NECİP FAZIL KISAKÜREK’İ DOĞRU OKUMAK
Osman KOCA
Yazınsal serüvenin ve bizzat şiirin uluorta ağızlardan yine uluorta meydanlarda dillendirilmesi üçüncü milenyumun kronik hastalıklarından olsa gerek. Eli kalem tutsun ya da tutmasın bir takım fossiptik ağızların peşin hükme dayanan ve dolayısıyla yazarıyla şairini ilgilendirmediği gibi düşüncelerini de bağlamayan bir takım ikircil önermelerin sorgulanmadığı muhakkak bu arada. Çamur at izi kalsın mendeburluğu içinde hareket eden ve beyninden ziyade midesiyle düşünmeyi alışkanlık haline getiren bu embesillere, meydanı bırakanlara da şaşmamak doğrusu elde değil.
Yakın zamanlarda Üstad’ı ilkin günlük bir gazetede Hilmi Yavuz eleştirmiş ve onu emir sığalı eylemleri sıkça kullanmakla itham etmiş ve şiirinin getto-hamasî bir düzlemde ele alınması gerektiği mealine yakın düşünsel bir aforizma sarf etmişti.
El hak doğrudur. Üstad’ın kimi şiirleri emir kipiyle örüntülü, kimi şiirleri gettovari, kimi şiirleri de ancak bir üst-zekadan sudur edebilecek oranda yergisel ironidir.
Onun poetikasını bilenler bilir. Bilmeyenlerse “Çile” kitabının sonundaki ondört baplık manifestoya pekala göz atabilir.
Biz herkesin bildiklerinden ve okuyacaklarından ziyade onun bilinmeyen yönlerine yine şiirsel metinlerinden yola çıkarak göz atmak istiyoruz.
Böylece ancak ve ancak üçüncü dereceden bir araştırmacıya müstahak klişe dogmaları bir yandan yıkmayı arzularken diğer yandan onu bilinçsizce göğe çıkartanların ayaklarını da arzın rahmine indirgemeye çalışacağız.
Fakat şiirleriyle Üstad’ı tanımadan önce -zira en isabetli ve sahih metodolojik yaklaşım bu sistematikten geçer- “Çile poetikasını” oluşturan devrin sosyal ve siyasî yaşamına anahatlarıyla dokunmamız icap edecektir.
Osmanlı aristokrasisinin saltanat merciine ve doğal olarak yargıya nüfuz etmesiyle ilkin şekilsel ve hemen akabinde muhtevî değişik formlarla inkıtaa uğrayan divan şiiri, Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’nin tesiriyle yerini arayış dönemi sonrasının Millî Şiir Cereyanı’na kaptırır. Fakat bu histerik şiirsel başkaldırı, ne retorik, ne pratik, ne de siyatik bağlamda edebiyat sahasını tutarlı bir çizgiye taşıyamaz.
Bunun üzerine neo-ulusal akımlar çok geçmez, yaşamsal ağırlığını şiir ve edebiyat merceğine taşırlar. Ne ki; 1927 ve sonrasının “Kadro hareketi” yurt içinde sağlayamadığı direniş mekanizmasını başta Fransa ve Polonya olmak üzere Avrupa kıtasıyla, komünizmin hâlâ bayraktarlığını yapan Ortodoks Rusya’sına çevirmek zorunda kalır.
Nazım Hikmet’in sosyal gerçeklikten yola çıktığını iddia ederek oluşturduğu mekanik şiirsel anlayışı, proletaryanın olmazlarsa olmazları arasında ilk sırayı alır. “Birinci Yeni” nam-ı diğer Garipçiler” cılız fırça darbeleriyle bu potada ben de varım derse de henüz bir varlık göstermekten hayli uzaktır. “Küllük” ve beraberindeki “Mavi Akım” doğmamıştır bile.
Anlayacağınız Türk şiiri, potansiyel açıdan kesik satırların fikir babası Mayakovski’nin hizmetine girmiş ve artık öyle bir zaman gelmiştir ki bırakın aruzu, hece ölçüsü ve uyaklarla şiir yazmak bile edebiyat vadisinde sakıncalı, müstehcen duruşlardan sayılagelmiştir.
Hal böyle iken; dinî ve sosyal diyalektizm ile tasavvufî sorunsalları edebiyat sahasına ve hele ki şiirsel forma kavuşturmak neredeyse imkansız bir hüviyete bürünmüştür.
İşte Üstadı ve şiirlerini tanımadan önce bu olay ve olgu dizgisini çok iyi bilmek ve ancak ondan sonra onun yazılı ürünlerini yine devrin gerçekleri arasında ve yine devrin sosyal, siyasî şartlarını dikkate alarak irdelemekte fayda vardır.
Aksi takdirde kıçınızı koltuğunuza yaslayıp kuyruğunuzu bacaklarınızın arasına sıkıştırarak aradan onlarca, yüzlerce yıl geçtikten sonra tarihî bir kritiği küçümsemek yahut önemsememek gibi bir gaflete ve dahası bu gafletten velut hezeyan yüklü irin ve kusmuk denizine düşerseniz, hercâî takıntılar içinde ve yazık ki pisi pisine burada gark olmanız işten bile sayılmayacaktır.
“İkinci Yeni” ve bu ikincil yeniden ayrık “Hisar” ile “Mavera” sacayağında gidip gelen ve bugünse daha ziyade “Varlık” ile Dergâh” coğrafyasında seyrini devam ettiren modern Türk şiirinin normlarıyla formları hususunda Hüseyin Akın ile Baki Ayhan T’nin muhtelif dergi ve kitaplarda yer alan görüşlerine müracaat etmek yerinde olacaktır.
Zira doğadaki; “güçlü, zayıfı yok eder” prensibi ile edebiyattaki “her yeni akım, bir önceki akımı kötüler, küçümser ve inkar eder” ilkesi canlıların ilkel ben’ini ve hayvanî dürtülerini göstermesi açısından hayli tuhaf ve bir o denli manidardır.
Sözün özü modern Türk şiirinin geleneksel formlarıyla günümüze nasıl ulaştığı hakkında yeterli bilgi edinmek için Muhsin Macit’in ‘Gelenekten Geleceğe’ adlı eseriyle şiir ve kuram, şiirde biçem sorunlarını detaylı bir şekilde görebilmek içinse Muhsin Şener’in ‘Şiirin Diyalektiği’ adlı enfes yapıtına bakmak gerekir.
Şiirsel evrelerin önceleriyle sonraları üzerine yürütülen muciz bir dizi önermeler sonucunda meramımızın anlaşıldığını varsayarak Üstad’a ve şiirlerine geçebiliriz artık.
“ALLAH” müstakil başlığı altında yer alan şiirsel dizelerde sunduğu sözdizimlerinin imgesel boyutu hayli derîn ve ironiktir Üstad’ın. Düşmanlarının bile üst-zekasında hemfikir olduğu bir düşünürden başka ne beklenir ki:
Ateşten zehrini tattım bu okun,
Bir anda kül etti can elmasımı,
Sanki burnum değdi burnuna yok’un,
Kustum, özağzımdan kafatasımı.
Yukarıdaki dörtlükte yer alan “ateş, zehr, ok, kül, can elması, yok, öz-ağız” modern aklın dil olanakları içerisinde yüzeysel görünen ancak uzmanlarınca hissedilecek derecede yoğun bir anlam taşıyan mazmun yani kalıp-sözler içinde hepsi de ayrı reveranslar kabilinden üzerinde risaleler yazılacak kadar zengin ve derin manalar taşımaktadır.
“Sen ol dersin ve olur!” haykırışı, ilahî söylemi kainatın kitabından cımbızla çekerek siyakıyla sibakı arasına tasavvuftaki nur kaynağını yine tasavvufî başat ilkesiyle yani “heme est, heme-ez-est/Her şey O’dur ve her şey O’ndandır” düsturuyla ve üstelik sanatkarane bir üslupla dile getirir.
“Pınar başında suyun hasretini çekecek” kadar içten ve “Yalan dünyada bütün görünüşler iğreti” itirafını yapacak kadar onurlu bir insandır Üstad.
“Var ile Yok” gibi birbirine zıt iki farklı kutbu ustaca bir duyuş ve düşünüş tarzıyla O’nda birbirine bağlar. Var’lık ile Yok’luğun savaşımıdır bu aslında. Var, Hâbil; Yok, Kâbil’dir ontolojik anlamda.
“Allah’ım affet!” nakaratlı şiiri, yüksek zümrelerde hâlen dile getirilen mücerret duaların en iyileri arasında sayılır.
Sanatı, Allah’ı aramak felsefesi üzerine kuran ve gayrısını çelik-çomak oyununa bırakan kurgudaki ironi sizce sıradan bir ifade midir!
O, Rabb’ine karşı kusurlarına rağmen açık ve hazırdır:
Güzel Allah’ım, senden ne gelecekse gelsin,
Sen ki rahmetinle de, kahrınla da güzelsin.
Allah’ın kudretini hesaba katmayan âlimleri bilgisizlikle, irikıyımları ise güçsüzlükle hayattan izole eder:
Kudret O’nun, gayrında ne mecal var, ne tüvan,
Âlim ilmine yansın, pazısına pehlivan.
Hele bir bakın, şu ilticaya:
Bu yük senden Allah’ım, çekeceğim, naçarım,
Senden sana sığınır, senden sana kaçarım.
İkinci bölüm “İNSAN” adını taşır. Ve bu bölümde doğal olarak ilk sırayı âlemlerin gözbebeği Hz. Muhammed alır. Açış şiiri, mükemmel bir tespitle başlar:
Bal sensin, varlık petek…
“Bendedir” şiiri söz oyunlarıyla çerçevelenmiş kurgusal metodolojinin şaheserleri arasındadır. “Ben” şiiri de geleneksel şiir ile yenilikçi şiir arasında adeta bir köprü vazifesi kurmaktadır. Şöyle ki;
Hep ben, ayna ve hayal; hep ben, pervane ve mum,
Ölü ve münker-nekir; baş dönmesi ve uçurum.
Üstad, daha sonra nefsiyle bir dizi muhasebeye girişir:
“Serseri” şiiri fiziksel yaramazlığını, sırasıyla; “Nefs, Benim Nefsim, Ve Nefs, Hep Nefs gibi metafizik şiirleri ise varoluşsal haylazlıklarını dillendirir.
Adres tek ve nettir; “Çağın kapital beyinleri, sağmal kalpleri ve animal kimlikleri”
“Nefs” ile yaptığı muhasebelerin neticesinde vardığı sonuç hayli manidar ve düşündürücüdür Üstad’ın. İnsanı hayrette bırakacak bir dürtüyle vardığı sonucu hemen akabinde dile getirir. “Sabır” ve “Çocuk” safiyeti.
Neslin yaşadığı krizlerle bohem takıntıların kaynağını, determinist bir ilke ve öngörüyle şu şekilde tespit eder Üstad:
Müjdecim, kurtarıcım, efendim, peygamberim,
Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim.
Bu aynı zamanda; inandığı gibi yaşamadığı için yaşadığı gibi inananlara tokat mahiyetinde verilen bir cevaptır nitekim.
Peygamber’e itaat hususunda da şeksiz ve şüphesiz noktayı koyarken modern aklın, din karşısında takınacağı tavrı da gösterir:
Gözüm, aklım, fikrim var deme, hepsini öldür,
Sana çöl gibi gelen; o, göl diyorsa göldür.
“Rütbe”sini, Peygamber’e duyduğu samimiyet ve utkuyla ilintilendiren, dünyayı “kara tahta”ya benzeten, “sofra”yla toprağı çeşitlendiren, kendisini “divane” ama “gaibi kurcalayan çilingir”le özdeşleştiren, meclisleri “kavanoz”la bezeyen, “müslüman yüzü” daima yücelten, beşer iradesini bir “oyuncak” a çeviren, nefsi “cüceye dönen dev” imgesiyle eriten, ötekilere “sual-cevap” eyleyen, “akl”ı küçümseyen, son “şarkı”da mahiyetindekilere tabutun gıcırtısını dinleten ve nihâî raddede vasiyetini şu şekilde ilan eden büyük bir mütefekkir ve sanat adamıdır Üstad:
Son gün olmasın dostum; çelengim, top arabam,
Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam.
Yine şaşılası bir durumla vasiyetinden hemen sonra kitabının üçüncü bölümünde ÖLÜM’ü anar Üstad:
Merkez ölümse, ve insan da bu merkezin rahmindeyse “işi acele”dir:
Eser darmadağın, emek yüzüstü,
Toplayın eşyamı, işim acele.
Sıradanlaştıkça her şey, ne ki ölüm de öyle, kanıksanıverir bir anda. “Orada” yani o dünyada “inanmaz”lık başlar ve biter hayat:
Minarede ölü var diye bir acı sala,
Er kişi niyetine saf saf namaz, ne a’la,
Böyledir de ölüme kimse inanmaz hâlâ,
Ne tabutu taşıyan, ne de toprağı kazan.
Yoldan çıkıp şarampole yuvarlanan bir araba gibi, nihilizmin kavşağında acı gerçekle yüzleşir insan ama iş, işten geçmiştir o ân:
Çarpıldık, ölmemek için, ölüme.
“Eski raf”ta bir daha ölmemek için ölünenler durur. Artık “dövün”mek için tamtamlar vurulur.
“Ölünün odası”nı nesre kayan betimsel kalemiyle karış karış gezdirir bize Üstad. Tüylerimiz diken diken oluverir o odada, dudaklarımız uçuklar, o pek mâhir aklımızla kanımız bir anda donar. Açılır kıvrım kıvrım toprak altı dehlizler, çanlar, kocaman çanlar ürpertir içimizi.
Derken “ruh”un senfonisi eşlik eder maceramıza. Kalem tekrar nazma, imgeler hafızamıza kazınır. O sıra bir “tabut” geçer gözlerimizin önünden, “ölüler” sessizliğin çığlığını refüze eder. Kişner birdenbire “cansız at”, servili bir çukuru vardır ve ölümsüz gerçeği haykırır üstündekine.
“Gözler” kaygılı ve fersiz “biter”, “şükür” başlar, “mezar” bir “tablo” gibidir, “dünya” ise “boş”tur. “Kapı aralanır” da bir türlü öte tarafa “geçilmez.”
“Geliyorum” diye haykırır da insan, sonra “büyük randevu” aklını çeler:
Büyük randevu, bilsem nerede, saat kaçta?
Tabutumun tahtası, bilsem hangi ağaçta?
Zaman, “dipsiz kuyu”; mekansa “yokluk” diyarıdır. Bu yüzden öleceğinden “haberi yok”tur insanın. “Geçer akçesi”ni bile yele verir hasis sarraf, bu sebeptendir ki ölümü “nasıl” unutacağını bilebilemez. Kulağına okunan “ezan”, ölümden uzak “hasret” tadında, “zafer arabası” da bir tabut gıcırtısındadır.
Güzel insanlar “gittiler”den sonra Azrail’e “tebessüm” ederek odasında ölümü bekler Üstad. Tahta ata binen bir çocuk sevinci ve sırnaşıklığı içinde ölüme “bayram” eder. Nitekim “o dem” ölüm, “hüner”li bir “kapı” edasıyla açılıp ölmeden evvel ölmeyi becerebilenlere “güzel şeyler”i apansız “müjde”ler.
“ALLAH, İNSAN ve ÖLÜM” den sonra dördüncü boyutta başlar “ŞEHİR”in hikayesi.
Üç boyutlu “kaldırımlar”ı, “otel odalar”ı, “bacalar”ı, “istasyon”u, “iskele”si ve vaktiyle kendisinin de nazar kıldığı güzel kadınlarla dolu “sokak”ları vardır şehrin.
Araya “Canım İstanbul”un şehrengizini sokar Üstad. Dili; kah imgesel, kah lirik, kah betik ve kah siliktir.
Hep “apartman”lardan şikayet eder durur. Yakınlaştıkça uzaklaşan insanların bu legolarına tahammülü yoktur asla. Mezar sözcüğünü tekrar ve mütenasip çağrışımlarını restore ederek “karacaahmet”i dizayn eder yine yeniden.
Maziyle istikbal arasındaki o çıldırtıcı noktada bir süre eğleşir ve şöyle hayıflanır kendi kendine:
Şehirlerde tabanım değil, yüreğim yarık,
Nur şehrine gidelim, yürü, çilekeş çarık.
Nur şehrini, yani geniş anlamda kutsal toprakları, dar manada ise İstanbul’u tıkar gökdelenler. Yakarı ve yakarı olduğu kadar da isyan yüklü bir sesle basar feryadı:
Nur yolunu tıkıyor yüzbir katlı gökdelen,
Bir küçük iğne yok mu, şehrin kalbini delen!
Şehir alevler içindedir yazık ki. Küser Üstad. Beşinci boyutta “TABİAT”a sığınmakta bulur çareyi. Çıkar “şehrin dışı”na. Bahçesinde “garipçik” bir yusufçuk, necipçik, necipçik diye öter durur. Ormandan bir “ses” çıkagelir, “azgın deniz” tufan olup çöker dünyaya. Gel gör ki, hiddeti geçer bir anda. İlkin “dalgalar”ı uslu ve güzel genç bir kıza döner. Sonra sütliman olup “susar deniz” Şehirde cüceleşen insanlara dev olmaları için “dağlarda şarkı söyle”melerini salık verir Üstad. “Yıldızlı bir gecede”, “madde ve ruh”, “su”ya karışır. Sekiz oktavdır “su” Tıpkı felsefenin doğuşuna öncülük eden notalar gibi. Son oktavda tabiata suyun duasıyla son verir Üstad ve bunu yaparken de insanoğluna suyun kullanma kılavuzunu okutur âdetâ:
Su duadır, yakarış, ayna, berraklık, saffet,
Onu madenî gökte, altınlar gibi sarf et!
Altıncı boyut, altıncı hisse tekabül edercesine ince bir zeka hüneriyle kapılarını “KADIN” için aralar. Zira “beklenen” narin bir mahlukadır o, “bekleyen” ise yine onun gibi narin bir şair. “Dönemeç”tedir her ikisi de. Biri “gel” der, diğeri “veda” eder. Kimin gel deyip kimin veda ettiği karışır bir anda.
Ne ki boz bulanıktır dönemeç. Öyle ki “aydınlık”ı bile boğar insanı. İşte o sıra deşifre eder onu Üstad:
Bir işaret, bir misal,
Ayrılık remzi visal,
Allah’a yol bir timsal,
Kadın…
Gaye kadınsa, git git, çıkmaz bir sokaktır kadın. “Kalan”ların şiiridir bu aynı zamanda. Cenap’ça bir duruş sergileyip iki portre altı beyitle onu resmederek bu faslı kapatır Üstad.
Yedinci boyutta “KORKU”larla yüzleşme vakti gelmiştir artık.
“Cinler”i tasvir ederek başlar işe, tekin olmayan “boş odalarda” gezinir, “gece yarısı” müphem “ayak sesleri” işitir, “açıklarda” dolanır sonra ve fakat denizde bile yakalanır “karınca”lardan velut “vehim”lerine. Gece karanlığına karışan sesiyle korkularını bize de bulaştırmak ister. Ancak korkuları da onun gibi ulvî ve derindir.
Su çekildi, göründü sanki zamanın dibi,
Korkuyorum, bu akşam kıyamet varmış gibi.
Onca, korkunun adresi de bellidir:
Bir kalbim var ki benim, sevdiğinden burkulur,
Kahredenden ziyade, sevilenden korkulur.
Sekizinci boyut yine muhteşem bir buluşla korkularından arınmak isteyen insanın bir an önce varmak istediği yer yani “DÂU’S-SILA”dır. Tıpkı dünya meşakkatinden çekinerek annesinin koynuna sığınan bir bebek gibi, tıpkı fırtınalı havada azgın dalgalarla boğuşmadan korunaklı limanlara varmayı arzulayan gemiler gibi.
Sonuçta bir özlem ve yurtsamadır insanı korkularından alıp sıyıran. O, kah “takvimdeki deniz”, kah müselles “geceye şiir”dir. Ne ki yazgısı “yolculuk” üzerinedir. Bu garip seyrüseferde “annesine mektup” yazar Üstad, “gurbet”e sitem eder, çünkü yaban ellerde “yalnızlık” çeker, ancak “ıraklarda” sökün eden bu yolculuk sanılanın aksine coğrafi değil, aksine içseldir. Bu vesileyle “visal”dir bir dehlizi. Diğer dehlizinde yılları buruk bir tatla anan “geçti geçti” sesleri yankılanır. Bahçeleri de vardır bu içsel dünyanın ve “o bahçelerde” mutlak gerçeği her daim haykıran bir “haberci” bağban bulunur. Daüsılası yani yurtsanımı diri ve zinde olup “ebedî taze”dir, “hasret” vardır örenliğinde. “Boş ufuklarda” salınır gözler ve “nimet”e “kavuşmak” aynı zamanda bir “ayrılık” ve döngüsel “hicret”tir. “Vatan”ı çepeçevre kuşatan “zifaf” bir anda “geçer” sonra “aynı nokta”ya tekabül eder. “Ramazan” ayını “murad” eden “hayret”ten “gölgeler” vardır. Silueti “yalnız” ve bir “kamış” kadar ince ve naziktir Üstad’ın:
Ben gurbet rüzgarının üflediği kamışım,
Bir su başında mahzun, yapayalnız kalmışım.
Dokuzuncu boyut “UKDE” reveranslıdır. “Ukde” birliğe açılan “perdeler”in ve “yüzkarası” hayaletlerin halezonî buluşmalarıyla çıkar gün ışığına. Tam bu noktada akılla oynar Üstad, “kafiyeler”i şiirin rahmine gömer. “Kıvrım kıvrım” “geçen dakikaların”ın maverasında “zaman” tandanslı bir “nakarat” söyler bizim için. “Ölümsüzlük”ü yatırır “mercek” altına. “Saat”i gelir bir “zarf” içindeki “aynadaki hayali”yle dertleşir.
Ontolojik bağlamda bireyin nefsini, vehmini, günahını, varlık sebebini döker bir bir ortaya ve akabinde kurtuluş prospektüsünü hazırlar bir’liğini yitiren bireyler için:
Yıkılan sarayımdan tek bir nakış kalmadı,
Dışa mıhlandı gözler, içe bakış kalmadı.
Saray; makro düzeyde dünya, mikro ölçekte bedendir. Nakışsa insan ve töz. İşte böylesi bir “mukayese” ile kapatır ukdelerinin faslını.
Onuncu boyutta “HAFAKAN”larını sorgular Üstad. Mistik boyuta geçişin trans-şiirlerinden mürekkep duyuş ve düşünüş tarzıyla çıkar okur karşısına. Yorgun ama yüreklidir hâlâ. İçsel bir başkaldırıyı kazıtır belleklere. “Dayan Kalbim” der, kalp bir ülkeyse orada “bitmez” makus “bela”lar. “Saat kaç” diye sorar “hayat” ilmeğine. “Rüya” faslında başlar “bu yağmur”. Çekincelerinden ötürü derin bir “azap” duyar, ateşi artık “kırk derece”ye çıkar ve “sayıklar” “saat oniki” diye, “ağlayan çocuklar”a bakıp çeker içini, kalbindeki “örümcek ağı”ları tek tek söküp atar. Portre altı mısralar bu bölümde de heyecanla devam eder. Ta ki “ecel” keser önünü:
Yetişir boğuştuğum gece gündüz ecelle,
Allah rahim ve rahman, Allah azze ve celle.
Onbirinci boyut, Üstadın hayatını çevreleyen “DEKOR”larla süslüdür. Bunların kimisi insan merkezlidir. “Anne”si, “bahçedeki ihtiyar” gibi. Kimisi mekana yöneliktir. “Odaları” ile “tavan”ı ve “ev”i gibi. Kimisi nesnelerden müteşekkil “mangal, kaya”, kimisi de daha spesifiktir; “akşam”, “mevsim”, “ninni” gibi…
Fakat tüm bu dekor içerisinde kıymeti haiz ve aziz tek bir “eşya”sı vardır ki, o da ne gariptir ki, artık kamusal alandan bile soyutlanılmaya çalışılan ve yazık ki mensuplarına öz yurdunda parya muamelesi gördüren ve de aristokrat kemsimle dalkavuk aydınların kabusu haline dönüşüveren başörtüsüdür:
Sırma renginde pislik, dünyanın süsü püsü,
Bende tek aziz eşya annemin başörtüsü.
Kanayan yaramıza “imza” attıktan sonra ve yine şaşılası bir öngörüyle onikinci boyutun “TECRİT” odasına davet eder Üstad bizi. Orada durağandır her şey; zaman, mekan ve insan da öyle. “Ne ileri ne geri”dir “yollar ve gökler”
Şiir kuramında ansızın köklü bir değişikliğe gider Üstad. Mücerretten müşahhasa taşır şiirini. İçerikle şekilde, söyleyişle pratikte bir “yeni”lik vardır artık.
Bu boyuttaki beyitlerin hepsi şaşılası derecede mücerret, ama öncülleriyle ardılları ise zıt istikamette müşahhastır nitekim. “Aklı, varlığı yokluğu, imanı, hakikati, gayeyi, ateşi, cehennemi, latifi, mantığı, zamanı, süreğenliği, nihilizmi, kaderi, ontolojiyi, kitabı” sorgular beyit beyit. Üşenmez; “kelimeye, besteye, bire, sayılara, oyuncağa”da dokunduruverir inceden ve ister mücerret olsun ister muşahhas, tüm evereni aşk doktrininde birleştirir:
Allah, Resul aşkıyla yandım; bittim, kül oldum,
Öyle zayıfladım ki, sonunda herkül oldum.
Onüçüncü boyut, Üstad’a tesir eden “KAHRAMANLAR”a mahsustur. Mürşidi Abdülhakim Arvasi, şiirinin kaynağı bizim Yunus, Köroğlu, Hallac-ı Mansur, Seyyid Taha, Şah-ı Nakşibendî gibi gönül erleri ikamet eder orada. Onlar; mümtaz, onurlu ve kahraman oldukları kadar ölümü ötelemesini bilen saygın insanlardır:
İnsandan murad onlar, ölümü öldürenler,
Ötenin ötesinde sonsuz hayat sürenler.
Ve son boyutta artık “DAVA ve CEMİYET” gibi zahmetli ve sosyal bir sorunsala da parmak basmaktan kendini alıkoyamaz Üstad. Ne ki; emir sigalı eylemlerle, hamasî nutukların çerçevelediği bir tek bu boyut batar insanların gözlerine. Son raddesiyle değerlendirilen, bütünü algılamaktan uzak, habbeyi kubbeye çevirenlerin dürtüsü hortlanır bu perdede. Ancak gel gör ki; bunlar da bilimsellikten ve nesnellikten ırak önermelerle yüklüdür. “Büyük Doğu Marşı” hayretliğinin bir eseridir Üstadın. Nitekim “Sakarya Türküsü” de öyle. Ancak hususen “Sakarya Türküsü” söylemi lirik olduğu kadar dil ve şiirize mefhumların seçimi açısından da bir şaheserdir aslında. “Destan” aklıevvelleri şaşırtacak denli hamasîdir evet. Ama unutulmamalıdır ki bir o misli de içten ve yalın bir haykırışın tezahürüdür bu tarz söylem. “Şarkımız” gerçekten şarkımız olmuş, “Zindandan Mehmed’e (yazılan) Mektup”la oturup “aman” çekerek çok ağlamışızdır.
Portre altı şiirlerin yoğunluğu altında geçen bu son fasılda Üstad’ın insanlara diyecek bir çift sözü daha vardır.
Bunların ilki yolunu takip etmek isteyen genç nesle:
Ey genç adam, yolumu adım adım bilirsin,
Erken gel, beni evde bulamayabilirsin.
İkincisi ise kendini çekemeyenleredir:
Ey düşmanım; sen, benim ifadem ve hızımsın,
Gündüz, geceye muhtaç; bana da sen lazımsın.
İşte böylesi buluş, duyuş ve düşünüş tarzına sahip muhteşem zeka karşısında boynumuzu büküp oturur vaziyette adamakıllı düşünmemiz gerekirken; kulaktan dolma, sathî, taraflı ve ancak omurgasız bir beyinden nüksedecek kadar havaî tümceler kurmak kimin, ne haddine!
Ancak ve ancak düşünce yeteneği bedhahlarca taciz edilmiş, kalbi taş mühürlerle bezekleşmiş, Üstad’ı okumaya dahi hacet duymayacak kadar utanmaz ve pervasız, ithal fikirlerle aklını pazara çıkaran, devşirme ruhlu insanlar onu hafife alabilir.
Ve yine ancak ve ancak, onu tarihî ve menkıbevî bir şahsiyetmişçesine algılayan, üstadın kendi deyimiyle ideolocyasından bîhaber olan, ve yine yazık ki sağdan soldan derlediği latifelerle onu anan, nâdân ve pespaye kılıklı insanlar onu yüceltebilir.
Gerçek şu ki; bu iki kesime de ihtiyacı yoktur Üstad’ın.
Zira medhine söylenmiş hiçbir sözün onu bir kat daha yüceltemeyeceği gibi, zemmine kusulmuş hiçbir nefretin de onu alçaltamayacağı gün kadar âşikâr iken, Üstad’ın her yılın bazı dilimlerinde tartışma konu edilmesi sizce de anlamlı ve reaksiyoner(!) bir davranış biçimi değil mi Allah aşkına!
Hal böyle iken ve üstelik onu şiirleriyle ürünlerinden tanımak varken, mülevves kulaklarla kem gözlere ne hacet!
İşte şiirleri… İşte Üstad’ın bizzat kendisi…
Hâlâ uluorta konuşabiliyorsanız…
Üç nokta…
Not: Tırnak içinde kullandığımız kelime ve söz öbeklerinin, Üstad’ın Çile’sinde yer alan ve tarafımızca taranan şiirlerinin başlıkları olduğunu söylemekte fayda gördüğümüz için bu notu ayrıca aktarmak zorunda kaldık.
Kaynak: Cemaat.Com