BİR KEŞF-İ KADİM OLARAK BÜYÜK DOĞU VE NECİP FAZIL
Büyük Doğu yani “Doğunun doğuşu”. “Rüzgardan hafif topuklarla içimizdeki iklimlere doğru ruhani ve ince bir sefer” ediş hali. “Büyük Doğu, İslamiyet’in emir subaylığı…” “Büyük Doğu, İslam içerisinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı…” Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslamiyet’e yol açma geçidi; ve O’nu eşya ve hadiselere tatbik etme işi…”[1] Bu durumda Büyük Doğu bir keşf-i kadimdir. Allah Resulü’nden (s.a.v.) günümüze kadar intikal eden İslami anlayışın keşif ve tatbikinden ibarettir.
Bidayeti
Mevcut haliyle Büyük Doğu, İslam’ın zuhuruyla başlar. Mazrufunu sahabenin mücadele tarzı doldurmaktadır. Tarih içerisinde görülen Büyük Doğu’nun sahabe devrinden tek farkı zarf değişikliğidir. Fakat zarf, mazrufa (sahabe devrine) nispetle kendini kıymetlendirirken “köle, bir emir subayı” olduğuna vurgu yapar. Yani Allah Resulü (s.a.v.) ve sahabeden intikal eden manaya bağlı kalmak Büyük Doğu’nun esasını teşkil eder.
İlkeleri
Büyük Doğu’nun mazrufunda pazarlıksız iman, tefekkür, amel ve dava şuuru vardır. Orada “iman” her şeyden öndedir. Mümin, tefekkürden önce “Ne getirdin, götürdün bildirdinse amenna” deme bahtiyarlığına erer. Tefekkür, iman ettikten sonra başlar ve Allah’ın zatı dışında her şeyi kapsamı içerisine alır. Amel imandan sonra gelir ve “salih” olabilmesi için de İslam’ın belirlediği esaslar çerçevesinde kıymetlendirilir. Bütün bunların neticesinde müminde gözünü kırpmadan her şeyini feda edebilecek bir dava ruhu tezahür eder.
Sahabe imanla başlayıp dava şuuru ile kemale eren meratibi en güzel şekilde ortaya koyan insanlık tarihinin en muazzez kuşağıdır. İslam’a teslimiyetlerinde yanlışı tayin etmenin müessisi felsefenin en küçük bir tesiri yoktur. İman noktasında ki teslimiyetlerini muşahhas hale getirebilmek için şöyle bir örnek verilebilir: “Allah Resulü (s.a.v.) bir bedeviden at satın alır. Atın parasını ödemesi için bedeviye kendisini takip etmesini söyler. Allah Resulü (s.a.v.) hızlı, bedevi ise yavaş bir şekilde yürür. Yol boyu insanlar bedeviye atı satması için fiyat teklif ederler. Yeni müşteriler, Allah Resulü’nün atı satın aldığından habersiz halde bedevi ile pazarlığa başlarlar. Bedevi, Efendimiz’i (s.a.v.) çağırıp “eğer bu atı satın alırsan al, aksi takdirde onu satıyorum.” der. Bedevinin ifadelerini duyan Allah Resulü (s.a.v.) “ben senden onu satın almadım mı?” diye sorar. Bedevi:
– Hayır! Vallahi ben onu sana satmadım.
– Bilakis ben onu senden satın aldım.
– Aldığına dair şahit getir.
Bedevi ile Allah Resulü’nün (s.a.v.) konuşmasına tanıklık eden sahabilerden Huzeyme b. Sabit (r.a.) atın sahibine: “Şehadet ederim ki sen atı Allah Resulü’ne sattın.” der. Hadise üzerine Allah Resulü (s.a.v.) Huzeyme’ye yönelip “Neye göre şehadet ediyorsun?” diye sorar. Huzeyme:
– Senin tasdikinle Ya Rasulellah. [2]
– Huzeyme kime şehadet ederse tek başına onun şehadeti yeterli olur.[3]
Huzeyme b. Sabit, Efendimiz’in (s.a.v.) atı satın aldığını görmedi fakat O’na (s.a.v.) şehadet etmekten de imtina etmedi. Biliyordu ki O (s.a.v.) yanlış bir beyanda bulunmaz.
Bu örnekte de görüldüğü gibi Büyük Doğu’nun esasında mazruf itibariyle ilk olarak sahabede temsil edilen kayıtsız şartsız teslimiyet vardır.
İmanı, tefekkür izler. Mümin iman eden bir kalple tefekküre başlar. Müçtehit sahabilerde tefekkür en üst derecedir. Yemen’e vali olarak gönderdiği Muaz b. Cebel’e “neye göre hükmedeceksin?” diye soran Allah Resulü (s.a.v.) Muaz’dan şu cevabı almıştır: “Öncelikle Kur’an’a bakarım. Onda bulamazsam Sünnet’e müracaat ederim. Onda da bulmazsam Kur’an ve Sünnet’e bakarak içtihat ederim.” Ashab, Kur’an ve Sünnet’ten beslenen tefekkürleriyle devletler idare edecek çapa ermiştir.
Sahabenin bildikleriyle amel etmesi o kadar malumdur ki bunu örneklendirmek ameli yönlerini sınırlandırır.
Ashapta ki iman, tefekkür ve salih amelin neticesinde muazzam bir dava şuuru inkişaf etmiştir. Öyle ki inandıkları din-i mübin uğranda can ve mallarını feda etmekte tereddüt etmemişlerdir. Bu noktayı şerheden anekdotların en güzellerinden birisi Süheyb-i Rumi’ye aittir. Suheyb (r.a.) hicret etmek istediğinde Kureyş’ten bir grup insan yoluna çıkar, gitmesine mani olmak ister. Bunun üzerine Süheyb atından iner, kılıfından okları çıkarır, yayını eline alır ve çevresini kuşatan insanlara “Ey Kureyş topluluğu! Hepinizden daha iyi ok attığımda şüpheniz yoktur. Allah’a yemin olsun ki heybemdeki oklar bitinceye kadar bana yaklaşamazsınız. Oklar bitince kılıcımı alır elimde ondan bir parça kalıncaya kadar sizinle savaşmaya devam ederim.” Suheyb’in hicret noktasında ki kararlığını gören Kureyşliler şöyle derler:
– Mekke’ye fakir olarak geldiğin halde şimdi zengin olarak gitmene müsaade etmeyiz. Mekke’de malını bıraktığın kişiyi bize göster seni serbest bırakalım.
– Malımın yerini söylersem beni serbest bırakır mısınız?
– Evet.
Suheyb malını Kureyşlilere bildirince onu serbest bıraktılar. Medine’ye gelip Hz. Resulullah’ın huzuruna vardığında hakkında şu ayet iner:[4] “İnsanlardan öyleside vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder.”[5]
Büyük Doğu idealinin dört ana unsurundan birini teşkil eden dava şuuru en canlı şekliyle sahabede görülmektedir.
Tarihi Süreç
Tabiun ve müçtehit imamlar devri, Büyük Doğu idealinin mazruf itibariyle varlığını koruduğu devrelerdir. Sonrasında zaman zaman fetretler görüldü. Derin kırılmalar yaşandı. Büyük Doğu’nun asli renkleriyle tekrar sahne alışı Devlet-i Aliyye zamanına rastlar.
Bu dönemdeki Büyük Doğu idealini anlayabilmek için Onun millet bünyesine nisbetle konumunu kıymetlendirmek gerekmektedir. Üstat Necip Fazıl “Gençliğe Hitabesi”nde şöyle demektedir. “Devlet ve milletinin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında ilk iki buçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici; son bir asrını, Allah’ın Kur’an’ında ‘belhüm adal’ dediği hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, Türk’ü madde plânında kurtardıktan sonra ruh plânında helâk edici tam dört devre bulunduğunu gören… Bu devirleri yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi… Beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir gençlik…”[6]
Devlet-i Aliyye’nin yedi asırlık hayatının ilk üç asrı Büyük Doğu idealinin iman, tefekkür, amel ve dava şuuru itibariyle bir bütün olarak algılandığı dönemdir. Bu dönemde ilim meclislerinde bir derinlik vardır. Mucaz ve muciz hocalar meseleleri öylesine tafsil etmişlerdir ki ne ibare de, ne de manada problem kalmıştır.
Bu devrin kudretli alimleri Hocazade, Molla Hüsrev, İbn Kemal, Ebussuud,…, sanattan siyasete kadar hayatın bütün şubelerini irfanla beslemişlerdir. İlim, fikir ve sanat bütünlükte mânâ bulan vücut gibi algılanmıştır. Alet ilimleriyle âli ilimler iç içe okutulmuştur. İlim tarihi düşünce tarihinden, düşünce tarihi sanat tarihinden ayrı değildir. Naklin konuştuğu yerde akıl susmuş, aklın konuştuğu yerde nakil referans kabul edilmiştir. Zevahiri yazan kalem susunca, ruhun amentüsünden bahseden kalemler konuşmuştur. Müşahhasın zirvesinde mücerredin sahanlığı vardır, oradan son noktaya veliler adam taşımıştır.
İlim, siyasetin üzerinde görülmüş, Bâkî şiirini medreseden beslemiş, Sinan imarete nakış nakış “İslam şehir ahlakı”nı işlemiştir. Devlet idaresinden, sanata kadar her noktaya bilgelik hakim olmuştur.
Bu ilk iki buçuk asrın sonlarına doğru muhkem Büyük Doğu idealinde kırılmalar görülür. Aydınlanma Devri’nin şımarık aklı kimi Müslümanların zihinlerini karıştırır. Münkir akıl etkin oldukça kırılma daha da derinleşir. Neticede ilim fikirden, fikir ilimden nefret eder.
Hayatın gerçeklerinden tecrit edilerek yetiştirilen aydınlar gürühu yaralanan zihinleri tedavi etmekte güçlük çekerler. Medresenin boynuna “Gerici” yaftasının asılması yeni kuşağın ondan, dolayısıyla da ulemadan uzak durmasına zemin hazırlar. Muzdarib insanlar medrese yerine Batı tarzı eğitim veren kurumlara, onların müfredatına sığınır. Büyük ruhlu alimlerin açıklamalarına “tedavi kabul etmeyen ölü vucutlar” gibi kayıtsız kalınır. Bu fotoğraf Üstadın “kaba softa ve ham yobaz” diye tavsif ettiği insanların ürünüdür.
Son bir asır ise “hayvandan daha aşağı taklitçilerin” egemen olduğu dönemdir. Bu dönem tarihin çeşitli devirlerinde yaşanan bütün fetretlerden daha karanlıktır. Zira bu devirde müslümanların zihinleri çeşitli ideolojilerin tutsağı olmuştur. Esareti en kapsamlı yaşayanların başında ise Ziya Gökalp gelmektedir. Zihni karıştırıldığı sıralarda medresede okumakta idi. En son Gazzali’nin “el-Munkız-u mine’d-Delâl”ini okumuştu. Mağdurlardan Tevfik Fikret, saliha bir kadının çocuğuydu. Annesi hac yolunda vefat etmişti. “Eve Dönen Şair” Yahya Kemal, Nazım Hikmet’in hocasıydı. Bu yüzdendir ki Nazım hayatının ilk yıllarında İslam Medeniyetini övücü şiirler kaleme almıştı.
Ziya Gökalp Abdullah Cevdet, Fikret ruhsuzluk ve Nazım Moyakowski ile tanışıp zihinlerini Batılı Adam’a ait ideolojilerle tahrip edince, onları tekrar medreseye götürüp İbn Kemal çapındaki alimlerle meclise alamadık. Çünkü bu dönemde “kaht-ı rical” yaşanmakta idi. Aydınımızın sorununu “fizik ötesi” dünyada çözecek “ulu hocalardan” yoksunduk.
Bu dönemde, Sultan II. Abdülhamid bir diriliş koridoru açtı. Fakat O koridoru aydınlatacak münevverleri bulamadı. “O bir arslandı fakat pençeleri yoktu.”
Batıyla münasebetimiz normal değildi. İç ve dış organları tersyüz edilen adam gibiydik. Korunması gereken uzuvlarımız dışarıda, insanlarla temas halinde olması gereken uzuvlarımız ise içerdeydi. Batılı adamın elinde, ellerimiz yerine kalp ve zihinlerimiz vardı.
Güç “Ey kitabı köhne yırtılır bir gün medfen-i fikr olan sahifelerin” diye Kur’ân’ı tahkir eden Fikret’in düşüncesinin tekelinde idi.
Devlet-i Aliyye’nin tarih sahnesinden çekilişini takiben gelen devir “işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayete” irtikap etti ve “Türkü madde planında kurtardıktan sonra mana planında helak etti.”
Yüz binlerce şehidin kanıyla son defa mühürlenen Anadolu tapusu, vefasız oğulların istilâsına uğradı. Cami kürsüsünde imam, bütün beşeriyetin atasının Hz. Adem olduğunu söylüyor, okul kürsüsünde öğretmen, insan soyunun maymuna dayandığını iddia ediyordu. Anneler evlâtlarını söyledikleri ninnilerle; “Mananın maddeye tecelli remzi Kabe” ile bütünleşmeye hazırlarken, muztarib gazeteler koro halinde Kemallettin Kamu’nun:
Burada erdi Musa
Burada uçtu İsa
Bülbül burada varsa
Hürriyet için öter.
Ne örümcek ne yosun,
Ne mucize ne füsun
Kabe Arab’ın olsun
Çankaya bize yeter.
diyordu.
Kosova’dan Çin’e kadar mazlum Müslümanların adını duyduklarında saygıdan ayağa kalktıkları Sultan II. Abdülhamid’i okul kitapları “kızıl sultan” diye anlatıyordu.
Birisi çıkıp imandan amele, ilimden sanata kadar her alanda İslam’ın hakkını dava etmeliydi; Büyük Doğu idealini bütün şubeleriyle gündeme taşımalıydı.
Tahribat öylesine etkindiki bu dönemde ayakta kalabilmek güçlü bir selin önünde durmaktan farksızdı. Buna rağmen sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olan alimler sessiz fakat derinden destansı bir hizmet yürüttüler. Mısır’a hicret etmek zorunda kalan Mustafa Sabri Efendi ve Muhammed Zahid Kevseri kaleme aldıkları eserlerle modernist hareketin etkisini azalttılar. İslam harfleriyle telif ettikleri eserleri dünya Müslümanları için güçlü sığınaklar oldu. Hilafetin merkezinde kalanlar eserden ziyade adam yetiştirmeye yöneldiler. Zira o yıllar itibariyle İslam harfleriyle eser yazmak birinci derece önemi haiz değildi. Zira harf inkilabıyla tedrisat değişmiş, İslam harfleri ile yazılan eserleri anlayıp okuyacak adam kalmamıştı. Bu yüzden mevcut eserleri okuyabilecek insanları yetiştirmek gerekliydi. Bu bağlamda Ali Haydar Efendi, Mahmut Efendi’yi; Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi adıyla anılan tekke, Mustafa Fevzi Efendi, Hasib Efendi, Abdulaziz Bekkine, Mehmet Zahit Kotku, Abdurrahman Beşikçi ve Hacı Ferşat Efendi gibi mürşitleri yetiştirdi. Kelamı Tekkesi’nin adı ile bütünleştiği Büyük mazlum Esad Erbili Hazretleri’nin meclisinde ise, Mahmud Sami Efendi hizmete hazırlandı. Süleyman Hilmi Tunahan ve Bedüuzzaman Said Nursi de önemli hizmetlere imza attılar.
Kaşgari Dergahı’nda insanları irşad eden Abdulhakim Arvasi, Necip Fazıl gibi bir mütefekkiri yetiştirip İslam’ın emrine amade kıldı.
Necip Fazıl ve Abdulhakim Arvasi
Necip Fazıl’ın Büyük Doğu ile bütünleşmesi büyük ıztırapların akabinde gerçekleşmiştir. Üstat, bir akşam çalıştığı bankadan çıkar Eminönü’nden vapura biner. Kendisine İslami telkinlerde bulunacak esrarengiz bir adamla karşılaşır. Yanına oturan adamla önce zahiri meseleleri konuşur. Necip Fazıl tasavvuftan sorunca adam Beyoğlu’nda Ağa Camii’nde Cuma günleri vaaz veren Abdulhakim Arvasi Hazretleri’ni işaret eder. Vapur Beylerbeyi’ne vardığında karşılıklı selamlaşıp ayrılırlar. O andan itibaren Necip Fazıl’ın zihninde hep fuhşun merkezi olan Beyoğlu’nda yalnız Cuma günleri vaaz veren Büyük Veli vardır. Kiminle konuşursa konuşsun hakikatte aklı hep Ağa Camii’ndedir.
Bir Cuma günüdür ve yanında arkadaşı ressam Abidin Dino vardır. Bulundukları apartman Ağa Camii’ne yalnız birkaç yüz metre mesafededir. Birden aklına içinde bulundukları günün Cuma olduğu gelir. Arkadaşına “Haydi davran gidiyoruz. Sana üstün haberciyi göstereceğim.” der.
“Cami… Girince sol tarafta, yerden bir iki basamak yüksekliğinde, balkonumsu bir yerde, sarıklı, beyaza yakın kır ve uzun sakallı bir zat… Önünde, kitabını koyduğu küçük bir yer masası… Etrafında, diz üstü veya bağdaş kurup oturmuş bir küme insan… Aralarına geçip oturduk. Son derece tesirli bir ses… Tane tane konuşuyor.
Ders bitince ön sırada oturan bir gencin yardımıyla kürsüden indiler. Etrafındakilere şefkatle baktılar. Potinlerimizi giyip kendilerini kapıda beklemeye başladık. Başlarını kaldırıp o anlatılmaz gözlerini üzerimize diktiler.
Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;
Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız![7]
Ben atıldım:
– Affınızı rica ederiz efendim; ellerinizden öpmek saadetine erebilir miyiz?
Uzandığım, esmer, zarif ve incecik parmaklı eli bir can kurtarana yapışırcasına kapıp öptüm.
– Biz Eyüp Sultan’da oturuyoruz, dediler; Gümüşsuyu’nda, ne zaman isterseniz buyurun.
Devlet!..
Evlerine çağrılıyorduk.[8]
Sıcak bir ilkbahar günü… Kaşgari Dergahı… İkinci buluşma… İlk sualleri: Ne iş yaparsınız?
– Bir bankada çalışıyorum. Muharrir ve şairim… İsmim Necip Fazıl…
– Tasavvuftan bir şeyler biliyor musunuz? Okuduğunuz kitap oldu mu?
Bahriye mektebindeki hatıramı anlattım. Semeretü’l-Fuad ve Divan-ı Nakşi’yi söyledim. Son zamanlarda da, karıştırdığım Marifetname… Nakşi Divanı’nın kimin eseri olduğu sualine cevap veremedim.
İşte ateşten harflerle beynimi dağlayarak söyledikleri ilk fikir: “Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz. Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?”[9]
Kaçta gitmiştik? Bilmiyorum! Öğle vaktimiydi, ikindi miydi? Bilmiyorum! Çıktığımız zaman akşam olmuş, karanlık bir seccade gibi Eyüp’ün üstüne atılmıştı.[10]
Bana ilk günden son güne kadar: “Bizdensin!.. Seni mensup ve mahsuplarımızın arasına alıyoruz! Yola kabul edildin!”[11] dediler.
Bir yakınının ifadesiyle bana, “Sen gemidesin! Ayak silmeye mahsus bir paspas olsan yine gemidesin! Seni bırakmazlar! Aldıklarını bir daha bırakmazlar.”[12]
Sene 1943.. Ben gazetedeki fıkralarıma ve yüksek mimari şubesindeki derslerime devamdayım… Büyük Doğu’yu hazırlıyorum… Yoğunluk içerisinde Efendim’i göremiyorum…
Büyük Doğu çıktı. Eyüp’te bir kurban kesmek ve Efendim’in elini öpmek niyetindeyim.[13]
Üstat bu niyetle yola koyulur, dergaha varır fakat Abdulhakim Efendi’yi bulamaz. “Polisler O’nu alıp merkez şubeye götürmüşlerdir. Merkez şubeye gider fakat kendileri ile görüşemez. Oradan İzmir’e nakledilirler. Ardından da Ankara… Ankara’da 19 gün hasta yatarlar. 1943 yılının bir cumartesi günü sabah namazı vakti son kelimesi “Allah” olduğu halde ruhunu teslim ediyorlar. Esrarengiz bir adamın delaletiyle Bağlum köyüne defn ediliyorlar.”[14]
Necip Fazıl 1943 yılından sonra Abdulhakim Arvasi’nin ruhaniyetini her dem başucunda hisseder. Ona o derece bağlanmıştır ki değerini kıymetlendirirken şöyle der: “Kaç milyon baba ve kaç milyon anne, senin milyonda birin eder? Seni Bağlum köyündeki, namsız ve nişansız çukurunda, bembeyaz ve taptaze kefene bürülü, esmer ve pembecik teninin hiçbir noktası tozlanmamış, derin gözlerin ebediyete çevrili, Allah’ı zikrederken görüyorum.”[15]
Büyük Doğu’ya Doğru
Üstat, Abdulhakim Arvasi Hazretleri’yle tanışıncaya kadar aklın kalemiyle siyah yazılar yazardı. Zaman zaman Müslümanlar aleyhine de karalamalarda bulunurdu. O’nu tanıdıktan sonra kendisiyle birlikte şiir ve makaleleri de tövbe etti. Muarızları önceki şiirlerini kullanıp O’na zafiyet isnat etmek istediklerinde Üstat şöyle cevap vermiştir: “Geçmişi dürdüm çöp tenekesine attım. Çöpleri karıştırmak ise kedi ve köpeklerin işidir.”
Buyük Veli’nin aşk ocağında ruhu ve aklı yeniden şekillenen Necip Fazıl, ömrünü insanlara kim olduklarını, nereden gelip nereye gittiklerini anlatmaya, kendi tecrübe ve tefekkürünü de dikkate alarak bu büyük sualleri yanıtlamaya adadı.
İslam’a öylesine teslim oldu ki O’na göre sanat ancak İslam’ın emrinde olması durumunda bir anlam ifade edebilecektir:
“Anladım işi sanat Allah’ı aramakmış,
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış.”
Büyük Doğu
Üstat üç farklı dergi çıkarmıştır. İlk olarak Ahmed Hamdi Tanpınar ve Ahmed Kudsi Tecer’in etkin olarak yer aldığı Ağaç Mecmuası’nı neşretmiştir. 14 Mart 1936’da ilk sayısı çıkan mecmua 17 sayı devam edebilmiştir. Ağaç’ta Necip Fazıl imzası ile yer alan yazılarda bir arayış vardır. Dergide Ankara havası bariz bir şekilde hissedilmektedir.
Necip Fazıl “Allah” demenin gümrüğe tabi tutulduğu yıllarda ise Büyük Doğu mecmuasını neşreder. Dergi, müstebit idarenin baskısından ilk sayılarda rengini tam olarak belli etme imkanı bulamaz.[16]
1 Eylül 1943 yılında ilk sayısı tab edilen Büyük Doğu, öyle kritik bir dönemde yayın hayatına başlamıştır ki çıkışından kısa bir müddet evvel devrin başvekili Şükrü Saraçoğlu imzasıyla Necip Fazıl’ın günlük yazılarının yayınlandığı gazeteye “Allah ve ahlaktan bahsetmek yasaktır!” şeklinde bir yazı gönderilmiştir.
1944 yılı ilkbaharında Büyük Doğu vekiller heyeti kararıyla kapatılır. Gerekçe ise muhtevasında hadis-i şeriflerin yer almasıdır. Müstebit idareyi en fazla rahatsız eden hadis ise “Allah’a itaat etmeyene, itaat edilmez.” mealindeki Rasül kelamıdır. Devrin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Üstatla karşılaştığında şöyle demiştir: “Bu hadisi neşretmek, bize itaat edilmez demektir.”
1943-1978 yılları arasında 35 yıl ayakta kalan Büyük Doğu, çeşitli boyutlarda, aralıklarla günlük, haftalık ve aylık olarak yayın hayatında yer almıştır. Toplam 512 sayı çıkmıştır. Dergide bir çok isim yazmakla beraber yazıların önemli bir bölümü Üstad’a aittir.
Büyük Doğu’nun yayın hayatına başladığı yıllarda Üstat, Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Şubesi’nde hocadır. Hasan Ali Yücel tarafından kendisine üniversite hocalığı ile “Büyük Doğu” arasında tercihte bulunması söylendiğinde bakana, 50 kişilik sınıflarda 50 kişiye konuşmaktansa Büyük Doğu ile bütün bir gençliğe seslenmeyi tercih ettiğini bildirmiştir. Üstad’ın Üniversite hocalığından ayrılmasına sebep olan zat, hadiseden birkaç yıl önce (1938) Üstad’a gönderdiği şiir kitabını, Necip Fazıl’a şu cümlelerle ithaf etmişti: “Hakkında her sıfatın aciz kaldığı şair Necip Fazıl’a”.[17]
Memuriyetin maddi esareti getireceğini düşünenler, Üstad’ın cevabıyla sarsıntıya uğradılar. İmanı hiçbir gücün satın alamayacağını gördüler. O, üniversiteyi kaybetti fakat Büyük Doğu başlı başına bir üniversite oldu. Yakın dönemin Müslüman gençliği asıl o üniversitede yetişti. Sahte kahramanları orada tanıdı. Abdülhamid’in “kızıl sultan” değil “ulu hakan” olduğunu orada öğrendi.
İman, tefekkür, aksiyon ve dava ruhunu bir bütün halinde sunan Büyük Doğu çeşitli nedenlerden dolayı 14 defa kapanmıştır. Genellikle siyasi otorite tarafından kapatılan Büyük Doğu zaman zamanda maddi imkansızlıktan dolayı da kapanmıştır. Üstat, Ahmed Emin Yalman, Bedii Faik gibi İslam karşıtlarına Büyük Doğu’nun parasızlıktan kapandığını söyletmemek için değişik yollara baş vurmuştur. Mecmuanın parasızlıktan kapanacağını anlayınca sert bir manşet kullanır, dergi de savcı tarafından kapatılırdı. Üstat bunu gururundan değil, İslam’ın izzetini mustağriplere çiğnetmeme gayretinden yapardı.
Büyük Doğu, Anadolu gençliği için bir ilim ve fikir menbaı olmuştur. Milletin dini, dili ve tarihine rağmen bilim yapma iddiasında olan üniversite, ilk ciddi sarsıntıyı Üstad’ın Büyük Doğu’suyla yaşamıştır.
Büyük Doğu’nun gazete bayiinde satılacağı gün sabahın erken saatlerinde bayi önünde dergi kuyruğu oluşurdu. Ev ya da yurtlarda birlikte kalan öğrenciler müştereken satın aldıkları Büyük Doğu’yu sırayla okumayı bekleyemez, bölüşür öyle okurlardı.
Büyük Doğu zor bir dönemde “ihkak-ı hakk” talebinde bulundu. O, “gaiplerden beklenen ses”ti. Çağın mümin mütefekkirleri, şairleri, sanatçıları için bir sığınaktı. Buz dağlarını eritip aklın ve ruhun önünü açacak kahramanların fikir ocağıydı.
Büyük Doğu’nun 14 Kasım 1947 tarihli 72. sayısı toplatılınca Üstat ancak üç sayı çıkabilen mizahi içerikli Borazan dergisini neşreder. Borazan’da çoğunluğu Üstad’a ait devrin istabdadını hicveden yazılar yayımlanır. Büyük Doğu bir buçuk aylık bir fetretten sonra tekrar yayımlanmaya başlayınca Borazan’ın yayın hayatı sona erer. Üstat hadiseyi şu şekilde ifade etmektedir: “Ziyafet masasına prens gelir gelmez, yaver mevkiini terk etti.”
Şairliği
Üstad’ın ilk şiir denemeleri Heybeli Bahriye mektebinde başlar.[18] O günden itibaren şiirinde sürekli bir değişme ve gelişme vardır. Bu gelişme ilk şiir kitabı Örümcek Ağı’ndan itibaren (1925) Kaldırımlar (1928), Ben ve Ötesi (1932), Sonsuzluk Kervanı (1955) ve şiirinin kemal noktası Çile’de açık bir şekilde gözlemlenmektedir.
Örümcek Ağı, edebiyat çevrelerinde tarifi imkansız bir beğeni ile karşılanır. Öteki dünyayı yaşayan “Kaldırımlar” şairinin şiirleri, içki sofralarında sabahlara kadar tekrar edilir. Necip Fazıl’ın şiiri karşısında hayranlığını gizleyemeyen Ziya Osman Saba: “Necip Fazıl belki Türk edebiyatının en büyük şairi değildir fakat Türk edebiyatının en büyük şiir kitabı Ben ve Ötesi’dir.” demekten kendini alamamıştır.
Üstad’ı “büyük yazarlar” arasında değerlendiren edebiyat çevreleri O’nun Büyük Doğu idealini zarf ve mazrufuyla temsil etmesi karşısında birden ağız değiştirir, şiirin muhtaç olduğu insan ve cemiyet iklimini inşasına tahammül edemezler. Bu yüzden Onu “sâbık şair”, “mistik şair” terkipleriyle anıp, tesirini silmeye çalışırlar. Çünkü onlara göre Peygamber’i (s.a.v.) şiirin kaynağı gören birisi şair olamazdı. Şiir, Allah’ı aramanın değil, O’ndan uzak durmanın vasıtası kabul edilmeliydi.
Aristokrasi, Üstad’ı “bohem” hayatı yaşadığı yıllarda kaleme aldığı şiirleriyle yaşatmak istiyordu. Bu yüzden O’nun bazı şiirlerinde kısmi ya da külli değişiklere gitmesine tahammül edemiyordu. Üstad’ın bu gürüha hitaben söylediği şu ifadeler manidardır: “Mal sahibi bensem, bunları istemediğim, tanımadığım ve çöplüğe attığım bilinsin… Attıklarım, aldıklarımdan çok olan eski şiirlerimi yenileriyle demetledikten ve bu kitapta (Çile) derledikten sonra meydana gelen şu kadar parça şiir, şu ana kadar şairliğimin tam ve eksiksiz kadrosu oluyor. İşte şiir kitabım, bu, hepsi bu kadar; ve kitaba gelinceyedek başka hiçbir şiir, bana, adıma ve ruhuma mal edilemez.”[19]
Üniversitedeki memuriyetini elinden aldıkları gibi şairliği de O’ndan alacaklarını düşünmüşlerdi. Onlara göre fıkra, makale, tiyatro, konferans derken şairliği de kaybetmişti Necip Fazıl. “Bir mısrası, bir millete şeref vermeye yeter” denen şair hafızalardan silinmek isteniyordu. Çünkü O bir mümindi. Müşahhasla mücerret arasındaki farkı göremeyen, bu yüzden sürekli basit müşahhası ulvîleştiren adamlara Üstad, şöyle cevap verecekti: “Nereden biliyorlar çalışmadığımı, nasıl ihtimal veriyorlar şairi kaybetmiş olabileceğime? Ruh nescimi mikroskop altında, muayene ettiler de orada şiir hücrelerinin öldüğünü mü gördüler? Eğer incir ağacı olsaydım, mevsiminde yemişimi veremedim diye beni suçlandırmak, kısırlık töhmeti altında bulundurmak mümkündü. Fakat ben sanatkârım, mevsimlerimi kendim seçerim ve için için oluşlarımı belli etmeyebilirim.”
Üstad’ın şiirini tecrit edenler hedeflerine ulaşamadılar. Edebiyat meclislerinin kabul etmediği şiirler yüz binlerin dillerinde destanlaştı.
Tiyatroculuğu
“Örümcek Ağı” kitabı ile meşhur olan Necip Fazıl zamanla tiyatroya ilgi duyar. Ona göre tiyatro “tezin laf olmaktan çıkıp büyü olduğu yerdir.” Bu büyü insanlarla iç içe olduğundan tesir gücü diğer sanat dallarına nisbetle çok daha etkilidir. Tiyatro “ön tarafı açılır-kapanır bir mikap (küp) içinde hayatı yakalama” mücadelesidir.
Şehir Tiyatroları Genel Müdürü ve baş aktörü Muhsin Ertuğrul’un ısrarları Üstad’ın ilgisini tiyatro izleme düzeyinden tiyatro yazma seviyesine yükseltir. Böylece ilk tiyatro eseri olan Tohum’u kaleme alır. Eserin konusu, milli kurtuluş hareketinin ana üslerinden biri olan Maraş’ta maddeci Batı’ya, maneviyatla karşı koyuşun hikayesidir. Eser, Üstad’ın hakkında “Büyük aktör” hükmünü verdiği Muhsin Ertuğrul tarafından sahneye aktarılır. Münekkitler eseri ve sahneye uyarlanışını takdir ederler. Fakat halk alakasız kalır. Gerekçesi ise Üstad’ın ifadesiyle eserin “mücerret fikirlerle örülü diyalog manzumelerinden ibaret olmasıdır.”
Necip Fazıl yine mücerret fikirlerle örülü ikinci tiyatro eseri olan “Bir Adam Yaratmak”ı kaleme alır. Eser 1937 kışında yine Muhsin Ertuğrul tarafından sahneye taşınır. Bu kez halk tarafından büyük ilgi ile karşılanır. Uzun zaman kapalı gişe oynanır.
Künye, Sabır Taşı, Para, Nam-ı Diğer Parmaksız Salih derken 1949 senesine gelinir ve Üstat tiyatroya bir ara noktası koyar. 1964’de noktayı kaldırır. “Reis Bey”, “Ahşap Konak” ve “Siyah Pelerinli Adam”ı yazar. Noter huzurunda Necip Fazıl ve Şekspir’in tiyatrolarının dışında hiçbir eseri oynamayacağını söyleyen Muhsin Ertuğrul “Reis Bey’i gözyaşları içinde okur fakat oynanmasında görev almaz. Çünkü; şehir ve devlet tiyatroları Üstad’a kapatılmıştır.
Üstad’ın büyük mazlum Sultan Abdulhamid’i müdafaa ettiği tiyatrosu ise siyasi çevrelerde şok etkisi yapar. Ankara’da sahnelenen “Ulu Hakan Abdülhamid Han”ı Meclis teyakkuz halinde takip eder.
Usta aktörlerin ihaneti ve siyasi çevrelerin baskısı neticesinde Üstad’a sanat çevreleri(!)nin kapıları kapanır. Buna karşın ardına kadar milletin vicdanına giden yolun kapıları açılır. Üstat, yeni diyarda yeni oluşun mimarı olur. Şiirleri üç-beş müteşairin değil, bütün Anadolu gençliğinin hafızalarına kaydolur. Şehir Tiyatroları’nda oynanmayan eserleri belki usta rejisörler tarafından sahnelenemez fakat; “Reis Bey”’in “Abdülhamid”in etkisi bütün bir Anadolu’da hissedilir.
Aksiyonu
Necip Fazıl, “Ulu Hocaların” yapamadığını yapıyordu. Kalemiyle, kürsüsüyle, “İşte iz, geliniz!” diyordu. Dergi sayfalarında bayraklaşan “Büyük Doğu” 1960’lı yıllardan sonra meydanlarda da dalgalanmaya başladı.
Üstat, Edirne’den Kars’a kadar gidilmedik yer bırakmadı. “Kim var diye seslenilince sağına ve soluna bakınmadan fert fert ben varım.” cevabını verici bir gençliği yetiştirmek için yollara düştü. Kahvehaneler, konferans salonları, meydanlar hiçbir beşeri otoriteden çekinmeksizin İslam’ı anlatan Abdulhakim Arvasi’nin müridini dinliyordu. Ajanların kimi simitçi, kimi su satıcısı kılığında izleyiciler arasında konuşmalarını dinliyor gerekli yerlere rapor ediyorlardı. Fakat O “Beni Allah tutmuş kim eder azat” diyerek korkuya meydan okuyordu.
Anadolu semalarında “Allah-u Ekber” seslerine ambargo uygulandığı, müezzinlere cebren “Tanrı uludur.” dedirtildiği o yıllara bizzat tanıklık eden simalardan Prof Dr. Recep Doksat Üstad’ın aksiyonunun ne derece bir önemi haiz olduğunu tayin ve tesbit ederken şöyle demektedir: “Gençtim, daha hamdım ve her yerde O’nun aleyhinde konuşmayı adeta alışkanlık haline getirmiştim. Henüz İslam’ın gıybet yasağını da müdrik değildim. Kendimi onu sevmemeye, beğenmemeye zorlamışım meğer!..
Bir gece, rüyada, bir vahadayım… Etraf kum, çöl… Birkaç ağaç ve halka olup bağdaş kurmuş beyaz maşlahlı, nur yüzlü şahıslar… Ortada bir ateş yanmakta… Ben, halkanın dış kenarına yakınım ve ayaktayım, o halkaya mensup olma şerefinden mahrumiyetin idraki içindeyim, fakat; halkanın dışındakilerle konuşacak kadar da yakınım onlara. Kırklarmış onlar! Tüylerim ürperiyor. Birde fark ediyorum ki halkanın ön sırasında, Necip Fazıl da oturmakta. Hayret ve biraz da haddini bilmez bir hiddetle en yakınımdakine soruyorum: “Bunun aranızda işi ne?” Muhatabım, elini dudaklarına götürüp “sus” diyor ve ilave ediyor: “Onun misyonu/aksiyonu var!”[20]
Üstad’ın misyonu, 40 yıllık mücadele hayatının son 30 yılında kendisiyle beraber olan şeker hastalığına, zindanlara, baskılara ve engellemelere aldırmadan İslam davası için gösterdiği fedakarlıkta ve neticesinde yetişen gençlikte açıkça görülmektedir.
Necip Fazıl’ın aksiyonun kıymetini takdir edebilmek için o günkü cemiyetin fotoğrafını ve Üstad’ın o fotoğrafta yaptığı değişiklikleri yakından tanımak gerekir. Bu noktada Üstad şöyle demektedir. “Biz mücadeleye başladığımızda önümüzde buzdan küfür dağları vardı. Onları hoh hohlarımızla erittik.” “Serseri kuşlar gibi dolaşırken Anadolu bozkırlarına bıraktığımız tohumlar görüyorum ki bugün gür ormanlıklar haline geldi.”
Müdafaaları
Necip Fazıl’ın kalemi gibi hitabeti de fevkalade idi. Fransızlar O’nun için, “Bir sözü ihtilale yeter adam” diyordu. Edebiyat çevrelerine göre ise “Bir mısra’ı bir millete şeref veren şair”di. İngilizler için Shakespare, Almanlar için Goethe neyse bizim için de Necip Fazıl o dur. Fakat müstağribler mürteci(!), modernistler ise pazarlıksız mü’min oluşundan dolayı O’nu yok saymak istediler.
Müslüman olmanın gereğini yapmanın bedelini 8 defa hapse girerek ödedi. Buna rağmen mahkeme koridorlarında, zindanlarda hep hakkı söyledi. Baskılar dik duruşuna engel olamadı.
Üstad’ın mahkeme salonlarında yaptığı savunmaları konferans havasında olur, kalabalık bir izleyici kitlesinin huzurunda akdederdi.
Üstat yazı ve hitabetiyle olduğu gibi müdafaalarıyla da nev’i şahsına münhasırdı. Ne Eflatun’un Akademya’sı Büyük Doğu mektebine, ne de Sokrat’ın müdafaası Üstad’ın savunmalarına kıyas edilebilirdi. O’nun sevdiği kelimelerden biriyle ifade edersek; “harikaydı” müdafaaları. Suça azmettirici olarak yargılandığı Malatya davasında iddia makamında sırf kendisine karşı çıkarılan 4 savcıyı göstererek “Amme avukatı olarak tek fikir etrafında tek kişinin temsil etmesi gereken iddia makamında bu 4 kişi de nedir? Ben hiçbir operada 4 tenor görmedim!” dedikten sonra şu meyanda bir müdafaada bulunur: “Benim, müteşebbis sanıkları doğrudan doğruya azmettirdiğime dair elde hiç bir delil bulunmadığına, her şey yazılarımdan alınan ilhamla yapılmış farz edildiğinde ve bütün mesele böyle bir faraziyenin ceza hukuku bakımından suç teşkil edip etmeyeceği üzerinde olduğuna göre, bu davayı kökünden hall ve fasl edici bir misali takdim etmeliyim: Dünya edebiyatında kıskançlığın şaheseri Othello’dur. Shaeskpeare’ın meşhur Othello’su. İmdi; hastalık derecesinde kıskanç bir koca, sırf bu hissi yüzünden karısını öldürse de cebinden Othello çıksa, şu kürsünün üzerine eğilmiş beni hayretle dinleyen kaytan bıyıklı savcı, Shaeskpeare’ın iskeletine pranga vurulması için Londra Savcılığı’na müzekkere mi yazacaktır? Daha evvel de söylediğim gibi, her insanda, mücerrede ve umumî telkinlere karşı bir fren ve hareketini sırf nefsine bağlayıcı şahsî bir istiklal ve mesuliyet duygusu olmak lazım gelmez mi?”[21]
1968 tarihli bir müdafaasında hakimler heyetinin huzurunda şöyle konuşmuştur: “Biz sadece, mücerret ve müstakil olarak İslam’ın savunucularıyız ve devlet nizamlarını hedef tutmaksızın böyle bir savunuculuk hamlesinde hiçbir kanuni suç olmadığını bilenlerdeniz. Eğer mücerret ve müstakil olarak İslam’ın müdafaası suçsa, buna ait kanun maddesi getirilsin; biz de gerekirse başlarımızı üç ayaklı sehpanın yağlı ipine teslim edelim…”[22]
İslam Telakkisi
Üstat’ta yalnız İslam vardır. Her şey O’nda mevcut olduğuna göre O’nu anlayabilmek için mağrur aklın müessisi felsefeden istimdatta bulunmak doğru değildir. İslam’ın bünyesinde felsefeye yer olmadığından hikemiyatı “İslam Felsefesi” terkibiyle ifade etmek de hatalıdır. Üstad’a göre felsefe; “doğruyu bulma değil, her defa yanlışı yakalama aletidir; ve bütün felsefe mezhepleri birbirinin yanlışını çıkarırken doğrudur. Doğru tek, yanlış ise sayısız olduğuna göre, o mutlak “tek”e malik olanın sayı saymak ve hakikati böle böle bir şeye varılabileceğini sanmakla ne ilgisi olabilir?”[23]
Üstad, mücadele hayatında “insan ve cemiyetin iç ve dış hayatını, bütün derinliği, sonsuzluğu, güzelliği ve doğruluğuyla tekeffül eden tek nizamın İslam” olduğunu bu yüzden “yalnız İslamiyet”e inanılması gerektiğini, “Şeriat’ın, … kendi öz saffet, asliyet ve tamamiyeti içinde hiçbir tecezzi (bölünme) ve muvazaa kabul etmez bir bütün olduğunu”[24] yüksek tizden haykırdı.
“Küfür yobazı” ve “din tahripçilerinin” egemen olduğu bir devirde her şeyin İslam’da olduğunu, çözüm ve çareyi farklı nizamlarda arayanların “ha bulduk, ha buluyoruz!” tesellisiyle hiçbir şey bulamadıklarını, her gün her şeyi biraz daha bulunmaz hale getirdiklerini anlattı.
“Her şey İslam’dadır: …İnsanlık kadrosunda ve bilhassa muazzam ve muhteşem garplı insan ve cemiyet tecrübesinde kaç saadet ve kaç felaket şekli, kaç çare ve kaç çaresizlik ifadesi belirmiş bulunuyorsa, bunların topyekün hakikati ve müsbet ve menfi haberi kısaca külli nimet ve dava İslam’dadır. Sosyalizma ve komünizmanın var etmek isteyip de yok ettiği ictimai adalet ve tesviye ölçüsünün hakikati İslam’da… Liberaizma ve kapitalizmanın yedire yedire ferdi çatlatmasına veya mukabil fertten her hakkı çaldırmasına mani ölçüler, İslam’da. Demokrasya ve fikir hürriyetinin en nazik sınırları ve özü İslam’da. Aynı demokrasya ve fert hürriyetinin başıboşluğa ve kargaşalığa sarkan aşırılığını köstekleyici fikir ve şahsiyet hakkı İslam’da… Nazizma ve faşizmanın kazip rüyasını gördüğü üstün nizam ve ruhi müeyyidecilikteki esas İslam’da… Batının her sahada arayıp bulamadığı cennet İslam’da; her sahada içine düştüğü cehennemden korunuş yolu İslam’da…”[25]
Üstad, “Olunmayacak her şeyle, olunacak her şeyin kefalet ve keyfiyetinin İslam’da” olduğu hakikatine Müslümanların ilim, sanat ve fikir zaafiyeti içerisinde olmalarını gerekçe göstererek itiraz edenlere halin İslam’ın yaşanmadığından kaynaklandığını nitekim “Rönesans’tan sonraki dünyanın İslami gözle görülemediğini ve güdülemediğini”[26] söylemiştir.
Problem İslam’da olmadığına, bilakis İslam’ın yaşanmamasından kaynaklandığına göre çarede İslam’ın yenilenmesinde aranmamalıdır. Çünkü, “İslam bir güneştir. Güneş yenilenmez. Güneşe bakan gözler yenilenir.”
Batı ile doğu arasında med-cezir yaşayan doğudan vazgeçemeyen batısız da yapamayacağına inanan ve bu yüzden her ikisinin sentezinden yana bir tavır alan Müslüman modernistler Üstad’a göre mevcut halleriyle “fikir ihaneti”[27] içerisindedirler.
Müslümanların “Büyük Doğu” ruhunu kuşanabilmeleri için bir inkılaba muhtaç olduklarını fakat bunun ruhunda derin şüpheler taşıyan modernistlerle olamayacağını, “Allah Resulü’nün (s.a.v.) mukaddes ayak izleriyle açılmış yolu bulmak”[28] anlamına gelen İslam inkılabının ancak “Şeriat, tasavvuf ve bunların hikmetlerine nüfuz ehliyetinde şahsi ruh ve akıl”[29] cephelerine sahip “derin ve gerçek Müslümanların” eliyle gerçekleşebileceğini söylemiştir.
İnkılabı doğru tanımlayamayan ve bu yüzden liyakatsiz ellerden inkılabın zuhurunu bekleyen yığınları irşat edebilmek ve onları gerçek inkılabın bağlıları arasına katabilmek için “Doğru yolun sapık kolları”nı telif etti. Kur’an’ın on dört asırdır doğru anlaşılamadığını iddia eden ve bu iddiasıyla Peygamber’in de Kur’an’ı anlayamadığı hezeyanında bulunan sözde tefsircilerin (!) denize düşenlerin kurtulmak için kendilerine sarıldıkları “yılanlar” olduklarını, boğulmaktan kurtulmayı bekleyen insanları denizden evvel zehirleriyle onların öldürdüklerini anlattı.[30]
Üstat, gerçek İslam inkılabını temsil etme liyakatini göremediği hareketleri, müşahhas bir şeklide teşhir etmekten de geri durmadı. Aklı ön plana çıkaran Afgani, Abduh, Reşid Rıza, Muhammed Şeltut, Meraği, Ferit Vecdi, gibi isimlerle bilinen Mısır Mektebini, gelenekçi olmakla birlikte modern çizgilerin baskın olarak görüldüğü Pakistan Mektebini tahlil ve tenkit etti. Üstad’a göre bütün bu “başıboş ictihat davranışlarının, her türlü reformcuların, her türlü ruh ve mana zedeleyicilerinin, doğrudan doğruya, ya da dolayısıyla “ilk muharriki İbn Teymiyye”dir.[31]
Bu gün gelinen nokta itibariyle 70’li yılların kurtarıcıları olarak gösterilen hareketlerin misyonlarını tamamlayamadan silinip gittikleri görülmektedir. Bu durumda Üstad’ın gerçek İslam İnkılabının onlarla olmayacağını söylemesinin ne kadar isabetli olduğu güneş gibi ortadadır.
Milliyetçiliğe Bakışı
Üstat belli oranda İslam’ın payını muhafaza etmekle beraber ağırlık merkezinin Türlük’te aranmasına karşıdır. Çünkü “İslam ne pay verir, ne pay alır; topyekün ‘hep’i ister ve onu bulamadığı yerde ‘hiç’e talip olur.”[32]
İslam yekparedir ve hiçbir ideoloji ile sentez kabul etmez. Bu yüzdendir ki Üstat Türk-İslam, Arap-İslam gibi sentezleri reddeder: Tanrıdağ’ı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman gibi muvazaacı bir tekerlemenin belirttiği madde ve posa Türkçülüğüne inananlar iyice bilmelidirler ki ‘Tanrıdağ’ı bir put ismidir, ‘Hira’ ise Kainatın Efendisi’ne vahyin nazil olduğu sadece bir mekan adıdır ve zıt manalar asla birleşmez. Müslüman hiçbir dağa ilahi hüviyet biçemez, sadece layık olanını mübarek bilir; Allah’ı tevhidden ve bu tevhid potasında her alakanın eriyip gittiğini takdirden gayri vazife tanımaz.[33]
Üstat’ta kavmiyetçiliğin en küçük bir tesiri yoktur. O, hadiseyi şöyle değerlendirmektedir: “Eğer gaye Türklükse, bilmek lazımdır ki, Türk, Müslüman olduktan sonra Türk’tür.”[34] Bunun ötesinde bir dava gütmek İslam’la alakalandırılamaz: “Milliyetçilik… asıl ruhtan gelen kokudur ki, maddeyi kezzapvari eritir; ve ebediyyen birlik olanlarla sonsuz aykırı olanları, istedikleri kadar maddede yakın ve uzak olsunlar, iki safa ayırır. O zaman taraflar, maddede iki kuzu olsa, mümin kuzu öbürü sırtlan görünmeye mahkumdur.”[35] Yani aynı ırka mensup iki Türk’ten biri, mümin diğeri gayri müslimse milliyetçilik, gayr-i müslim Türk’ü sırtlan gibi, başka bir ırka mensup mümini ise hakiki kardeş görmeyi gerektirir.
Üstat milliyetçilik telakkisinden ne anlaşılması gerektiğini müşahhas bir şekilde kıymetlendirirken şöyle demektedir: “Bir gün evime, Kenya’lı, kuzguni siyah bir zenci gelmişti. Odama girerken beni müslümanca selamladı ve benimle, hemde ecnebi bir lisanı vasıta ederek dertleşmeye başladı. Birkaç saat içinde bu zenciye o kadar ısınmıştım ki, siyah kehribar yüzünü bile bembeyaz görmeye başlamıştım. Düşünmüştüm ki, şimdi bu zenci Romanyalı Hristiyan bir Gagavuz Türkü olsaydı her türlü ırki ve uzvi eşlik içinde acaba bana ne kadar yabancı görünecekti?” O halde milliyetçiliği ırki ayniyette değil “ruhi muhteva eşliğinde görmek gerekir.”[36] Bu yüzdendir ki Üstat, Ziya Gökalp’in hareketini “Türk’ün İslam’dan önceki hayatını azizleştirmek ve İslam’ın yerine Türkçülüğü koymak.”[37] olarak değerlendirmektedir.
Üstad’a göre Türk’ün İslam’sız hayatının hiçbir kıymeti yoktur. Buna kıymet takdir edenlerle durdukları yerin aynı olamayacağını da kesin bir dille ifade etmiştir. Nitekim Nihal Atsız’la bir karşılaşmalarında Ona; İslam’la ilişkisinin hangi düzeyde olduğunu sorar. Atsız:
– İslam’a Türk’ün dini olduğundan dolayı saygı gösteriyorum.
– Peki ya Türk’ün dini Şamanizm olsa ne yapardınız?
– Bu durumda Şamanizm’e saygı gösterirdim.
Cevap karşısında şaşkınlığı gizleyemeyen Necip Fazıl, bu tür bir telakkinin tereddütsüz küfür olacağını söyler.
Üstat, “Milletlerarası İslam Talebe Teşekkülleri 3. Genel Konferansında” (1975) İslam Dünyasından iştirak eden alim ve münevverler topluluğunun huzurunda akdettiği “Beklenen Zuhur” başlıklı konferansında şöyle demiştir: “Irkçılık ve kavimcilik mevzuunda bir suale hedef tutulacak olursam, tereddütsüzce, dünyanın en üstün ırk ve kavim vakıasını, merkezindeki mukaddes varlık zaviyesinden (Allah Resulü s.a.v.) Arapta bulduğumu söylerim. Ama bugünkü Arap değil, dünkü Arap…”[38]
Mücadele hayatını hakiki bir inkılapla ümmetin diriliş mefküresi üzerine bina eden Necip Fazıl, Türk’ü, Büyük Doğu davasının sadık hizmetkarı görür ve bütün ırki yaklaşımlardan mücerret bir bakışla dirilişin onunla gerçekleşeceğine inanır: “ 11. asırdan 16. asra kadar Müslüman Türklerin elinde yüceltilen İslam, sonunda Türkiye’de bozuldu ve İslamlık iddiasında ki her yerde aynı hale geldi. Şimdi ancak Türkiye’de düzeltilmelidir ki, her yerde düzeltilebilsin… Bu, asırlarca İslam’ın kılıcını elinde tutmuş olan Türk’e, tarihi bir kader olarak Allah’ın verdiği bir imtiyazdır.”[39] Bu imtiyazı ırkçılık olarak telakki etmek ise ırkçılığın ne demek olduğunu bilmemek ya da Türk’e İslam’a hizmetkarlığı çok görmek anlamına gelmektedir.
Üstad’ın bu duruşuna rağmen, Türk-İslam sentezini savunan bir hareketin içerisinde teşehhüt miktarı da olsa yer alması nasıl ifade edilmelidir, diye sorulursa hadise yine Onun beyanıyla şöyle izah edilir: “Ruhun fikri kuvvetinden ziyade adale ve hareket gücüne bağlı bir gençlik” içerisinde yer almam bir takım hissi olaylardan kaynaklanmıştır.[40]
Üstad’ın milliyetçilik telakkisini O’na ait beylik bir cümle ile noktalamak gerekirse şu söylenebilir: “bütün davamızın hülasası: ‘Ne mutlu müslümanım diyene!’dir.[41]
Hatime
Allah demenin gümrüğe tabi tutulduğu bir dönemde Üstat İslam’ı anlattı. Yolunda zindan, zülüm ve ıztırap barikatları vardı fakat O:
Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın.
Gündüz geceye muhtaç bana da sen lazımsın.
diyerek azim adımlarla, kararlı bir şekilde yürüyüşüne devam etti. “Sakarya Türküsü” gerçekte O’nun yaşam öyküsüydü.
Büyük Doğu, Batı ile Doğu’nun kesiştiği noktada kurulan bir zafer kürsüsüydü. Üstat ise o kürsünün gür sesli, cesur hatibiydi.
İnancından dolayı horlanan insanlar bu ülkenin gerçek sahiplerinin kendileri olduklarını ve bunu çekinmeden haykırmaları gerektiğini O’ndan dinlediler.
Üstat “İdeolocya Örgüsü” ile ümmete dünyayı en güzel kendilerinin idare edebileceklerini bunun için da siyasi bir yapılanma ve birleşme içinde yer almaları gerektiğini söyledi. “Sahte Kahramanlar” madde ve mana planında İslam’a dolayısıyla da insanlığa kasteden surette dev hakikatte ise cüce olan kahramanları (!) anlattı. “O ve Ben” psikiyatriste gitmeden ruhun nasıl selamette kalacağını gösterdi. Çöle İnen Nur, Batı Tefekkürü İslam Tasavvufu,… neyi, nasıl anlamak ve yaşamak gerektiğini öğretti.
——————————————————————————-
[1] Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 7-10.
[2] Ebu Davud, Kada, 3604.
[3] İbn Hacer, el-İsabe, II, 339.
[4] Bkz. Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, III, 15-16.
[5] Bakara(2): 207.
[6] Kısakürek, Hitabeler, s. 250.
[7] Kısakürek, Çile, s. 76.
[8] Kısakürek, O ve Ben, s. 80-94.
[9] Kısakürek, O ve Ben, s. 97.
[10] Kısakürek, O ve Ben, s. 98.
[11] Kısakürek, O ve Ben, s. 132.
[12] Kısakürek, O ve Ben, s. 134.
[13] Kısakürek, O ve Ben, s. 219.
[14] Kısakürek, O ve Ben, s. 221-222.
[15] Kısakürek, O ve Ben, s. 261.
[16] Kısakürek, O ve Ben, s. 231.
[17] Kısakürek, Hücum ve Polemik, s. 120.
[18] M. Orhan Okay, Necip Fazıl Kısakürek, s. 32.
[19] Kısakürek, Çile, s. 11.
[20] Ahmet Kabaklı, Sultanu’ş-Şüera Necip Fazıl, s. 78-79.
[21] Kısakürek, Müdafaalarım, s. 186-187.
[22] Kısakürek, Müdafaalarım, s. 225.
[23] Kısakürek, Çerçeve/4, s. 251.
[24] Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 95.
[25] Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 98.
[26] Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 95.
[27] Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 159.
[28] Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 112.
[29] Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 164.
[30] Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 164.
[31] Kısakürek, Doğru Yolun Sapık Kolları, s. 108.
[32] Kısakürek, Rapor/4, s. 78.
[33] Kısakürek, Rapor/4, s. 78.
[34] Kısakürek, Hitabeler, s. 257.
[35] Kısakürek, Çerçeve/3, s. 207.
[36] Kısakürek, Çerçeve/3, s. 207-208.
[37] Kısakürek, Çerçeve/4, s. 114.
[38] Kısakürek, Hitabeler, s. 257.
[39] Kısakürek, Hitabeler, s. 257.
[40] İfadede tasarruf yapılmıştır. Bkz. Kısakürek, Çerçeve/4, s. 155.
[41] Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 252.
Ahmet Açıkgöz (İnkişaf Dergisi-8)