Site icon N-F-K.com

İnanmak

İNANMAK

Necip Fazıl bir inanç çağlayanıdır. Aşağı yukarı hayatının her devresinde böyle olmuştur. İlk şiirinden son şiirine ve son nefesine kadar aynı çizgiyi devam ettirmiştir.
“Çile” isimli kitap O’nun bütün şiirlerini toplar. Bu şiirlerin başta “Çile” olmak üzere büyük kısmı hatta hepsi inancının destanıdır… Bazen çığlığıdır bazen senfonisi…
Şiir kitabının başına aldığı “Poetika”da sanattan ne anladığını şöyle anlatır:
“Bizce şiir mutlak hakikati arama işidir. Eşya ve hadiselerin bütün mantık yasaklarına rağmen en mahrem, mahcup, en nazik ve en hassas nahiyesini tutarak ve nisbetlerini bularak mutlak hakikati arama işi.”
“Mutlak hakikat Allah’tır”
“Şiir, Allah’ı sır ve güzellik yolundan arama işidir.”
Türkiye’de hiçbir şair, şiiri böyle anlamamış ve anlatamamıştır. Bilmiyorum dünyada var mı? Necip Fazıl’ın şiiri budur.
“Örümcek Ağı”, “Kaldırımlar” şairinin bu tarafını ortaya koyması üzerine, laik çevreler dudak büktüler, tezyif ettiler O’nu.
“Bir mısraı bir millete şeref veren şair” dediklerine pişman oldular. Hiç din ile şiir bir arada olur muydu? Sanat demek, dine rağmen, dine meydan okuyarak ortaya konan şeydi… Belki dinsizlik de sanatkârâne yapılabilirdi, amma bunlar dinsizliği tek başına neredeyse bir sanat ve şiir farikası olarak göreceklerdi.
Nitekim Nazım Hikmet “Allahsız bir baştı o.”
Ve O’nun için “kutsal”larıydı.

Necip Fazıl inanmak deyince, adeta erimek mânâsında alıyordu, yüzde yüz teslimiyet. Her zaman fiil sahasında olmasa bile, fikir duygu ve heyecan planında daima.
“Her fikir her inanış, tek mevsimlik vesselam”
“Zaman ve mekân üstü biricik rejim, İslâm.”
Ve sanat:
“Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış,
Marifet bu gerisi, yalnız çelik çomakmış.” (1939)

Evet… Büyükdoğu’da “Vecdimin Penceresinden” diye yazdıkları… Keza ‘Tanrı kulundan dinlediklerim” ve yine “Mümin- Kâfir” başlıklı diyalogları, hep aynı kaynaktan bazen sızan, bazen taşan, bazen fışkıran fakat hiç durmayan bir geliş.

Bu inançta Allahtan sonraki halka elbette Peygamber. Bir nesil Peygamber aşkını ondan öğrenmiştir. Edebini de. O’nun ismi anılınca hürmet ve bağlılık göstermek selatü selâm getirmek borcunu da…
Tarih kitaplarına “Bay Muhammed” diye yazılmış bir laik ülkede birdenbire bu büyük haykırış kendine getiriş narası şâyân-ı dikkattir. Bakın kendisi de”Çile”nin önsözünde anlatıyor:
“Ve şair demek, Gaye-İnsan ve Ufuk-Peygamberi, Kâinatın Efendisini, Allah’ın sevgilisini sezmeye doğru hususi bir istidad.”
Ve buyrunuz okuyunuz:
Allanın sevgilisi
Bilmiyorum O’ndan önce zaman var mıydı?
Hakikatler boşluğa bakan aynalar mıydı?

Necip Fazıl inancında, pazarlıksız, dövüşsüz, tavizsiz ve menfaatsizdir. O’nun için “istismar etti” diye kimse söyleyemez. Zira, O bu inancından ötürü çok büyük sıkıntılara ve uzun zulümlere mâruz kalmıştır. Fakat yılmamıştır, dönmemiştir. Hatta bu zulümler karşısında daha da çelikleşmiş, inancı üzerine düşünerek idrakinin ve sanatının fetih sahasını genişletmiştir.

O’na “Sabık Şair” “Şiirine yazık etti” diyenlere yine Çile kitabının önsözünde bir cevap vardır…

“… beni fikre ve politikaya kaymış bulanlar, şiir yerine gücümü nelere harcadığımı görmekten midir nedir, kaba bir hükme vardılar:

—Sabık Şair… Şiirine yazık etti.

Bunlar görmüyor ve anlamıyorlardı ki, benim fikir ve politika yoluyla gerçekleşmesi için savaştığım şey, bizzat şiirimin muhtaç olduğu insan ve cemiyet iklimidir, Ben böyle bir iklimin inşâsı cehdine bağlıyım. Bizzat şiir anlayışım bunu gösteriyor (Çile 4. baskı önsöz)

Necip Fazıl bir başka defasında da, asıl İslama angaje olduktan sonra çağlayanlaştığını ve kitaplık çapta bir çok eser verdiğini iftiharla belirtmektedir.

Gerçekten Necip Fazıl’ın imanı, deklare, kavgaya hazır, her sahada söz hakkı iddia eden som bir imandır. Nitekim bundan sonraki hayatı, CHP laikliği tarafından bir meydan okuyuş kabul edilen bu imanı sebebiyle daimi bir kalem savaşı haline gelmiştir.

Tabii en çok CHP laikliğiyle toslaşmıştır.

Hapislere düşmüş sıkıntılardan kurtulamamış, elinden şöhreti alınmak, kabiliyetleri inkâr edilmek istenmiş, fakat inancından taviz vermemiştir.

Ve her şeyi artık imanının -sevdiği kelimeyle söyleyeyim -menşurundan geçirerek görmektedir. Adeta her şeyi yeniden teftişe tutmaktadır. Eşyayı, şahısları, davranışları… Bohem’den İslama… Hem de en tavizsiz şekilde.

Artık O’nun için şeriat en muazzez mefhumlardan birisidir. Şeriat kelime itibarı ile “yol” demektir. Teknik manâsıyla dini hükümlerin toplamı. Hukuki bakımdan ise belirmek lâzımdır ki Şeriat “Hukukun üstünlüğü” demektir. Hukuka bağlı devlet demektir. Cahiliye devrinin despotizmini şeriat ilga etmiştir. Hiçbir hükümdar Şeriatın, yani hukukun iznini almadan bir şey yapmaz. Fertler arasındaki münasebetlerde hukuk hâkimdi. Amma ibadete ait hükümler de Şeriata dâhildir. Ne var ki Şeriat kelimesi, zaman zaman kirli ağızlarda da görülmeye başlanmıştır.

Dükkânlara “balta asıp” haraç toplayan, Fatih Camii avlusunda esrar çeken, kadın hamamlarını basmaya kalkan son zaman yeniçerisi her ayaklanışında aynı teraneyi söylerdi:

– Şeriat isterük!

Şeriat Türkiye’de hayat sahasını, Tanzimat’tan başlayan bir hızla kaybetmişti. Mecelle gibi bir şaheseri veren Şeriat, Batı hukukuna yerini terk etmişti. O kadar ki Peyami Safa’nın “Mecelle şaheserdir” yazısı yetmişli senelerde bile öfkeyi çeker olmuştu.

Şeriat artık kendini mehdi ilan eden birkaç meczubun yahut da Menemen’de olduğu gibi birkaç çılgının ağzında kalmıştı. Menemen hadisesi için Cemil Meriç ateş püskürür zamanın idaresine, o vesileyle zulümler yapıldığını belirtir.

Necip Fazıl ise bu kelimeyi hassasiyetine kavuşturmuştur.

Adalet, zerafet, incelik, mâverâ, ne varsa Şeriat’dedir.

Bu uğurda hiç bir fedakârlıktan çekinmez.

Bir defasında, yine mevkuftur ve dayanılmaz ıstıraplar içindedir. Hâkimler heyetinden, tahliyesini istemektedir. Ve bunu temin için, içinde bulunduğu dayanılmaz haksızlığı ve acıyı o kadar belâgatle belirtir ki heyetin biri kadın olan azasının gözlerinden yaş süzülmeye başlar.

Bunu farkeden Necip Fazıl Üstad durur ve herkesin aynı manzarayı görmesini temin ettikten sonra

– İşte, der, Şeriatın bir sırrı daha tecelli etti: Kadından ceza hakimi olmaz…

Kendi lehine olan bir durumu aleyhine çevirmek bahasına bile olsa Şeriatın gerçeğini söylemekten vazgeçmedi…

O’nun şiiri imân, imânı şiirdi. Şeriat kelimesini esas mecrasından çıkarıp çirkinleştirenler elbette solcularımız ve Peyami Safa’nın “Devrim yobazı” dediği tiplerdi. Onlar Şeriat’le Teokrasiyi birbirine karıştırıyorlar ve bundan fayda umuyorlardı. İslâm Şeraitinde teokrasi yoktur. Teokrasi Hıristiyan şeriatine bile sonradan sokulmuştur, Kilise tarafından… Papalar, onun için sonradan mamul Hıristiyan Şeriatine göre, hatadan münezzeh olup istediklerini Cennete veya Cehenneme gönderebilirler. İslâm Şeriatinde böyle bir şey yoktur… Sadece İran’daki Mollalar rejimi teokratik tohumlar taşımaktadır. Orada “Mollarşi” denen bir din adamları sınıfının iktidarı ve yanılmaz şaşmaz Ayetullahlar idaresi vardır… Bu durum, İslâm dünyasında bir sapma olarak kabul edilmiştir.

Bu kadar tavizsiz inanan Necip Fazıl, tabiatiyle yobazlardan çok mustaripti. Bunu yazılarına ve şiirlerine de aksettiriyordu.

YOBAZ

“Din adına yol kesen dünkü yobazın oğlu.’…
Yine sen kesiyorsun, küfür uğruna yolu!”
Bir de İslâmın içindeki, yarlar ve engeller vardır. Bunlarda dışarıdakiler kadar zararlıdır. Üstadın inancı bunlardan da rahatsızdır… Bu rahatsızlığını şiirleştirir: Şiirin ismi Son Sığınak’tır… Sene 1982…

” Ve aşksız yobaz… işi gücü,
Namazla Cennet takasında.
Tam dört asırdır Müslümanlık,
Cansız etkiler markasında.
Kıır’an kalbi kör ezbercide,
Din, üfürükçü muskasında…”

Evet 1976’ya dönelim, bakınız Şeriati nasıl tebcil etmiş:

PETEK

“Oluş sırrı, o nurdan heykelin eteğinde,
Ve ölümsüz balı, Şeriat peteğinde”
Nurdan heykel dediği İslâmın yüce Peygamberi’dir.

O’nun eteğini de zaten bir başka şiirde “Rahmet rüzgârı etek” diye anlatmıştı. Demek, Şeriat bir petek ve o’nun balı “Ölümsüzlük…”

Şimdi hatırladım. Bir defasında beraber vapurla Karaköy’e geçmiştik. Köprüyü yürüyerek geçiyorduk. Dalmıştık konuşmaya. Konumuz edebiyat, ölüm ötesi, ahiret, gerçek dünya ve haşre inanmak gibi şeylerdi.

Öte dünyaya inanmanın korkunç ve düşünülmeyecek bir şey olduğu üzerindeydik. Bir ara “İnsan öte dünyada Cehenneme atılmaya razı olmalıdır. Faraza bir öte dünya olması alternatifi karşısında kalırsa” dediğim zaman heyecanlanmış, elimi tutmuş ve tam bir gönül iştiraki ile haykırmış:

– Bravo, ben de böyle düşünüyorum… Said-i Nursî daha ileri gidiyor ve diyor ki:

“Yarabbi sen o kadar merhametlisin ki, haşri inkâr edenleri bile, haşrden mahrum etmekle cezalandırmak yolunu seçmez onları ebedi mahrumiyete uğratmazsın.”

Bu tavizsiz imanla, O, birçok eski dinî eseri (Mesela El Mevâhib-i ledünniyye) dilimize yeniden kazandırmıştır ve bir de “İman ve İslam Atlası” yazmıştır. Sanırım enterasan bir modern “İlmihal’dir O gittiği yolu aynı zamanda yoklayan ve tedkik eden bir yolcu’dur… Bu yol, bu inanış O’nun her şeyidir… “Yol O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya…
Yüzüstü çok sürüklendin ayağa kalk Sakarya.”
Necip Fazıl’ın hayatının bazı devrelerinde, eli, kolu, bedeni bu yolun dışına düşmüş olabilir. Amma müfekkiresi, amma ruhu, amma kalbi bir an olsun bu yoldan ve bu inançtan ayrılmış değildir. Kalemi sanatı, şiiri ve sonu bunun şaşmaz şahididir. Yol ile yolcu arasındaki bu aralık O’nun ve bu cemiyetin dramıdır. Bu dram bir zihin ve inanç bulanıklığından çok, bir irade zaafından doğmaktadır.
Doğmaz güneşlere bağlandı vade,
Dişlerinde köpek nefsin irade.

Bir yerde hem cemiyetin hem kendisinin müşterek dramını ancak kendisi anlatabilir başkası değil…
“Nur topu günlerin kanına girdim,
Kudsî emaneti yedim bitirdim…”

Kimbilir belki Necip Fazıl’dan çok cemiyet bu kudsî emaneti kucaklayacak iradeye ve liyakate malik değildi… Amma o yine söyleyeceklerini söyledi ve öyle gitti…

“O’nun ümmetinden ol.”

(Ergun Göze – Üç Büyük Mustarip)

Exit mobile version