NECİP FAZIL’IN POETİKASI
Mehmed Niyazi ÖZDEMİR
Necip Fazıl’ın Poetikası I
Doğumunun yüzüncü yılını bugünlerde kutladığımız rahmetli Necip Fazıl’ı ancak Baudelaire, Rimbaud, Hölderlin, Kleist’la mukayese edersek dünya şiirinde yerine oturtabiliriz. Hemen belirtmek gerekir ki bu büyük sanatkarların birbirlerini çağrıştırmaları sadece şiir dehaları itibarıyladır; yoksa hayatı değerlendirmeleri bakımından aralarında dünyalar kadar fark var.
Mesela şiirlere çok konu olan şehvet objesini ele alırsak, telakki farklarını net bir şekilde görürüz. Baudelaire’de karşı cins aşkı hemen hemen her şeydir; tutkuların karşılık bularak dindirileceğine inanır; doyuma ulaşıldı mı da “Bu muydu?” denilerek pişmanlık duyulur. Pişmanlık da tutkunun yeniden alevlenmesine kadar sürer. Necip Fazıl’da ise bu gibi tutkular insanı dünyaya bağlayan prangalardır. Bunlardan kurtulmakla kişi yüceleşir; gerçeğe ermenin biricik yolu buradan geçer. Birisi tatminin, yani hüsranın; diğeri ise kurtulmanın, yani yücelmenin peşindedir. Dünya görüşleri taban tabana zıt bulunan bu iki dahiyi nasıl aynı görebiliriz? Bir de Necip Fazıl’ın değerini düşürmek gayretiyle Baudelaire’i taklit ettiği kulaktan kulağa fısıldanmaktadır. Her sanatkar kendinden öncekilerden faydalanır; kimilerini de beğenir. Necip Fazıl da hiç çekinmeden Baudelaire’i beğendiğini yazıyor. Fakat aralarındaki telakki ayrılığından dolayı Baudelaire’i taklit etmesine imkan yoktur. Sonra Necip Fazıl şiir kabiliyetine alabildiğine güvenen bir sanatkardır; böyle kendisine güvenen bir insanın başkasını taklit etmesini düşünmek abesle iştigaldir.
Mayaları şiirle karılmış bu dört dahiden Necip Fazıl’ın hayatı bambaşka bir seyir takip etti. Çılgınca bir hayat süren Baudelaire henüz yirmi dört yaşındayken vesayet altına alındı. Olağanüstü yetenekli, aynı zamanda asi bir çocuk olan Rimbaud on dokuz yaşında şiiri bıraktı; başıboş bir hayat sürmeye başladı. Adeta dünyaya sığmaz hale geldi; Afrika’da, Yemen’de, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde dolaştı. Zengin olmak hayallerinin peşinde koşarken sarkom hastalığına yakalandı ve öldü. Hölderlin daha genç yaşta akli dengesini kaybetti. Tübingen’deki marangoz Zimmer’in yanına yerleştirildi. Ölünceye kadar orada ruhi sıkıntılar içinde yaşadı. Kleist ise genç yaşta Ren nehrinin kenarında intihar etti; Henritte Vogel adında genç bir hanımı da peşinden sürükledi. Bu dört büyük muzdaripten farklı olarak Necip Fazıl o yılanlı kuyudan “Kurtarıcım” dediği merhum Abdülhakim Arvasi’nin delaletiyle sarıldığı iman urganıyla çıktı. Başını koyduğu gayeye layık bir hayat sürdü; bazen kalabalıkları aydınlatırken coştu, bazen zindanlarda azap çekerken idealine bir adım daha yaklaşmakla kendisini teselli etti. Süngülerin arasında giderken de davasına yakışan bir vakarla başını dik tutup çevresine moral verdi. Ardında bıraktığı yetmiş dokuz yıllık hayatı nice inanmış yiğitlerin gıpta edeceği kadar şanlı ve dolu oldu.
Kendi hayatında önemini idrak ettiği iman, kanaatince fert için olduğu kadar, cemiyet için de lüzumludur. Poetikasını bu anlayışla ördü: “Ben şiiri her türlü hasis gayenin üstünde doğrudan doğruya kendi zat gayesine -sanat için sanat- fakat kendi zat gayesinin sırrıyla da Allah’a ve Allah davasını topluma -cemiyet için sanat- bağlı kabul etmişim.” Şiirin gayesini de mutlak hakikatı aramak olarak ifade ediyor. Kendisini vasıflandırırken “Beni de Allah ve Peygamber divanesi olarak hatırlayın.” diyen bir sanatkarın poetikasını bir başka konuda düşünmek mümkün mü? Bunun için de takip edilmesi gereken usulü şöyle izah ediyor: “Mutlak hakikati aramaya doğru müşahhas tezahür gergefinde tecrit ve terkiplerin en girift ve muhteşemlerini örgüleştirerek kah onları bütün düğümlerinden çözerek ve kah yepyeni düğümlere bağlayarak, idraki tek an içinde eşya ve hadiselerin maverasına sıçratabilmektir.”
Necip Fazıl’ın Poetikası – II
Eskiler şiirde şu üç özelliğin bulunması gerektiğini söylerlerdi; “Gür bir ses, keskin bir ifade ve hayaller belirgin olmalıdır.” Bu üç özelliği de Necip Fazıl’ın şu dörtlüğünde ne kadar canlı müşahede ediyoruz; “Hangi hissin parmağı dokundu ki derine / Düştü bir alev salkımı içerine / Hangi kâbus bastı ki seni uykularında / Birdenbire cehennem kaynadı sularında.” Fakat Necip Fazıl’ın şiirine bakınca, bunlara ilaveten başka özellikler de müşahede ediyoruz; metafizik ürperti, yakıcı hayal, kuşatıcı hassasiyet ve çileli tecrit.
Şu mısralarında nasıl da bu unsurları iç içe geçmiş buluyoruz: “Kaçır beni ahenk al beni birlik/ Artık barınamam gölge varlıkta / Ver cüceye onun olsun şairlik / Şimdi gözüm büyük sanatkarlıkta”
Şiirini analiz edince iki esasla karşılaşırız; ilk önce şiirinde bir ahenk var; ama bu ahenk madeni bir özellik, metal bir tını, mekanik bir kimlik taşımaz; Ruhi bir derinlikten gelir; bu ruhi derinliğini de korku, sevinç, kuşku, öfke ve benzeri insani vasıflar alabildiğine ufuklaştırır. Kastettiği manayı belirginleştirmek için de “Beklenen” şiirindeki gibi değişik çağrışımlara sebebiyet verecek zıtları bir araya getirmekte herhalde onun kadar hiç kimse başarılı olamamıştır.
Ruhi sıkıntıları, bunalımları sayısız şair ele almıştır; fakat diğerlerininki genellikle sosyal sebeplere bağlı kalırken, Necip Fazıl’ınki daha çok metafizik bir mahiyet taşır. Gerçi o da sosyal problemlerin dışında kalmamış, yeri gelince, “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak / Haykırsam kollarımı makas gibi açarak” diye haykırmıştır. Ama ondaki ağırlık, bütün büyük sanatkârlar gibi ferdi ve metafizik konulardadır. Emsaline az rastlanılabilecek kadar üstün bir sezgiye sahip olduğundan içinde bulunduğu şartları en vurucu şekilde anlatabilecek sembolleri yakalıyor, gerekli atmosferi oluşturmak amacıyla çarpıcı benzetmeler yapıyor. Kelimeleri kılıktan kılığa sokuyor, onlara takatlerinin çekebileceği kadar anlamlar yüklüyor. İmaj konusunda ise hemen hemen bütün şairlerden ayrılıyor. Diğerleri imajları şiirlerini süslemek için kullanırken Necip Fazıl onları fonksiyonlu hale getirip şiirini keskin bir kılıca dönüştürüyordu.
Bizdeki şairlerin tümünden farklı olarak o felsefe ve düşünceyi şiire sokmuştur. İnsan onun yönünden evrenin mihrakıdır; nasıl evrenin sırrı çözülmez; çözdük sandığımızın altında yeni bir sırla karşılaşırsak, zübde-i alem olan insan da onun gibidir. Adeta gizli düğümlerden oluşmuştur. Şu dörtlük kadar hangi beşeri söz bu gerçeği ifade edebilir: “Ne yalanlarda var ne hakikatte / Gözümü yumdukça gördüğüm nakış / Boşuna gezmişim yok tabiatta / İçimdeki kadar iniş ve çıkış”
Necip Fazıl’ın bütün yeteneklerini göz önünde bulundurursak, onun bu fani âleme şair olarak ayak bastığını görürüz. Bu demektir ki ruh dünyası sık sık bombardımana tutuluyordu. Bir de hayatını verdiği bir davası vardı; bu dava ona çileli bir hayat sunuyor, onu mahkemelere sürüklüyordu. Şair olarak doğması iç, yalın kılıç “İslam” demesi dış sarsıntılara sebep oluyordu. İçeriden ve dışarıdan sarsılan bu insanın yetmiş dokuz yıl ayakta kalması olağanüstü bir durumdur. Bu ayakta kalışını inandıklarına ölümüne sarılmasında aramak gerekir. Bir insan ne kadar inanırsa inansın, nihayet et ve kemikten ibarettir; onların da dayanma gücü sınırlıdır. Ömrünün son yıllarında artık o kükreyen bir Necip Fazıl değildi; yönünü tamamen ahirete çevirmiş, hayatına mana veren, bütün sevgilerinin ve buğzlarının kaynağı olan Rabb’ine ve Peygamber’ine “Artık geliyorum” diyor, şiirini de o hasret ve vuslat aşkıyla dokuyordu.