ÖLÜMÜNÜN 25. YILINDA
Atilla YARAMIŞ
Necip Fazıl üzerine…
Fikir ve edebiyat, birbirine yapışık ikiz kardeşler gibidir. Onları ayırmak ya imkânsızdır, teşebbüsler kötü sonuçlar verir, ya da “imkân”ın sınırlarını zorlamakla gerçekleşir. Ki bu, olumsuz ve zararlı onca sonuçları beraberinde getiren bir “gerçekleşme”dir. Çünkü o kardeşlerin “ortak” olan birçok organı vardır. Telafiler, gerçeğinin yerini acaba ne kadar tutar?
Teşbihimiz, fikir ve edebiyatın birbirlerine yakınlığı ve muhtaçlığını somutlaştırma amaçlıdır. Yoksa bu ikizlerin, o halleriyle yaşamaları ne kadar sağlıklıdır, tartışılır. İşte burada da anlıyoruz ki, edebiyat ve fikrin beraberliği, teşbihlerin bile ötesindedir.
Tarih boyunca, büyük fikir adamlarına baktığımız zaman, hiçbirinin edebiyattan ayrı olmadığını görürüz; büyük edebiyatçıların da fikirden ayrı olmadıklarını. Buradaki “fikir”i, salt belli bir ideolojiyi dillendirme ya da onu ortaya atma gibi anlamak, yanlış, daha doğrusu eksik olur. Edebiyatın içerisine yedirilmiş bir düşünce de, aynı zamanda o edebiyatçının fikir adamlığına delalet eder. Belki buna en güzel örnek Fuzuli’dir. Onun şiirlerinden kucak kucak tasavvuf toplamamız gibi.
Tanzimat sonrası yetişen birçok şair ve yazarın “fikir adamlığı” sıfatını, daha sistematik ve belirgin bir şekilde takındıklarını görmek mümkündür. Namık Kemal, Şinasi, Tevfik Fikret, Ziya Gökalp, Mehmet Akif… Ve Cumhuriyet sonrasındaki birçok aydın…
“Fikir ve edebiyat adamı” sıfatını, cumhuriyet sonrası yetişip de üzerine alan isimlerin en önemlilerinden biri de kuşku yok ki Necip Fazıl’dır. O, birçoklarından farklı olarak fikrini “aksiyon”la beslemiş ve savunmuştur. Bu da ona “dava adamı” misyonunu yüklemiştir.
Daha ilk şiirlerinde, ilerisi için “umut” vaat eden bir şair olarak görülmeye başlar. İlk kitabı Örümcek Ağı’yla şöhrete adım atar; ikinci kitabı Kaldırımlar’la şöhretin zirvesine çıkar. Üçüncü kitabı Ben ve Ötesi için Ziya Osman şöyle der: “Necip Fazıl belki en büyük Türk şairi değildir, fakat Türk edebiyatının en kuvvetli şiir kitabı, herhalde Ben ve Ötesi’dir.” Onun bu üç kitabı, gökyüzünden habersiz uçurtma uçurduğu bir devrenin ürünleridir.
1934 yılında yeniden doğar. Bir Seyyidin irşadıyla sanatı, istikamet ve şeref; hayatı, düzen ve anlam ve hepsinin validesi şuuru da “fikir” bulur. İşte bu fikir, ilerisinin “Büyük Doğu”sudur. Büyük Doğu, isminden de anlaşılacağı üzere tamamen “biz”dir, “bizden”dir, “bizim”dir. Doğu, büyüktür. Çünkü doğunun hamuru İslam’la yoğrulmuştur. Buna karşılık, batılın ve küfrün diğer adı olan Batı, sefildir, böyle görülmeli ve bilinmelidir.
Büyük Doğu, bir medeniyet tasarımıdır. İslam’ın en kutsi beldelerinden biri olan Anadolu’da, işgal güçlerinin bile yapamayacağı bir cinayet işlenmektedir. Bu cinayete “dur” diyenin de eşsiz zulümlere maruz bırakıldığı bir zamandır, Büyük Doğu’nun doğduğu yıllar.
Necip Fazıl, bunların hepsini göze alarak “Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez” hadis-i şerifiyle, zalimlerin üzerine yürümüştür. İşte bu gözü karalığı da ona yükleyen, savunmuş olduğu fikridir.
Büyük Doğu, kalbin ve beynin, yani her şeyiyle merkezin, Anadolu (Türkiye) olduğu bir görüştür. Ancak merkezin Türkiye olması, diğer İslam beldelerini kapsamadığı anlamına gelmemeli. Ne kötü ki onu böyle anlayanlar, azımsanmayacak derecede çoktur. Gerçi verdikleri ve verecekleri örnek de tektir. O da üstadın Gençliğe Hitabesi’nde geçen “Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşı” ibaresidir. Oysaki N. Fazıl, fikri manada en başat eseri olan İdeolocya Örgüsü’nde bunu gayet açık bir şekilde dillendirmiştir. Madem ortada bir merkez var ve o Anadolu’dur. O zaman İslam burada düzelmeye ve dirilmeye başlamalı ki, bütün dünyaya buradan yayılsın.
Necip Fazıl’ın şiirdeki büyüklüğünü anlamak için Çile; fikirdeki istikametini anlamak içinse İdeolocya Örgüsü kıstas alınmalıdır. Bu iki kitap merkez alınmadan yapılan “Necip Fazıl okumaları”ndan yeterli verim sağlanmayabilir; daha kötüsü ise o, yanlış anlaşılabilir. Şöyle ki: Mesela Öfke ve Hiciv’i Necip Fazıl şiirinin merkezine koymak, onu, sıradan ve “günün” şairi olarak göstermek için, kâfi bir nedendir. Ya da Raporlar’ıyla onun fikrini anlamaya çalışmak, Türkiye’deki birçok insan nazarındaki değerine “halel” getirebilir. O yazıların ne şart ve ne durum altında yazıldıklarını bilmeden yapılan “okumalar” pek sağlıklı değildir. Bu, N. Fazıl’dan fazla, bize zarar veren bir davranış olacaktır. Çünkü cumhuriyet sonrası verilen İslam mücadelesinin en büyük komutanlarından biri odur. Onunla aynı devrede yetişmiş yahut ondan sonra gelen “şuur ve duruş sahibi” birçok ismin üzerinde, onun emeği yadsınamaz. Dolayısıyla Necip Fazıl ve aynı misyonu yüklenmiş isimlere, her zaman “bardağın dolu tarafıyla” bakmak gerek. Buna, o isimlerin değil, bizim ihtiyacımız vardır.
Süleyman Hilmi Tuna Han gibi “aşk, ilim ve takva”da misal olmuş birinin, Necip Fazıl’a maddi ve manevi desteğini esirgememesi; Bediüzzaman Said Nursi gibi “ilim ve vakar” denildiği zaman, akla en evvel gelenlerden birinin, ona, “Seni, Risale-i Nur’a kırk yıl hizmet etmiş sayıyorum” demesi; büyük sufî Seyyid Abdülhakim Arvasi’nin, yanında, N. Fazıl’ın hafifçe çekiştirilmeye başlanması üzerine “Necib’ime laf söyletmem!” diye çıkışması, bizleri biraz olsun düşündürmelidir.
Ne kötü ki, büyük insanların zaaflarını dillendirmek, günümüzde bir bilgiçlik (!) kıstası olmuştur. Oysa bu, ifsada karşı duruş değil; bilakis ifsadın ta kendisidir.
Özetle, Necip Fazıl gibi Türk fikir ve edebiyatının bir büyüğüne “doğru adımlar”la yaklaşmalıyız. Kişisel kimi zaafları, onun “ümmet adına” vermiş olduğu mücadeleye gölge düşürmediği müddet, sade kendini ilgilendirmektedir. Ki insan, hadis-i şerifte denildiği gibi, günah işleyip tövbe etmesiyle daha efdaldir. O zaman bizlere burada düşen vazife, N. Fazıl gibi İslam adına “ter” döken her insanın “güzel” taraflarını almak, bu güzellikleri dillendirmek ve onlar gibi “ter” dökmek için çaba göstermektir.
Atilla YARAMIŞ