NECİP FAZIL’LA YAHYA KEMAL’İN KESİŞTİĞİ BİR NOKTA
Necmettin TURINAY
Necip Fazıl’ın şiirleri arasında en farklı olanı, daha da önemlisi okunduğu andan itibaren insanın üzerinde: “Yahya Kemal yolunda söylenmiş bir şiir” intibaı bırakanı, kuskusuz “Canım İstanbul” şiiridir. Koca bir cilt teşkil eden Çile adlı eserinde hiçbir şehri tasvire ve şiirleştirmeye yanaşmayan, daha ötede de şehirde yaşamaktan dolayı devamlı rahatsızlığını dile getiren bu büyük şairin; İstanbul için kullandığı ‘Canım’ tabiri bu bakımdan önemli bir gelişme olarak kabul edilmelidir.
Nitekim Necip Fazıl’ın daha şiirine başlarken kurduğu şu iki mısra, onun, ‘Canım’ tabirini niçin kullandığını açıkça ortaya koymaktadır:
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İstanbul için söylenen bu güzel beyit, ayrıca şunu da ortaya koymuyor mu?
Necip Fazıl, şiirini meydana getirirken, sanıldığının aksine, etrafını kuşatan binbir objeden yola çıkmıyor. Ayrıca burada İstanbul ile şehri bize anlatan şair arasında tam bir çakışma ve özdeşleşme söz konusu. Daha yerinde bir ifade ile asıl olan, şehirden ziyade şairin bizatihi kendisi! Şairin müphem ve akışkan iç âlemi bir kalıpta donduruluyor; sonuç olarak da İstanbul dediğimiz bu muhteşem tablo ortaya çıkıyor. Dolayısıyla şairin karşısında muhteşem bir tablo hâlinde seyrettiği bu şehir güzelliği, dikkat edilirse, Necip Fazıl’ın ‘kendi beni’nden bağımsız bir varlık olarak algılanmıyor; seyreden (N.Fazıl) ile seyredilen (İstanbul) aynı şey olup çıkıyor.
Bu özelliği dolayısıyla Canım İstanbul’un, Necip Fazıl şiirinin bir başka hususiyetini daha açığa vurduğuna, burada işaret etmek yerinde olur diye düşünüyorum.
Necip Fazıl’da şiirin dıştan gelen bir uyarma ile ortaya çıkmadığı, çevremizde veya tabiatta karşılaştığımız herhangi bir durumun bizdeki şiir duygusunu harekete geçirmediği; tam aksine, kendi benimizde bir iç tazyik veya magma halinde mevcut olan şiir duygusunun, kendini açığa vurmak ihtiyacıyla nesne ve objeleri aracı (gösterge) olarak kullandığı gerçeği!
Nitekim Mevlâna’nın ve nice büyük klasik şairlerimizin, şiiri veya aşk duygusunu izahları da bu yoldadır. Mevlânâ Fîhimâfîh adlı eserinde mealen söyle demiyor muydu? İçimizdeki aşk, şiir duygusu bizim dışımızdaki nesnelerden, herhangi bir güzellikten ve meselâ kadından yansımaz bize. Bizdeki aşkı ve şiir duygusunu doğuran veya harekete geçiren, asla bunlar olamaz. Zira biz, içimizde mevcut olan aşk ve sevgi hisleri ile dopdolu bir hâlde doğarız. Bu aşk, vakti zamanı gelince yahut da kendini açığa vurmak ve dile dönüştürmek ihtiyacını duyduğu bir anda, muhatabını veya objesini arar, bulur.
Dolayısıyla Necip Fazıl’ın, Yahya Kemal şiirine yönelttiği eleştirinin temelinde, az çok böyle bir düşüncenin yattığını söylememiz gerekir. Fakat Necip Fazıl, bunun yerine, Yahya Kemal şiirinin tasvirde ve peyzajda kaldığını iddia eder ki; bize göre asıl maksadı, doğrudan doğruya şiirin tekevvünü ile ilgili olmalıdır. Hâl böyle olunca da, Canım İstanbul şiirinde Yahya Kemal’den yansıyan taraf nedir veya ne olabilir? Asıl bunun üzerinde durulması icap etmez mi?
Burada söylenebilecek ilk husus, bir başka yazımda da temas ettiğim gibi; Necip Fazıl şiirinin daha başından itibaren çok sık kullandığı şehir karşıtı temaların, bu şiirde askıya alınması hadisesidir. Çünkü çoğu şiirinde karşılaştığımız bu tür temalar, Necip Fazıl şiirinin başat öğeleri arasında yer almaktadır. Dolayısıyla şehri, hatta bütün şehirleri olumsuzlama temeline dayanan bu tür bir düşünce biçiminin; Necip Fazıl’ın kendi tecrübesinin ürettiği bir sonuç olmayıp; tam aksine, tahsil yıllarında edindiği birtakım felsefî kanaatlerden ya da okuduğu bazı Batılı sanatçı-düşünürlerden yansıyan bir algılama biçimi olması ihtimali oldukça yüksektir. Daha doğrusu, romantiklerden beri sürüp gelen bir çizgi!
Yeri gelmişken ifade edelim ki Yahya Kemal bu noktada, Necip Fazıl’dan daha farklı bir çizgi üzerinde ilerler. O daha ziyade edindiği bilgi ve kanaatleri, yaşadığı hayat ve tarihî tecrübelerimizle test etmekten yana gözükür. Bu yönüyle Yahya Kemal son asırdaki aydınlarımız arasında çok farklı bir noktada durur ve her bakımdan üzerimizde yüksek bir sağduyu tesiri üretmekten geri kalmaz. Bunun içindir ki onun şiirinde, bizim üzerimizde fantezi tesiri bırakabilecek ya da kendi gerçeklerimizle telifi kabil olmayan temalara asla yer verilmez.
Asıl konumuza dönecek olursak, Necip Fazıl’ın görünmeyenin ve müteal olanın peşinde ilerleyen şiiri, ister istemez aynen büyük mutasavvıflarda olduğu gibi, mâveraî hisleri tespit ve ifade temelinde gelişecek demektir. Çünkü Necip Fazıl için perdenin değil, perdenin arkasında olanın şiiri yazılabilirdi. Daha ötede de gözümüzle müşahede ettiğimiz bu âleme, meselâ bir şehre veya İstanbul üzerine, çoklarının yaptığı gibi şiirler kurmak! Böyle bir deneme, aklın ve hafsalanın alacağı bir şey değildir Necip Fazıl için!
Fakat netice olarak da işte, Canım İstanbul gibi bir şiir duruyor önümüzde. Dolayısıyla Necip Fazıl şiirinin, Canım İstanbul üzerinden geçirdiği bir dönüşümü, makul bir izaha kavuşturmak her bakımdan önemli hâle gelmektedir. Hem de bu dönüşümü, alabildiğine somut, teknik bir izaha aktarmak faydalı olacaktır diye düşünüyorum.
Bize göre hadise söyle cereyan etmektedir:
Necip Fazıl kendi içinde doğan bir şiiri; şimdiye kadar nasıl Sakarya ırmağı, herhangi bir otel odası, meçhûl bir şehrin kaldırımları, takvimde gördüğü bir deniz, üç katlı ahşap ev ya da şehirlerin dışındaki bakir tabiat üzerinden boşaltıyorsa; bu şiirinde de, şimdiye kadar hemen hiç başvurmadığı bir denemeye girişiyor ve içindeki şiiri aynen yukarıdakilerde olduğu gibi, İstanbul’u yani şehre ait birtakım göstergeleri aracı kılarak ifade etmeye çalışıyor. Yani şimdiye kadar; daha ziyade Yahya Kemal’in, bir parça da Tanpınar ve Abdülhak Şinasi’nin kullandığı materyal ve göstergeler üzerinden hareket ediyor. Hadiseye böyle yaklaşınca, Canım İstanbul şiirinde öne çıkan dil kullanışlarını, göstergeleri, tek belirlemek hiç de zor olmayacaktır sanırım. Şiirde mevcut olan hangi gösterge ve temalar Necip Fazıl’ın kendi şiirinden gelmektedir, hangileri de Yahya Kemal’i çağrıştırmaktadır gibi!
Ayrıca bu şiirde bir de tarih meselesi karşımıza çıkmaktadır. Şehri hem yaşadığımız bir anın içinde, hem de geçmiş uzun bir tarih olarak algılamamız bakımından! Zira Necip Fazıl şiirinde, Yahya Kemal’de olduğu gibi, tarih duygusu fazla bir yer işgal etmezdi. Çile’de karşılaştığımız Yunus Emre, Köroğlu, Zeybek vs. şiirlerinin yazılış amacı da daha başkadır ve tarih duygusu uyandırmakla uzak-yakın bir alâkası kurulamaz. Bu tür şiirler daha ziyade kendi düşünce biçiminin ve örnek kahramanlar ihtiyacının ürettiği bir sonuç olarak kabul edilmek gerekir.
Her ne kadar Necip Fazıl özellikle 1960’lardan itibaren tarihe yönelmiş ve birtakım tarihî eserler kaleme almış olsa bile; bu yönelişin de onun şiiri ile herhangi bir alâkası kurulamaz. Tarih daha ziyade onun fikir, politika ve mücadele tarafını ilzam eden hususlar arasında yer alır. Daha önemli olanı da şudur: Necip Fazıl şiirinin geçmiş zamanın hatırlanmasına dayalı olarak doğmadığını, bilakis yaşanan anın içinde, anî bir idrak yükselmesi biçiminde bu şiirin doğduğunu bilmem söylemeye gerek var mıdır?
Şehirle ilgili gösterge ve temaların yanı sıra, Canım İstanbul’un tarihsel zamanla iç içe olarak okunması da her bakımından önemli bir farkı ortaya koyar. Şiir ve tefekkür hayatımızda Yahya Kemal’den itibaren görmeye başladığımız böyle bir idrak biçimi, işte Necip Fazıl için böylesine bakir bir denemeye vesile teşkil etmiştir demek gerekiyor. Daha doğrusu da iki farklı şiir anlayışı bir araya gelmiş, buradan da Canım İstanbul gibi enteresan bir terkip ortaya çıkmıştır.
Bütün bu söylediklerimize rağmen Necip Fazıl’ın, Canım İstanbul ile gene de kendi, kendi içinde besleyip büyüttüğü bir şiiri kaleme aldığını asla unutmamak icap eder. Çünkü Necip Fazıl gibi bir şiir dehâsına da ancak böylesi yaraşır. Fakat sahibi olduğu felsefî bir nazariyeden yansıyan ve âdeta şairde aşırı bir saplantıya dönüşen şehri olumsuz değerlerin yığınağı gibi görme ve algılama biçimi, işte bu şiir dolayısıyla ilk defa askıya alınmış olmaktadır. Demek ki düşünme biçimimizdeki herhangi bir değişiklik; doğrudan görme biçimimize, yani bakış açımıza tesir edebilmektedir.
Bu şiir vesilesiyle söyleyebileceğim bir başka husus da şudur:
Nirengileri teşekkül etmiş ve kendine mahsus bir şiir dili ile temâyüz eden şairlerde karşılaştığımız en ufak bir sapma, derhal göze çarpmaktan geri kalmamaktadır. Onun için güçlü ve büyük şairlerin, şiir dilini nasıl oluşturdukları üzerinde önemle durmak yerinde olur. Onlar öyle yaparlar ki, o büyük şiirlerini tek bir ana tema ve on, onbeş gösterge etrafında döndürür dururlar. Bu gizli ve derin tekrarlardan da ilgili şairin kendine mahsus şiir dili ve sözlüğü oluşur. Bu lügatten ne bir alıntı, ne de bir çalıntı asla mümkün olamaz. Çoğu büyük şairin yaygın tesirlerine rağmen gene de takipsiz kalışları, ancak böyle izah edilebilir diye düşünüyorum.
Peki, ya kendine mahsus bir şiir dili oluşturamayan şairler? Muhakkak ki onlar anonim kalacak ve belki de hiç hatırlanmayacaklar.