimiz birer mekan ölçüleri dairesinde, hadise ve meseleleri üzerinde kendi kıymet ve hakikat ölçüleriyle bir alem oluşturup kendi kıymet hükümlerini teşhir edebilir…

III – Piyes Etrafında

Bir ruhun muvazene sarsıntısı, aklın kifayetsizliği, şeytanın oyunları ile birlikte alevlenen ve her daim insanı saptırma gayretindeki nefsin hamleleri ve imanın kudreti… Bu piyes için net olarak; nefs ve iman arasında gidip gelen, nefs eliyle baltalanan ve iman gücüyle doğrulan bir insanın şahsında bütün beşeriyeti ihata eden bir “cihatlar manzumesi” diyebiliriz. İnsan ki, en büyük savaşı nefsine ve nefsini her an eline alıp kendi peşinden sürüklemek isteyen şeytana karşıdır. Ve bu savaş zihinde, fikirde, ruhta başlayan ve kuvvetini imandan alan bir direniş ile zafere ulaşabilecektir…
Kahraman, Şair’dir… Üstad, gayesine sadakati icabı, nefsin bütün cihetlerini göstermek istediği için, Şair tipinde, nefsin bütün taarruz cephelerini, sanatkârane bir şekilde tanzim etmiştir. Nefsin amansızlığı ve olanca saldırıları karşısında Şair, nefs muhasebesinden yoksun olan ve nefsin dürtüşleri ile birlikte kendini nefs eline bırakan bir insanın tam zıt zipi olarak, nefsin baskıları karşısında üstün idrakini harekete geçiren (şiir üstün idrak ise, şair de o üstün idrake sahip olan kişidir, ki bu yüzden piyeste herhangi bir insan değil, kendini ve kainatı didikleyen bir şair tipi karşımıza çıkar. Üstadın karakter seçimine dair yapılacak tahliller, bu noktada büyük önem taşımaktadır) bir insan prototipidir. İnsana, nefsinden gelebilecek her hamleye karşı tavizkardır. Şair, nefsine karşı evvela (akıl) ile karşı koymaya gayret eder. Onun her hamlesini, boynuna doğru gelen bir kılıç darbesini kalkanıyla karşılamayıp düşmanını püskürtmeye gayret eden bir savaşçı gibi, şeytanın akli metotlar, söz ve mantık oyunlarıyla karşı koymaya çabalar. Ama sadece kalkanla, yani kılıçsız kazanmak muhal olduğuna göre, (iman)dan yoksun bir akli sistemin de nefs karşısında muvaffakiyete ermesi, nefsin bozduğu ruh muvazenesini tekrar oluşturmaya çalışması, insan fıtratının nefse mütemayil olduğu hakikatiyle, nafile üstü nafiledir.
Derinliği ve mâna buudu nâmütenahiye uzanan mücerredin, zaman mekan buutları da aynı şekilde nâmütenahi bir alana yayılır. Tiyatro muharriri ise, sanatkarlığını konuşturarak bu zaman sonsuzluğunu bir kaç perde sayısına, mekan çeşitliliğini ise (sahne) ve (dekor) denilen tiyatronun temaşa cephelerine indirgeyerek, zaman, mekan, hadise ve kahramanların en belirgin, en çarpıcı ve konunun fikir örgüsüne etkide en tesirli yönleri ve cepheleriyle işler. Üstadın bu piyesinde, insanın nefs mücadelesini, şeytanın ruh mimarisini temelinden sarsarak imanını yıkmaya çalıştığı insana karşı kullandığı metot ve silahların terkibine, işlenişine bir göz atmalıyız. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, tiyatro eserinin, hele hele belli başlı bir fikri idrak ettirme gayesindeki bir tiyatro eserinin, mücerredi müşahhaslaştırma cephesi çok güçlü, eksiksiz ve yetkin olmalıdır. İşte, tiyatronun bu niteliğine istinaden, Üstadın şeytan-ruh-iman üçgeninde seyir eden bu piyesinde, nefsin imana kast eden bütün taarruz güçleri, usta ve kat’i bir müşahhaslaştırma ve aksiyonlaştırma metoduyla işlemiştir. Dava, imana kast eden şeytanın gücünü ve oyunlarını en net ve en çarpıcı şekliyle ortaya çıkarıp, nefs muhasebesinin çetinliğini; ruh muvazenesinin hassaslığını ve gerçek kurtuluş için imana sarılışın zaruret ve ehemmiyetini ayan-beyan ortaya çıkarmak olduğu için, şeytanın bütün oyunlarını, insan fıtratının tavizkarlık ve acizliğini, bir ressamın tablo önündeki hassasiyetine denk bir şekilde işlenmesi zarureti doğar. İşte, tiyatroda fikri telkin etmedeki bu zaruretleri noktalardan sonra, Üstadın başta kadın olmak üzere, diğer mefhumları işleyişindeki mahrem ve açık noktaları gösterme amacı kendiliğinden ortaya çıkar.

Taşıdığı hususiyetler, hassasiyetler, tavizler, temayüller, eksiklikler, zenginlikler, istidadlar ve gafletlerle tam bir insan prototipi olan Şair, aynı şekilde şeytanın bütün cephelerini kendinde toplayan Siyah Pelerinli Adam’ın bütün oyunlarına muhattap olur, amansız bir nefs mücadelesinin içine girer. Nefs, bütün şubeleriyle üzerine hücum etmeye başladığında, evvela (akıl) ile kendini müdafaa eder, bu gayret nafile olur, imandan mahrum aklın kifayetsizliği kendini ifşa eder. Ardından, sallantılar ve çalkantılar içinde gidip gelen ruh muvazenesinin, ancak bedahet hissiyle temin edilebilecek bir imanla refaha erebileceğini idrak ederek, nefsini bu şekilde bertaraf etmeye gayret eder.

IV – Kahramanlar Etrafında

Siyah Pelerinli Adam:
Nefs, bir ordu ise, onun komutanı Siyah Pelerinli Adam’dır. En belirgin vasfı, nefsi, bir bütün halinde, bütün şubeleriyle kendinde toplayışı, onun ruh ve fikir planlarındaki sözcülüğünü yapışı ve nefsin yekûnunu kendinde heykelleştiriyor oluşu…

Gayesi, Şair’in maddi plandaki mahrumiyetini ortaya çıkarmak, malikiyet ihtirasını ateşlemek, biraz sonra gireceği kılıklar karşısında Şair’in müdafaa cephelerini kısırlaştırmak, maddi planda benliğinde açtığı mahrumiyet oyuğuna enaniyet ve hodbinlik mihraklarıyla, hakimiyet ihtirası ve haz şehvetiyle doldurmaktır. Gayesini, bir başka şekilde, şu şekilde hülasalandırmak da mümkündür: Şair’in benliğindeki o insiyaki mahrumiyet ve muhtaçlık fidelerini ihtiras çeşmesinden sulamak, bu mahrumiyet ve muhtaçlık ihtiyaçlarını temin etmede nefse uymanın zaruret ve kaçınılmazlığını ispat etmek…

Kadın:
Şeytanın, ruh muvazensini bozmaya çalıştığı erkek karşısında, konuşlandığı en tesirli silahlardan biri… Çünkü nefs, selim aklın kaybolduğu bir sahaya yayılabilir ancak; dolayısıyla iffet, iman, ar ve sır örtülerinden yoksun, cinsiyetinin fıtri ve insiyaki çıplaklığıyla güdümlü bir kadın, erkeğin önce hadise ve meseleler karşısındaki ihtiyat, karar ve seçim pazısını eritir, vakıalar ve meseleler üzerinde (doğru)ya bedahet hissiyle bağlı imanı sinsice kemirir; kanına bir zehir gibi yayıldığı erkeği iptidai bir haz uçurumuna sürükler.
Piyeste, şairin fakir pansiyon odasındaki dağınık yatağında birdenbire beliren (kadın) tipi, işte tastamam bu vasıflardadır.
Tiyatro sanaatının işleyişi üzerine yapmış olduğumuz değerlendirmelerde de üzerinde durduğumuz gibi, hem tiyatrodaki mücerredin çarpıcı ve net şekliyle müşahhaslaşma zorunluluğuna, hem de (kadın) mefhumunun nefs planındaki tesirini çarpıcı bir şekilde ifşa etmek nâmına, Üstad, (kadın) tipini mahremiyet perdesini aralayarak, (mahremiyet perdesini aralayıcı) bir şekilde işlemiştir.

Şair, kanına bir zehir gibi yayılıp, şuurunu darmadağın eden bu ihtiras kumkuması karşısında biçare düşer. Burada şeytan, hazzı Şair’in genzine değdirip çekerek ondaki ihtiras açlığını beslerken, asıl gayesini (Kadın) kılığında şu sözlerle ifade eder: “Benden başka her şey vehim… Bunu söyle bana!” “Söyle, aptal, benim hakikatim mi, onun vehmi mi?” “Bütün kainat, bütün malikiyetler bir tarafa, ben bir tarafa… Böyle mi, değil mi?”

Kanbur:
Ruh muvazenesi dediğimiz iman temeline ilk darbeyi indiren (kadın)dan sonra, ikinci, belki de birinciden daha güçlü bir silahla çıkar ortaya şeytan… Para ile… Fakir ve maddi planda mahrumiyet dolu bir hayat sürmekte olan Şair, bir anda, suda köpük gibi kaybolan (kadın)dan sonra onu karşısında bulur. Vadettiği şey: para… Ona mukabil istediği ise, iman… Kanbur, evvela maddi âlem (dünya)nın malikiyet ve hakimiyet esaslarını kendine dayandırır. Bir yandan her şeyin mihrağına (madde)yi yerleştirerek, paranın azametini ve gücünü ispat etmeye gayret ederken, diğer yandan maddi planda şairin mahrumiyetini ortaya çıkarmaya çalışarak onu kendi av yatağına oturtmak amacı güder. Şairin, maddi planda derinleşen mahrumiyet çukuruna, kendi yalan malikiyet suyunu doldurmak ister… Para ve maddi güç ile… Şair, git gide derinleşen mahrumiyeti, harareti ortaya çıkan muhtaçlığı ve muvazene ısdırapları içinde çırpınırken, bu zorlu hal içinde, asıl hakikati, yani mahrumiyetini malikiyete dönüştürecek o ilahi tılsımı sezer… Tıpkı ölüm döşeğinde, ızdırap halindeki bir ihtiyarın, etrafında miras telaşından buruşan yüzleriyle kendini izleyen insanların önünde, öbür dünyadaki rahatlık ve asıl zenginliği sezmesi gibi… Şair’in şu sözleri bu vaziyeti çerçeveliyor: “Şeytan, uzaklaş benden! Zaafımı mıncıkladığın her noktamda bir hisar yükseltiyorsun!” Bu, ortasında hakikatin ışıldadığı ölçüden sonra, Kanbur eriyip gider, yerini vehime, yani iskelete bırakır.

İskelet:
Şeytan bu kez İskelet kılığında, Şair’in en derin, günübirlik hadiselerin üzerini ancak jelatin gibi bir kabukla örtebildiği asıl yarasına dokunup, onu tekrar kanatıp, üzerine vesvese tuzunu basıp acısını arttırarak son hamlesini yapar. Şeytan, (kadın) ile uyuşturamadığı, (para) ile alamadığı ruhunu, şimdi en hassas noktasından, topyekun yerle bir etmek, iman mesnedinin bedahet inancını kırmak için vehimlerle saldırır. Şairin karşısında, İskelet vardır…
İskelet’in vehim yayı ile gerip attığı ilk ok, lisan, yani kelime, yani mâverâyı arayan, meçhulü kurcalayan (insan)ın, bu mücerret duraklara yol alma vasıtaları… İskelet, bunların kifayetsizliklerini, zayıflıklarını Şair’in yüzüne şu sözlerle çarpar: “Bir yazında, ahmakça çözmeğe çalıştığın bu sır, en korkunç bir deli saçmasından, en girift bir ilim nazariyesine kadar, bütün kelime terkiplerinin, evvelden malum, önceden mevcut, hudutlu, dışına çıkılması imkansız şeyler olduğunu belli etmedi mi sana?”
İskelet, mevcut, maddi vasıtlarla, mücerret hakikate ulaşmanın muhal olduğunu ispat etmeye gayret ediyor.

İkinci ok, mekandır. Mekandan kasıt, maddi alem ve eşyadır. İskelet, akli bir metotla, eşyanın iç yüzünün görülemeyeceğini, maddi delillerle göstermeye çalışır. İnsandaki fikir burgularının en korkuncu olan eşya muammasını eşeler… Şairden, meçhulle alakasını kesmesini, maveraya koşan ayaklarını durdurmasını, gaibi didikleyen istidadını köreltesini telkin eder.

Üçüncü ok, (zaman)dır. İskelet, (zaman) bilmecesini bir cinnet bestesi, deli bağırışı, cani haykırışı, canavar çığlığı şeklinde, muhaller kumkuması şeklinde Şair’in yüzüne çarpar. Akıp giden, her şeyi yutan, takip edilemeyen, durdurulup müşahede edilemeyen korkunç zaman helezonlarını, birer ateş çemberi gibi apaçık şekilde ortaya çıkarır.

Şeytan, vehmi simgeleyen iskelet kılığında, vehim ve sabit fikirlerle Şair’in iman direğine en keskin baltalarını indiriyorken, şair, ısdırap ve cinnet halinde, içine düştüğü muhaller heyulasında çırpınırken, ruhunda derinleşen mahrumiyet sayesinde asıl malikiyete, yani Allah’a sarılır. İskelet ile Şair arasındaki şu diyalog, her şeyi ne güzel çerçeveliyor:

İskelet – Ve gözlerin patladı, gözbebeklerinden birkaç tanbesi, kurutma kağıdının üstüne düşmüş bir damla mürekkep gibi yayıldı, kendini boşluğa fırlatmak, tepesi aşağı ışık süratiyle düşmek için, dünyanın balkona benzer bir yerini aradın, durdun. Peki, peki, ya bu yokluktan, kayıclıktan, dağılıştan seni tam varlığa, sabitliğe, yekpareliğe kim ve ne; nasıl çıkardı?

Şair – Allah!!! Her şey o tarzda yok oldu ki, yalnız o kaldı!…

Bu, hararetinden her noktayı kavuracak ölçüyü duyan İskelet, hemen taarruz rotasını enaniyet ve hodbinliğe çevirir, ruhunun temel direğini deviremediği Şair’in burnuna, hakimiyet, ün ve (hiç)lik tütsülerini koklatmaya çalışır. Bütün girift bilmeceler, esrarlı meçhullüklerin çetinliği ve ısdırabına karşı, Şair’i (hiç)liğin rehavetine davet eder. Yani, Şairin, kaza kaza dipsizleştirdiği mahrumiyetini (madde) ile dolduramayacağını anlayınca, bu sefer üzerini, ağaç dallarıyla örter gibi, (hiç)likle kapamaya çalışır: “Kendini, hiç ölmeyecekmiş gibi bir teselliye kavuşturmayı… Ölünce de içinde yokluğun bile bahsi geçmeyen bir yokluğa, o büyük rahata kavuşmayı, hiç ölüm korkusu çekmemeği; yani hiç ölmemeği…”

Şair, bunu da reddeder. Bunun üzerine İskelet, saldırı rotasını ve vaat heybesini gene değiştirir: “İstemiyor musun?… Sokakta, en önde borazancıları ve trampetçileri, zamanı şimşekten ses murabbaları içinde çerçeveleye çerçeveleye, rap, rap, rap, askeri kıtalar geçerken, sümüklü mahalle çocuklarının bile duyduğu nizam heyecanına yabancı mısın? Bu nizam, bütün bir vatan boyunca ipek bir halı gibi, şahane benliğinin ayakları altına sermeği istemiyor musun?

Şair, kuvvetini aldığı ve sıkı sıkıya sarıldığı imanı ile, şöyle cevap verir; “Hokkabaz; fanilik oyununun taklacısı, hiçliğin cambazı!… İstemiyorum, istemiyorum! Allah’a sığındım senden…

V – Netice

Piyesin vardığı bu noktada, nefs, ruh ve iman üçgeninde hayati derecede önemli bir sırrı billurlaştırıp idrak etme saadetine eriyoruz. Şeytan, şairin benliği üzerinde bütün bir tahakküm kurmak için, nefs ile benliğin mahrumiyet ve açlığını, kendi zaruret ve cazibesini arttırmak için, sürekli olarak derinleştiriyor, arttırıyor… Şair, mahrumiyet ve açlığı arttıkça, o mahrumiyet ve açlığı malikiyet ve sahici tokluğa eriştirecek hakiki kudrete, hakiki güce git gide daha fazla susuyor, onu daha büyük bir vecdle arıyor… Burada, nefsten imana uzanan o esrarlı bağı heceleyebilme fırsatını buluyoruz.

“Sen bana hiçbir şey veremezsin!… Ben Allah’ı, tokluğumun değil, açlığımın şiddetinden buldum! Senin kalayladığın her kabın altında hiçlik var; hiçlik… Kemiyet, köpük, cila, hudut… Ben sonsuzu istiyorum!… Ben doymuyorum!… Açım!… Onun için mahrumum… Mahrum olduğum için malikim… Ben ölmemek istiyorum!… Devletim, tek şarkının, ahengin, mısranın içinde… Sen bana istediğimi veremezsin!… Sen kuvvetin değil, acizin sultanısın… Sen Allah’ın oyuncağısın… Bana, zamanın şeridini kusan motor lazım, oyuncak değil…”

Şairin, vehim ve sabit fikir elçisi İskelet’e son darbeyi indirip, darbeleriyle düştüğü yerden bir hışımda kalkarak, eline aldığı Kuran’ı Kerim’den aldığı güç ile, şahadet parmağını göğe cihangirvari bir edayla uzatıp, karşısında diz üstü çökmüş küfrün titrek boynuna hakikatin son kılıç darbesini indirmesi gibi, son sözleri şöyledir; “Ölen ninemin yastığı altında bulduğum miras!!! Tükenmeyeceksin!!!

Piyesin vardığı bu noktanın, arkasından gelecek çok büyük bir eserin ön ayağını oluşturacak mahiyette olduğu muhakkak… Ruh-iman-nefs üçgeninde, benliğin, nefsi eğerek ruhî muvazenesini temin ettiği bu noktadan sonra, iman hisarı yükseltilebilir… Bizim incelememiz ise, Üstadın piyesiyle birlikte, burada sona eriyor…

Üstad Sınıfı / Cihat

Share

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.