Site icon N-F-K.com

Zindandan Aydınlık Yarınları Haykıran Bir Şâir: Necip Fazıl

ZİNDANDAN AYDINLIK YARINLARI HAYKIRAN BİR ŞÂİR: NECİP FAZIL

Fatih ALPEREN

Necip Fazıl’ın hayatında üç devre vardır. Onun yetmiş dokuz yıllık hayatı ve altmış yıllık şâirliği genel hatlarıyla üç devreye ayrılır.

Necip Fazıl, bu devreleri “Onu Tanıyıncaya Kadar”, “Onu Tanıdıktan Sonra”, “O Günden Beri” olarak adlandırır. O dediği; şâirin yol göstericisi, efendisi Abdülhakim Arvasi’dir. Necip Fazıl’ı sevmeyenlerin, onu beğenmeyenlerin tasnifi ise; “Genç Şâir”, “Mistik Şâir” ve “Sâbık Şâir” şeklinde olmuştur. O, bu devrelerde birbirinden çok farklı bir hayat ve sanat anlayışına sahiptir.

1904–1934 yılları arasındaki birinci devresinde Necip Fazıl, Fransız Mektebi, Amerikan Koleji, Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi, Rehber-i İttihat Mektebi, Bahriye Mektebi gibi okullarda okuyan yaramaz bir çocuk olarak dikkati çeker. Bu okullardan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde okur. 1924 yılında ise, Cumhuriyet’in Avrupa’ya gönderdiği ilk öğrenciler arasındadır. Paris’e gidecek ünlü Sorbon Üniversitesi’nde felsefe tahsili yapacaktır. Fakat, Paris’te kendini kumara kaptıran şâir, Türkiye’ye dönmek zorunda kalır. Üniversite öğrenciliğinden Paris dönüşüne kadar geçen yıllarının özü, kendi ifadesiyle “başıbozukluk ve serseriliktir.” 1

1925–1934 yılları arasında Hollanda Bankası, Osmanlı Bankası ve İş Bankası’nda çalışır. Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Abdülhak Hâmid, Aka Gündüz, Nurullah Ataç, Ahmet Hamdi, Cahit Sıtkı, Peyami Safa, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi, Nazım Hikmet gibi birçok yazar ve şâirle tanışır ve onlarla birlikte kendini bohem hayatına bırakır.

İlk şiirleri 1922 yılında Yeni Mecmua’da yayımlanan Necip Fazıl, 1925 yılında ilk şiir kitabı “Örümcek Ağı”nı yayımlar. Ardından 1928 yılında “Kaldırımlar” adlı ikinci şiir kitabı çıkar. Kısa sürede büyük bir şöhrete kavuşur. Yaşayan genç şâirlerin en büyüğü olarak görülür. Devrin ünlü edebiyatçılarından Yakup Kadri, onu bir deha olarak tanıtır. Edebiyat tarihçisi İsmail Habib, onun his ve hayal yüksekliğine hiçbir şâirin çıkmamış olduğu yazar. Devrin kimseyi beğenmeyen ünlü eleştirmeni Nurullah Ataç, onu yarına kalacak tek şâir olarak değerlendirir. Yaşar Nabi, ondan “bir mısraı bir millete şeref verecek şâir” diye söz eder. Şiirleri ders kitaplarına girer ve bu arada 1932 yılında üçüncü şiir kitabı “Ben ve Ötesi” yayımlanır.

Bütün bu ilgi, sevgi, itibar ve şöhret Necip Fazıl’ı mutlu etmeye yetmez. Perişan yaşayışını önlemez. Onu kadın-içki-kumar üçgeninden kurtaramaz. Bu hali, onun şiirlerine de yansır. Bu devirde yazdığı şiirlerinde, o, yalnızlık duygusu, boşluk hissî, ölüm korkusu, umutsuzluk gibi hep menfî denilebilecek duyguları terennüm eder.

Yeryüzünde yalnız benim serseri
Yeryüzünde yalnız ben derbederim

diye feryat eder. Şüphe, korku, cinnet duyguları içinde yaşar. Büyük şehirlerin kaldırımlarında kendini yalnız, yapayalnız hisseder. Ailesinden aldığı ulvî değerleri bir süre korumaya çalışsa da, birçok çağdaşı gibi “devrini ve neslini saran korkunç imansızlığı yenemez.”2″İçinde yaşadığı devir ve muhitin ulvî bir imanın gelişmesine meydan vermeyen yıkıcı şartları”3 Necip Fazıl’a da önemli ölçüde tesir eder.

İşte Necip Fazıl, bu derbeder, perişan hayatını yaşarken karşısına çıkan bir büyük insan, onun hayatının akışını değiştirmesine sebep olur. Bu, Abdulhakim Arvasî’dir. Abdülhakim Arvasî’yle tanıştıktan sonra, Necip Fazıl’ın hayatının birinci dönemi biter. ‘Onu Tanıdıktan Sonra” diye adlandırdığı ikinci dönemi başlar.

Necip Fazıl, önce eski hayat tarzıyla, “kurtarıcım” diye nitelendirdiği Abdülhakim Arvasî’nin kendisine tavsiye ve telkin ettiği hayat tarzı arasında bocalar ve ne yapacağını bilmez. “Aylarca yıkık ve şaşkın” dolaşır durur. Fakat bir süre sonra, Efendisi’nin yardımıyla hayat denilen “çetin bilmeceyi” çözer. O zamana kadar aklına takılan ama bir türlü tatmin edici cevaplar bulamadığı sorulara, cevap bulur. Kâinattaki müthiş nizamı keşfeder ve bu nizam onu, bu nizamı kuran, işleten, her şeye hükmeden büyük Yaratıcı’ya götürür:

Atomlarda cümbüş, donanma şenlik;
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur,
İç içe mimari, iç içe benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur!

Abdülhakim Arvasî, şâirimize “yepyeni bir dünya hediye etmiş”, onu derinden etkilemiş, hayat, kâinat ve insanın ne olduğunu anlatmıştır. Bu yüzden Necip Fazıl, Efendisi’yle tanıştığı ânı, hayatının en güzel ânı olarak görür:

Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel
Bir akşamdı ki, zaman, donacak kadar güzel.

Onu tanımadan geçen yıllarına üzülür, hayıflanır:

Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum…

Necip Fazıl’ın hayatında, 1934 yılı, çok önemli bir dönüm noktası olur. Hayat tarzı değişir, şâir fildişi kulesinden çıkar, geniş halk kitleleriyle bütünleşir. Eserlerinin sayısı hızla artar. Kendi ifadesiyle “O güne kadar bütün eseri bir buçuk kitapçıktan ibaret mistik şâir, sadece o büyükten aldığı feyzle seksen-doksan cilt esere doğru yürür.” 4 Şiirleri, tiyatro eserleri, araştırma ve incelemeleri, gazete ve dergi yazılarıyla Türk edebiyatının ve Türk sosyal hayatının en renkli simalarından biri haline gelir. Artık gözü “büyük sanatkârlıktadır.” Onun için sanat Allah’ı aramaktan başka bir şey değildir. Gerisi ise çelik-çomaktan ibarettir:

Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış;
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış..

Şimdi “gökte samanyolu” onun, “dipsizlik gölünde inciler” onundur. O, “Allah Dostu’nun” kılavuzluğunda “biricik meselesi” olan “Sonsuza” yürümektedir. Hayatı düzene girmiş, namaza başlamış, Efendisi’nin “devamlı olarak evlenmesi gerektiği işaretine”5 uyarak 1941 yılında onun huzurunda evlenmiştir. 6 Çalıştığı bankadan istifa etmiş, Güzel Sanatlar Akademisi ve Robert Kolej’de öğretmenlik yapmaya başlamıştır. Gençlik günlerine pişman olmakta, “nur topu günlerin kanına” girdiğini düşünmektedir.

Bu arada yıllar yılları kovalamış, “gazetelerde giriştiği İslâmî mücadele yüzünden” eski çevresinin ona karşı tavrı gün geçtikçe değişmiştir. O da, 1943 yılında bu şartlar altında fikirlerini daha iyi anlatacağı ve İslâm’a daha iyi hizmet edeceğini düşündüğü “Büyük Doğu” mecmuasını çıkarmış ve ilk sayısını eline alıp Eyüb’e, Efendisi’nin yanına koşmuştur. Fakat ev bomboştur. Çünkü Efendisi Bakanlar Kurulu kararıyla İzmir’e sürülmüş, kısa bir süre sonra serbest bırakılmış ve ardından vefat etmiştir. “Artık Efendisi’ni dünya gözüyle bir daha göremeyecektir.” Bu olayla birlikte Necip Fazıl’ın hayatındaki ikinci devir de bitmiş, çok daha farklı, çileli, hareketli ve renkli üçüncü devir başlamıştır.

Büyük Doğu mecmuasıyla birlikte, Necip Fazıl’ın hayatında sosyal bir dönem de başlamıştır. Artık o, cemiyet meseleleri karşısında “beyni zonk zonk sızlayanlardan biridir.” “Kaldırımlar Şairi” değil, “Muhasebe Şairidir.”.
Necip Fazıl, Büyük Doğu mecmuasını çıkardıktan sonra, Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki hocalık görevinden ayrılmak zorunda kalmış ve kendini mücadele dolu bir hayatın ortasında bulmuştur. Çıkardığı Büyük Doğu Mecmuası bazen Bakanlar Kurulu kararıyla, bazen sıkıyönetim tarafından kapatılmış, kendisi hapse atılmış, ailesiyle birlikte maddî, mânevî büyük sıkıntılara katlanmak zorunda kalmıştır.

Büyük Doğu mecmuasıyla birlikte, Necip Fazıl’ın hayatında sosyal bir dönem de başlamıştır. Artık o, cemiyet meseleleri karşısında “beyni zonk zonk sızlayanlardan biridir.” “Kaldırımlar Şâiri” değil, “Muhasebe Şâiridir.” Başını iki diz kapağının arasına yerleştirip sorar:

…Ben neyim ve bu hâl neyin nesi?
Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi?
Dışımda bir dünya var, zıp zıp gibi küçülen,
İçimde homurtular, inanma diye gülen…
İnanmıyorum, bana öğretilen tarihe!
Sebep ne, mezardansa bu hayatı tercihe?
Üst kat: Elinde tesbih ağlıyor babaannem
Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve âşıkları,
Alt kat: Kız kardeşimin (tamtam)da çığlıkları,
Bir kurtlu peynir gibi, ortasında kestiğim
Buyrun ve maktaından seyredin, işte evim!
Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş!
Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş…

Artık Necip Fazıl, bir başka Necip Fazıl olmuştur. Artık o, “mukaddes emanetin dönmez davacısıdır.” Ona kimileri mürteci derler, fakat çile şâiri onlara gereken cevabı vermekte gecikmez:

Zamanı kokutanlar, mürteci diyor bana;
Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana

Yeter senden çektiğim, ey tersi dönmüş ahmak!
Bir saman kâğıdından, bütün iş kopya almak;
Ve sonra kelimeler, kutlu, mutlu, ulusal.

O, hiç durmadan, dinlenmeden, yılmadan büyük mücadelesine devam eder.

“Kollarını bir makas gibi açarak”
“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!”

diye haykırır. İnsanları doğru yola davet eder. Her şeyi sorgular. Devrin tarih ve dil anlayışını tenkit eder:

Bülbüllere emir var; lisan öğren vakvaktan
Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan.

Onun bu şiirleri Anadolu insanı tarafından sevilerek okunur. Ve Türk halkı, kendi duygularını, düşüncelerini, inançlarını, tarihini, kültürünü, mukaddeslerini böylesine güzel bir şekilde destanlaştıran İstanbullu şâiri hasretle kucaklar.

Necip Fazıl, 1943–1960 yılları arasında defalarca tutuklanır, hapse atılır, “ölüm ve cinnetten ötede zindan acıları” çeker. Büyük Doğu defalarca kapatılır, toplatılır. “1958 Büyük Doğu’larından da yüklendiği, parça parça yüz yıla yakın mahkumiyeti” vardır. Bu durumda tam ne yapacağını düşünürken 1960 ihtilâli olur. İhtilâlin umumî basın affıyla bu cezalardan bütünüyle kurtulur. Fakat o çile şâiridir. Bu dünyaya sanki çile çekmek için gelmiştir. İhtilâli yapanların ilk tutukladıkları, kimseler arasında Necip Fazıl da vardır. “Bir metre genişlik ve iki-üç metre uzunluğunda, basık, içinde teneşirimsi tahta bir kerevet, boğucu, daha doğrusu çıldırtıcı”7 bir “hücreye” atılır. Bu hücrede “eli, kolu, dili ve yolu bağlı” çile şâirini “tokat, yumruk ve tekme altında hırpalarlar.”8 Ayrıca çıkarılan genel basın affına bir istisna getirilerek, Necip Fazıl birbuçuk yıl hapse mahkûm edilir ve Toptaşı Cezaevi’ne kapatılır.9″Batı demokrasilerini örnek alan Cumhuriyet devrinde çeşitli dünya görüşlerine sahip birçok yazar ve şâir hapse atılmışlardır.”10 Fakat “hapse atılma, hatta idam edilme sanatçıları düşüncelerini söylemekten alıkoyamaz. Onların elinde kendilerini mahkûm edenleri mahkûm eden ölmez bir silâh vardır: Sanat”11 Toptaşı Cezavi’nde birbuçuk yıl kalan çile şâiri, orada Türk edebiyatına çok güzel şiirler kazandırır. Bunlar arasında, belki de en güzel şiirlerinden biri olan “Zindandan Mehmed’e Mektup”da vardır. Mehmet şâirin büyük oğludur.

Zindan iki hece, Mehmed’im lâfta!
Baba katiliyle baban bir safta!
Bir de, geri adam, boynunda yafta…
Halimi düşünüp yanma Mehmed’im!
Kavuşmak mı?.. Belki… Daha ölmedim!

Avlu… Bir uzun yol… Tuğla döşeli,
Kırmızı tuğlalar altı köşeli.
Bu yol da tutuktur hapse düşeli…

Git ve gel… Yüz adım… Bin yıllık konak,
Ne ayak dayanır buna, ne tırnak!

Bir âlem ki, gökler boru içinde!
Akıl, olmazların zoru içinde.
Üst üste sorular soru içinde:

Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?
Buradan insan mı çıkar, tabut mu?

Bir idamlık Ali vardı; asıldı:
Kaydını düştüler, mühür basıldı.
Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı.

Ondan kalan, boynu büyük ve sefil;
Bahçeye diktiği üç beş karanfil…

Müdür bey dert dinler, bugün “maruzât”!
Çatık kaş.. Hükümet dedikleri zat…
Beni Allah tutmuş, kim eder azat?

Anlamaz; yazısız, pulsuz, dilekçem…
Anlamaz! Ruhuma geçti bilekçem!

Saat beş dedi mi, bir yırtıcı zil;
Sayım var, maltada hizaya dizil!
Tek yekûn içinde yazıl ve çizil!

İnsanlar zindanda birer kemmiyet;
Urbalarla kemik, mintanlarla et.

Somurtuş ki bıçak, nâra ki tokat;
Zift dolu gözlerde karanlık kat kat…
Yalnız seccademin yönünde şefkat:
Beni kimsecikler okşamaz mâdem;
Öp beni alnımdan, sen öp seccadem!

Çaycı, getir, ilâç kokulu çaydan!
Dakika düşelim, senelik paydan!
Zindanda dakika farksızdır aydan.

Karıştır çayını zaman erisin;
Köpük köpük, duman duman erisin!

Peykeler, duvara mıhlı peykeler;
Duvarda başlardan, yağlı lekeler,
Gömülmüş duvara, baş baş gölgeler…

Duvar katil duvar, yolumu biçtin!
Kanla dolu sünger… Beynimi içtin!

Sükût… Kıvrım kıvrım uzaklık uzar;
Tek nokta seçemez dünyadan nazar.
Yerinde mi acep, ölü ve mezar?

Yeryüzü boşaldı, habersiz miyiz?
Güneşe göç var da, kalan biz miyiz?

Ses demir, su demir ve ekmek demir…
İstersen demirde muhali kemir.
Ne gelir ki elden, kader bu, emir…

Garip pencerecik, küçük, daracık;
Dünyaya kapalı, Allah’a açık.

Bu ne güzel, ne muhteşem bir şiirdir. Bu ne güzel, ne mükemel bir dildir! Bu nasıl çarpıcı bir üslûptur. Bu nasıl bir şâirdir ki, mahkumken bile hükmeder. Çeşitli devirlerde, çeşitli dünya görüşlerine mensup birçok şâir hapse girmiştir. Fakat bunların hiçbirisi, zindandan bu kadar aydınlık, bu kadar orijinal, bu kadar derin, bu kadar heyecanla ve bu kadar gür bir sesle, bu kadar umutla haykıramamıştır. Türk edebiyatında heceyi onun kadar başarıyla kullanan çok az şâir yetişmiştir.

Çile şâirinin en önemli vasıflarından biri de, en olumsuz şartlar altında bile umutsuzluğa kapılmaması, daima umut dolu olmasıdır. O hiçbir zaman, hiçbir olumsuz şart altında ümitsizliğe düşmemiş ve topluma daima tarihî misyonunu hatırlatmıştır. Necip Fazıl, zindandan bile aydınlık yarınları haykıran, çevresine müjdeler veren adamdır:

Dua, dua, eller karıncalanmış;
Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış.
Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış…

Bir soluk, bir tütsü, bir uçan buğu:
İplik ki, incecik, örer boşluğu.

Ana rahmi zâhir, şu bizim koğuş;
Karanlığında nur, yeniden doğuş…
Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş!

Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!
Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!
Mehmed’im, sevinin, başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!

Yarın elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!

Necip Fazıl, 1972’de artık evindedir. 1978’de Büyük Doğu on altıncı defa çıkar. Ama o artık bir hayli ihtiyarlamıştır. “Pırıl pırıl zekâsına, muhayyilesine, dipdiri sesine rağmen, bedeni son senelerde süratle çökmüştür.” Ve koca şâire artık dünya boş, odaları loş gelmekte, gözleri müebbette, gününü beklemektedir. Gelen meleğe hoş geldin, safa geldin demeye hazırlanmaktadır. .

Hapisten çıkınca, 1964’den 1971’e kadar Büyük Doğu dört defa daha çıkar, kapanır. Necip Fazıl yine bu yıllarda 1963’te başlayan konferanslarıyla Anadolu’yu bucak bucak dolaşır. “Büyük Doğu Neslini” yetiştirmeye çalışır. Binlerce insana hitap eder. Hep ümit doludur. Geleceğe umutla bakar. Hiç durmadan Anadolu’ya tohum saçar. Bu tohumlar bitmezse toprak utanmalıdır:

Tohum saç, bitmezse toprak utansın
Hedefe varmayan mızrak utansın!
Hey gidi küheylan, koşmana bak sen!
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!

….

Ustada kalırsa bu öksüz yapı,
Onu sürdürmeyen çırak utansın!

Necip Fazıl, 1972’de artık evindedir. 1978’de Büyük Doğu on altıncı defa çıkar. Ama o artık bir hayli ihtiyarlamıştır. “Pırıl pırıl zekâsına, muhayyilesine, dipdiri sesine rağmen, bedeni son senelerde süratle çökmüştür.” Ve koca şâire artık dünya boş, odaları loş gelmekte, gözleri müebbette, gününü beklemektedir. Gelen meleğe hoş geldin, safa geldin demeye hazırlanmaktadır. İnanan bir insan olarak onun için “Ölüm güzel şeydir.” Bu inancını ne kadar da güzel şiirleştirir:

Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber…
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?

O da her fani insan gibi, 25 Mayıs 1983’te bir güzel ölümle bu dünyadan ayrılır, çok sevdiği Yüce Yaratıcı’sına kavuşur.

Kaynaklar:
1- Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, 5. baskı, İstanbul, 1987, s. 64.
2- Mehmet Kaplan, Edebiyatımızın İçinden, İstanbul, 1978,. S. 19.
3- a.g.e., s. 193.
4- Necip Fazıl Kısakürek, Bâbıâli, 2. baskı, İstanbul, 1976, s. 204.
5- Kısakürek, O ve Ben, s. 130.
6- a.g.e., s. 162.
7- Necip Fazıl Kısakürek, Cinnet Mustatili, 4. baskı, İstanbul, 1983, s. 301.
8- a.g.e., s. 302.
9- a.g.e., s. 306-307.
10- Mehmet Kaplan, Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, 2. baskı, İstanbul, 1975, s. 30.
11- a.g.e., s.31.
12- Necip Fazıl Kısakürek, Çile, 12. baskı, İstanbul, 1987.

Exit mobile version