Yalçın Toker

YALÇIN TOKER

Yalçın Toker, bir zamanlar Üstadın da eserlerini basmış olan Toker Yayınlarının kurucusu ve sahibi. Yalçın Toker’in kaleme aldığı aşağıdaki yazısında yayınevinin kuruluş ve ilerleyiş safhalarını, Üstadın eserlerinin Toker yayınlarındaki basılış macerasını ve Üstadla ilgili bazı hatıralarını, Üstadın Toker Yayınları hakkında yazdığı bir makalesini okumak mümkün:

Ben Yalçın Toker’im.. Toker Yayınları’nın kurucusu ve sahibi..

Babıali mürekkebini ilk olarak 1954’te spor muhabiri olarak çalışmaya başladığım Yeni Sabah gazetesinde yalamıştım. Spor gazeteciliğim Yeni Sabah, Tercüman, Son Havadis gibi gazetelerde, muhabirlik, yazarlık, servis müdürlüğü düzeylerinde devam etti. Gazeteciliğe devam ettiğim sırada 1963’te Toker Matbaasını kurdum. Matbaamda günlük Türkiye Ticaret Postası gazetesini çıkardım. Sonra kitap da yayınlamağa başladım. Böylece Toker Yayınları ortaya çıktı.. Yayınevinin kuruluş tarihi 1966’dır. Yani Toker Matbaası şu anda 45, Yayınevi ise 42 yıllık bir maziye sahip bulunmaktadır. Burada Yayınevini kurduğum günlerin anılarından hatırımda kalanları, çala kalem yazacağım. Dilerim o günlere ait anlatacaklarımın arasından, basın tarihimizle ilgili çalışma yapanlar da kendileri için yararlı olacak malzeme bulabilirler.

İlk bastığımız kitap, 3 ciltlik Ehli Kıble Savaşları isimli eserdi.. Kitabı basmamın hikayesini anlatayım.. Türkiye Ticaret Postası isimli gazetemde çalışanlardan biri de rahmetli Yakup Özdemir’di. Kendisini bana o zamanki Tercüman Gazetesinin sahibi Kemal Ilıcak tavsiye etmiş ve göndermişti. Gazetede Yakup Bey’in, Ehli Kıble Savaşları isimli bir tefrikasını yayınlıyorduk. Bunu kitap halinde basmamı istedi. Ben de onun hatırını kıramadım, eserini üç cilt halinde bastım. Böylelikle gazetecilik ve matbaacılıktan sonra kitapçılık piyasasına da adım atmış oluyordum. Sonra bu üç kitabın ardından aynı yazarın daha önce Tercüman’da tefrika edilen Kazıklı Voyvoda isimli tarihi romanını yayınladım.

Hem gazeteciğe devam ediyor, hem de kitap da yayınlıyordum. Bu yüzden Babıalideki gazeteci arkadaşlarımdan bir çoğu, yazdıkları kitapları yayınlamam için bana baş vurmaya başladılar. Huyumdur.. Kolay kolay hiç kimseye “hayır” diyemem. Ehli Kıble Savaşları, Kazıklı Voyvoda kitapları iyi satılmamış, ziyan etmiştim. Buna rağmen o tarihte Hürriyet’te çalışan Necmi Onur isimli arkadaşımız Hac röportajlarından hazırladığı Hac Rehberi isimli kitabını getirdi. Birinci hamur kağıda, büyük boy, renkli tabloları ile bu kitabı da bastım. O kitap da pek satılmadı. Zaten Türkiye Ticaret Postası isimli gazetemde, o tarihte Babıali’de hangi arkadaşımız işsiz kalmışsa, sigortası, basın kartı devam etsin diye bana geliyor, kadroya alıyordum. Onun içindir ki gazetecilikten de para kazanamıyordum. O tarihte bizden başka üç ticaret gazetesi daha vardı ve hepsi de resmi ilandan güzel para kazanıyorlardı. Çünkü Basın İlan Kurumu çalışan fikir ve beden işçilerinin maaş tutarları kadar ilan veriyordu. Onlar bordrolarında çalışıyor gösterdikleri kişiler adına ilan parası alıyorlar, bense aldığım ilan paralarının hepsini kadromdaki arkadaşım olan gazetecilere dağıtıyordum. Bastığım kitaplardan da yüzüm gülmediği için, matbaacılık faaliyetlerimden kazandığımı gazete ve kitap basma işlerinde harcıyordum. Beni sevenler, bu arada ağabeylerim falan “senin nene gerek gazete çıkarmak, kitap yayınlamak, ya spor yazarlığına devam et paşa paşa al maaşını mesleğinde ilerle, ya da hepsini bırak avukatlığını yap!” diye akıl veriyorlardı. Ama Babıali mürekkebini yaladıktan sonra ondan kurtulmak mümkün değildi ki..

Neyse ben, beni sevenlerin akıl vermelerinin devam ettiği kararsızlık günlerimde, sırtımdaki kitapçılık ve gazetecilik yüklerinin ağır mali sorumluluğunu taşıya taşıya tam 5 yılı geride bırakmayı başardım. Yıl 1968 oldu.. O tarihte matbaam, gazete ve yayınevim Nuruosmaniye Caddesindeki Hasırcıoğlu Hanının üç katında idi. Caddenin karşısında da Topbaşların çıkardıkları Sabah Gazetesi vardı. Üstad Necip Fazıl Kısakürek de o sıra Sabah’ta yazıyordu. 1968 yılının Şubat ayında bir gün Necip Fazıl üstad gazeteye giderken bizim matbaaya uğramış. Kitapçılığa başladığım için beni tebrik etmek istiyormuş. Hemen aşağı indim kendisini merdivenlerde karşıladım. Bir sade kahve istedi, birkaç yudum alıp bıraktı. Fincanı tamamlamak adeti değilmiş. Konuya direk girdi. İstersem kendi kitaplarını basabileceğim teklifinde bulundu. Üstad’a bu teklifi bir gün düşüneceğimi söyledim ve “yarın cevap vereceğim” dedim. Babıalinin eskilerinden danıştığım bazı kitapçı ve gazeteciler “devlet kuşu kondu başına, kitapçılığa devam etmek istiyorsan bu fırsatı kaçırma!” derlerken, bazılar ise “Aman ha! O işe sakın girme!” öğüdünde bulunuyorlardı.

Ertesi sabah Üstad Necip Fazıl bizim matbaaya yine geldi. Ben henüz kesin kararımı vermiş değildim ama, üstadın sıcak tavrı ve bana bakışları karşısında sanki büyülenmiş gibiydim. Hemen, “Tamam üstadım” cevabını verdim. Dedim ya kolay kolay kimseye hayır diyemem.. Üstad, hiç vakit kaybetmeden, üzerinde “Büyük Doğu-Siyasi ve Edebi Dergi” yazılı bir antetli kağıt çıkardı çantasından ve kendi el yazısı ile şu satırları yazdı:

“Temlik Senedi… Yeni İstanbul Gazetesinde tefrika edilen Peygamber Halkası isimli eserimi (tahminen 13 forma) 5000 baskı adedi üzerinden birinci baskı neşir hakkı olarak Toker Yayınevi sahibi Yalçın Toker’e sattım ve bedelini nakten ve tamamen alıp işbu temlik senedini imzaladım. Satış bedeli üç bin liradır. 20.3.1968. Necip Fazıl Kısakürek. İmza”

Yani ne parayı, ne basılacak adedi, en önemlisi de hangi kitabı basacağımızı konuşmuş değildik. Hepsine üstad kendisi karar vermiş, kararını bu temlik senedine dökmüş ve imzalayıp bana paran var mı yok mu diye bile sormadan “Hadi bakalım Toker öde üç bini.. Üçünün de mor binlik olmasını tercih ederim..” demişti.

Ben de gelişi sırasındaki aynı büyülenmiş halimle gidip muhasebeye imzaladığı kağıdı bırakıp, veznedarın hemen bitişikteki Türk Ticaret Bankasına gitmesini ve üç adet mor binlik alıp getirmesini söyledim. O sıralar bin liralık banknot kolay kolay bulunamazdı. Getirilen 3 adet mor bin liralığı ve üstada teslim ettim.

Peygamber Halkasını bastık.. İlk defa dört renkli ofset kapak içinde, Amerikan tutkal plastik ciltli bir Necip Fazıl kitabı çıktı piyasaya.. O zamana kadar Necip Fazıl’ın Halkadan Pırıltıları, O ki O Yüzden Varız’ı falan vardı piyasada.. Hepsi de renksiz karton kapaklar içinde, formaları ağız ve üstten traş bile edilmemiş halde kitaplardı onlar. Biz dört renkli, modern resimli bir kapakla kitabı hazırlamaya başlayınca, bazı arkadaşlar endişelerini ifade etmişlerdi. “Necip Fazıl’ın muhafazakar okuyucu nasıl karşılar, onlar böyle cicili bicili kapağı yadırgamaz mı?” falan diyorlardı. Ama biz bastık, 7,5 lira da fiat koyduk.. Kitap su gibi de sattı.. Yüzüm gerçekten gülmüştü. İlk defa bir kitabımız ilgi görüyordu.

Peygamber Halkasını, 21. 5. 1968’de Vahdettin, 18.6. 1968’de Türkiye’nin Manzarası, 3.7.1968’de Çöle İnen Nur , 14. 8. 1968’de Binbir Çerçeve(4 cilt), 3.10.1968’de Son Devrin Din Mazlumları, 5.11.1968’de Tanrı Kulundan Dinlediklerim (2 cilt) kitapları için imzaladığımız sözleşmeler ve ödemeler izledi. Yani üstad sözleşmeleri hazırlıyor, bana sadece imzalamak kalıyordu. Yedi ay gibi kısa bir zaman içinde yedi kitap için ödeme yapmış, bunları yayınlama yükünün altına girmiştim. Yüzlerce formalık kitabın dizilmesi tashihlerinin yapılması, kağıdı, basımı, cildi kolay iş değildi elbette.. Tashihleri Üstadın talebelerinden Hüseyin Arı ve bizim Yayınevinin müdürü Kemalettin Keçeci büyük titizlik içinde yapıyorlardı. Bu arada üstadı çok seven, ona çok bağlı Üniversite talebeleri de matbaaya geliyor, Hüseyin Arı’ya kitapların tahsislerinde yardımcı oluyorlardı. Şu anda belki yanlış hatırlamış olabilirim ama, bu talebelerden biri de şimdiki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’dü.. Elbette “Siz miydiniz?” diye sorma kabalığında bulunacak değilim. Ama Hüseyin Arı’ya rastlarsam durumu ondan sorup öğrenmek isterim.

Neyse devam edeyim.. O tarihte bizim matbaa, gazete ve yayınevinin bulunduğu Hasırcıoğlu hanı satılığa çıkarılmıştı. Hanın sahibi Rıdvan Hasırcıoğlu beni çağırttı. Hanı satacağını alabilirsem bana çok ucuza vereceğini söyledi. Biraz param vardı, gerisini borçlanarak, banka kredisiyle falan tamamlayabilirdim. Birkaç deneyimli arkadaşa danışayım dedim.. Danışmaz olaydım.. Çoğu bana, “Parayı hana mı gömeceksin.. O parayla bir iki makine daha al, bir mücellithane kur.. O tesis sana bir değil birkaç han aldırır ilerde..” diyerek aklımı çeldiler. Ben o makinaları yıllar sonra işçilerin tazminatlarına karşılık bedava dağıttım. Hasırcıoğlu Hanı ise şimdi trilyonlar ediyor..

Bunları da geçeyim.. Boş yere hayıflanacak değilim. Parada gözüm yok ki.. Buna benzer daha ne enayiliklerim oldu anlatamam.

Türkiye’nin Manzarası’nın fiatını 5 lira koymuştum. Ebadı da o güne kadar alışılmışın dışında idi. Baskısı, ofseti gibi yeniliklerinin yanı sıra bir de boyutu inkılap yapmıştı. Kitap peynir ekmek gibi satıyordu. Hiç unutmam Beyazıttaki Beyaz Sarayda dükkanı olan bir kitapçı arkadaş her gün gelir, iple baş etek bağlanmış 50 adetlik bir paket Türkiye’nin Manzarası alır götürür satar, ertesi günü bir paket daha almaya gelirdi.

Böylece Necip Fazıl’ın kitapları birer birer piyasaya çıkarıyor, kitap piyasasında biz de büyük sükse yapıyorduk. Gidişattan biz de memnunduk, üstad da.. Bu arada Necip Fazıl çeşitli Anadolu şehirlerine Konferanslara gidiyor, beni de mutlaka yanında götürüyordu. Konferasnslara ait üstadla ilgili pek çok anım var.. Belki ileride onları da anlatırım.

******

1968 yılında hepsi de Necip Fazıl rabıtalı bu başarılı faaliyetlerimizden söz ettim ama, 1967’deki gelişmeleri atlamış olduğumu hatırladım. Onun için şimdi önce biraz da onlara temas edeyim. Hilmi Kitabevi Türk kitapçılık tarihinin en önemli yapı taşlarından biriydi. 1967 de kapanmak üzereydi, ya da kapanmıştı.

Kurucusu ve sahibi Hilmi Bey öldükten sonra varisleri Kitabevini ve eserlerini toptan satmak istemişler. Hilmi’nin en son çalışan elemanı olan Abdullah Tanrınınkulu bana bu durumu haber verdi. Karaköy’deki bir hanın üst katlarında mirasçıları temsil eden bir beye gidip görüştük. Kitabevinin ismini, sahip olduğu telif haklarını ve mevcut kitap depolarını bir sözleşme yaparak satın aldım ve parasını ödedim. Büyük çoğunluğu eski harflerle olmak üzere, 7 kamyon dolusu kitap ve kilişeleri Nuruosmaniye’deki bizim Matbaaya taşıdık. Eski harflerle basılmış olan eserler arasında Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanları, Ahmet Refik’in Tarihi Umumileri ve öteki pek çok değerli kitaplar vardı. Yeni harflerle basılmış olanların bazılarına yeni kapaklar basıp taktırarak satışa sunduk. O tarihlerde Milliyet Gazetesi’nde kelimesi 200 kuruşa Yayın İlanları köşesi vardı. Size bu satırları yazarken, unuttuklarımı hatırlamak için o ilanlardan birini dosyamda buldum.

O ilanda şu ibare ve kitaplar var: TOKER YAYINLARI (Hilmi Kitabevi Külliyatının Sahibi): Hüseyin Rahmi Gürpınar serisi: Kadınlar Vaizi 250 kuruş, İki Hödüğün Seyahatı 250 kuruş, Mürebbiye 500 kuruş.. Ve yazarın öteki bütün kitapları.. Halit Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu’su, Saray ve Ötesi eserleri ve diğerleri.. Abdülhak Şinasi’nin Boğaziçi Mehtapları ve diğer eserleri.. Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca Lügatı.. A. Cevat Emre’nin İki Neslin Tarihi..Ve daha pek çok Türk yazarı ve eserleri.. Batıdan Seçmeler bölümünde Emil Zola’nın Nana’sı, Tolstoy’un Katya’sı, Puşkin’in Kar Fırtınası, Shakespeare’in, Voltaire’in, Tagore’un Bülent Ecevit tarafından Türkçeye çevrilmiş kitapları.. Biliyor musunuz ki, çoğunun yayın hakkı bana ait olan bu kitaplar, günümüzde üzerinde ufak bazı değişiklikler yapılarak sağda solda aynen basılmaktadır.

O eserlerin kıymetini ben o zaman bilememiştim. Bu sebeple yedi kamyon dolusu eski harflerle basılmış antika kitabı sahaflarda bir şahsa devrettim, kemdim Hilmi Kitabevi ismiyle yetindim. Sahaflardaki arkadaş yarım kamyon kadar eski harfli kitabı birkaç günde sattı ve tamamı için bana ödeyeceği parayı çıkardı. Geriye kalan 6 kamyon kitap da kendisine kar kaldı.. Gözüm yok, helal olsun diyorum.. İş bilenin kılıç kullananın.. Ne ise Hilmi Kitabevi konusunu burada noktalayayım da Toker Yayınevi konusunu anlatmaya devam edeyim.

O dönemin en çok satan gazetelerinden biri de mukaddesatçı çevrelere hitap eden Şevket Eygi’nin çıkardığı “Bugün” gazetesi idi. Bugün’de Necip Fazıl Kısakürek’in yanı sıra başka yazarlar da vardı. Tabii en çok ilgiyi de Şevket Eygi’nin yazıları çekiyordu. Bu arada ben de Necip Fazıl’ın tavsiyesi ve aracılığı ile Topbaşlar’la Sabah gazetesini satın almak üzere mutabık kalmıştı. Fakat son dakikada bir gevezeliğim yüzünden gazeteyi Şevket Bey aldı. O olay tabii Toker Yayınları’nın tarihçesinin konusu değil. Onun için buraya almayacağım.. Hazırlamaya başladığım“Gazetecilik ve Kitapçılık Anılarım” isimli kitabımda anlatmayı düşünüyorum.

Toker Yayınları’nın tarihçesine ışık tutacak yazılardan birini Necip Fazıl Kısakürek Bugün’de yazmıştı. Üstad, yazısının en başına Toker’i aldığı makalesinde dönemin yayınevlerini şöyle anlatmıştı:

“YAYINEVLERİMİZ..

Hemen her sohbet ve konferansımda başlıca tavsiyem; mutlaka basınımızı, yayınevlerimizi kurmamız ve güzel sanatlar arsasını manevi süngü hücumlarıyla zaptetmemiz lazım! Kurtuluş aksiyonumuzun en tesirli şubelerinden biri budur!

Artık saadetle görüyoruz ki, ortada Bugün gibi, satışı yüzbine yaklaşan, nar-ı Beyza(beyaz ateş) şiddetinde bir gazetemiz bulunduktan başka, sesi kısık ve dili kekeme olsa da onun ardından gelen bir gazete daha, ayrıca hamleli dergiler ve hepsinin üstünde 20’ye yakın yayınevimiz var.

Davanın gerçek yolu ve kalplerde nakşı mutlaka kitaplık hacme muhtaç olduğuna göre yayınevi kıymetini başa almalıyız.

Toker, Bedir, Fatih, Sebil, Yağmur, Nur, Rahmet, Sönmez, Cağaloğlu, İrfan, Işık, Bahar, Sinan, Hilal, Serdengeçti, Toprak yayınlarını, davamıza hararet ve samimiyetle bağlı, hiç biri büyük çapta olmasa da, ortanca ve küçük boyda, fakat son derece vaatkar teşebbüsler olarak tesbit etmek isteriz.

Aralarında bilhassa Toker yayınevini, önceki hafif temayüllerine rağmen bizimle temasa geçtikten sonra kendisine yakıştırdığı Milliyetçi ve Mukaddesatçı neşriyatın önderi vasıflarından ötürü tebrik etmek borcumuzdur…”

Necip Fazıl Üstadın verdiği hızla kitap dünyasında büyük mesafeler katetmiştik. Her gün yayın adedimiz çoğalıyordu. Bu arada Üstadın kitaplarının trajları 3 binden başlamış, 5, 6 binlere çıkmıştı. Ayrıca üstad kitaplarının telif hakkı sözleşmelerini bizzat kendisi kaleme aldığınsa “şu kader adet birinci baskı veya ikinci baskı” gibi ibareler kullanırken, son zamanlarda bazı kitaplarının bütün baskı haklarını, noter senedi ile “gayrikabili rücu” şerhleri de koyarak, bana vermeye başlamıştı. Kendisine, “Üstadım bunu yapmamalısınız, bu eserler çocuklarınıza bırakacağınız mirasınızdır..” şeklinde uyarıda bulunduğum zaman şöyle demişti: “Benim 70 tane eserim var, bunlardan 7 tanesini sana bıraksam ne çıkar.. Sen de benim bir evladımsın..”

Ve böyle dedikten sonra da, 13 Ağustos 1969 tarihinde İstanbul 8. Noterliğinde imzaladığımız 23662 no.lu mukavele ile 7 eserinin bütün baskı haklarını bana satmıştı. Halen dosyamda bulunan bu mukavelede aynen şu sözler yer alıyordu:

“Aşağıya imza edenlerden ben Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Çöle İnen Nur, Peygamber Halkası, Türkiye’nin Manzarası, Son Devrin Din Mazlumları, Vahidettin, Ulu Hakan Abdülhamid Han isimli cem’an yedi eserimin topyekün ve bilcümle telif, neşir haklarını gayrikabili rücu olarak Toker Yayınları sahibi Yalçın Toker’e 10 bin lira bedel karşılığında devri temlik ettim ve bedeli temliki kendisinden nakten ve tamamen ahzu kabz ettim..”

Ama ben bu noter senedinden doğan hakları, sonraki baskılarda kullanmak niyetinde değildim ve asla kullanmadım. Zaten hukuk sistemimize göre vazgeçilmez haklardan olan telif haklarının tamamen satılması mümkün değildi. Kullanmamamın gerçek sebebi ise, bu hukuki durum değil, o kitapların üstadın çocuklarının hakkı olduğu inancımdandı. İstesem sözleşmenin yasal mahzurunu ortadan kaldırmak üzere, o yedi eserin 100’er bin baskısı ibaresini koydururdum. Dediğim gibi zaten istemiyordum. Şimdi üstadın bütün kitaplarını çocukları basıyorlar. Ben de sevinerek izliyorum. Ve içimden şöyle diyorum: “Necip Fazıl o yedi kitabın bütün haklarını, sen de benim evladımsın diyerek vermişti. O halde Necip Fazıl’ın çocukları Mehmet, Ömer, Osman da benim kardeşlerim oluyorlar.. Yani ben gerçek ağabeyleri sayılıyorum. O halde, kitaplar üzerinde bir hakkım varsa ben de o hakkımı kardeşlerime helali hoş ederek bırakıyorum..” Büyük Doğu yayınlarının ilelebet başarıyla devam etmesi en büyük dileğimdir. Zaten benim parada pulda gözüm yok..

Yazının bundan sonraki kısmı yayınevinin tarihçesiyle alakalı olduğu için devamını almıyorum. Devamını okumak isteyenler aşağıdaki linke tıklayıp okuyabilirler.

http://www.tokeryayinlari.com/index.php?c=75&p=390

Share

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.