NECİP FAZIL
Hekimoğlu İSMAİL
Her devirde arayış içinde olanlar vardır. Biz ne arıyorduk? Biz aramıyorduk, bir şeylerden kaçıyorduk. İçkinin, kumarın, kız arkadaşın moda olduğu bir devirde… Komünizmin ilericilik sayıldığı bir zamanda… “Ahlak” kelimesinin unutulduğu bir hengâmede… Dinsizliğin yaygın olduğu günlerde biz, sosyal hayattan kaçıyorduk. Bunun için “sosyal hayata uyumsuzdur” diye yazdılar. Hatta psikiyatride tedavimiz gerekiyordu…
“Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu”
Bu pusudan kaçmaya çalıştık.
Kaçtığımız kesindi fakat nereye gittiğimizi biz de bilmiyorduk. Belki Müslüman’dık amma, İslamiyet hakkında hiç mi hiç bilgimiz yoktu. Çünkü imanımızı yakmışlardı, bizi tabiatçı yetiştirmişlerdi.
Annem, babam Müslüman’dı, namaz kılarlardı. Okul bizi onlardan uzaklaştırdı, ne yapacağını kendileri de bilmiyordu. Hedefsiz, gayesiz bir nesil yetiştiriliyordu. Devlet ise bizi hiç ilgilendirmiyordu. Biz, çamura saplanan büyüklerimizin durumuna düşmemek için devletin çizdiği yoldan çıkmıştık, bu yüzden devletle basımız dertteydi. Karakollar, mahkemeler vesaire…
Her bakımdan bizden ileri olanlar vardı. Onlar ateş hattındaydı. Makineli tüfek ateşine ayakta yürüyordu. Necip Fazıl bunlardan biriydi.
Şahsi ve şahsiyeti ne olursa olsun, beni ilgilendirmiyordu. Ona hürmetim vardı. Doya doya yüzüne baktığımı hiç hatırlamam. Onun şiirleri, onun nesirleri, onun konferansları…
Bir çocuk anne sütüyle nasıl beslenirse, ben de Necip Fazıl’ın kaleminden ve kelamından öylesine beslendim.
Nasıl ki çocuk, beslendiğinin, büyüdüğünün farkında olmazsa, ben de bir şeyler olduğumun farkında olamadım. Bir gün baktım ben de yazıyorum, ben de konuşuyorum.
Niçin onun şiirleri bana o kadar tesir etti? Niçin Çile’nin yarıdan fazlasını ezberledim. Niçin onun kitaplarını su gibi içtim? Niçin onun konferanslarını kaçırmamaya çalıştım?
Simdi sorsanız, konferanslarından aklında kalan tek cümle var mı?
Hayır!
Hanginiz anne sütü emdiğinizi hatırlarsınız? Amma hayatiniz o emmenin üzerine oturdu…
Büyük Doğu’nun kapanışı, çıkısı, beni basamak basamak yükseltti. Her kapanışta büyük bir heyecan duyuyordum, her çıkışında uçacak gibi çırpınıyordum.
Necip Fazıl’ın hapislikleri… Sanki onunla beraber hapistim. Ruhum doyuyordu.
Necip Fazıl bir saraysa, onu bir kapıdan seyrettim: Sanatını İslam’a adamıştı. Sanatı Müslümanlar içindi. Onun dallarında ilmin, fikrin, imanın en güzel meyvelerini toplamak mümkündü. Onun dünyasında baharı yaşardım. Onun eserlerinde, sohbetlerinde çölde vahayı, okyanusta adayı bulurdum. Bizi bu dünyadan çekip alırdı, bizi bambaşka bir âleme otururdu, ben o âlemi severdim.
Necip Fazıl’ın kaleminden çıkan bir şeyi okumamam mümkün değildi. Sigara hiç içmezdim. Fakat onun kürsüde sigara yakısı, dumanların arasından konuşması bile bana efsunkâr gelirdi. Dedim ya şahsıyla değil, o öyle bir ağaçtı ki, gölgesinde serinler, meyvelerinden yer, orda güven bulurdum.
Allah’a şükür, simdi eserlerinin bütünü yayınlanıyor. Her gün, her yıl yepyeni olan eserler. Hayatimin temel taşları, sarayımın kerpiçleri…
Simdi uzaklardan ona bakıyorum, devletle, devletlerle, hükümetlerle, kuvvetlerle tek başına mücadele etti. Galip geldi. İyiye, güzele doğru, her değişimde onun imzası vardır. Bir insan, nasıl kitleleri böylesine yoğurur? Hayati bu kadar nasıl değerlendirebilir? İsmini nasıl hafızalara çakar? Ve bu insan mezara nasıl sigar? Necip Fazıl, bir âlemdi, bir âlem kurdu, gitti. Simdi ben, o âlemin içinden sizlere sesleniyorum.
O da bir âlemde… Ebedi saadet, ebedi lütuf, ebedi sefeat onunla beraberdir, inşaallah.
(ZAMAN-Arşiv)