BİR KAHRAMAN
Trendeyim. Gebze önlerindeyiz. Başımı kadife döşemeye dayamış, dalgın, inip çıkan telgraf tellerini seyrediyorum. Birden, yanımda bir adam peyda oldu. Koltuğunun altında bir yığın kitap…
Genç, iriyarı, düzgün kılıklı bir insan bana hitap etti.
-Bunlar kendi şiirlerim. Satıyorum. Çok güzel şiirler!
Donakaldım. Uzattığı nüshayı çektim, içini açtım. Muharririnin resmi… ta kendisi!
Parasını bizzat muharririnin eline sıkıştırmak gibi bir hicap içinde, kitabı aldım. Bir şey söylemek ihtiyacındaydım. Hangi şairi en çok sevdiğini sordum. Öyle bir isim verdi ki büsbütün sarsıldım. Verdiği ismin sahibini tanımıyordu. Halinden belliydi, hilesi yoktu. Yüksek bir mektebde okumuş olan, Gebzede ve böylece trenlerde eserini satan şair benden ayrıldı.
Genç adam!
Hakiki sanatkâr, gururunun ifadesini hiçbir geçit resminde bulamıyan bir onur kayasıdır. Onun üstün kaderiyle yaptığın iş arasında Öyle bir tezat var ki, bu tezadın dehşeti seni kahramanlaştırıyor. Sen belki de iyi bir şair değilsin. Fakat nefsine bu ağır hakareti savurmak cesaretini gösterebilmiş ilk şairsin. Hale bak ki, tesadüf, müşteri sıfatiyle karşısına, şair olmanın hüsranını senden az çekmemiş birini çıkarıyor ve sen ona, kim olduğunu bilmeden, onu en çok sevdiğini söylüyorsun!…
Seninle ben, biribirine sadaka vermek ihtiyacında iki dilenciyi öyle andırıyoruz ki…
13 Ağustos 1939