C. ZARİFOĞLU’NUN YAŞAMAK’TA ANLATIĞI HATIRALARI
ANKARA 1976. onbir ocak. Üstad Necip Fazılı karşıladık. Yirmi otuzda trenle geldi. Reşat, Akif, Hasan, Bahri, Rasim ve ben. Üstad son kez çıkışı yirmibir ocağa ertelenen Büyük Doğunun çıkmamasına kesin karar verdiğini söyledi. Ve nedenlerini anlattı. Buna rağmen yine de çıkması için bir çok sebeb sıraladı. Bunun için mevcut imkanlarından da söz etti. “istişare edelim” dedi bize. Büyük adamın bu sözü söylediği topluluk içinde olmakla içime ani bir olgunlaşma hücum etti. Nice denizlerde sokaklarda kaldıktan sonra şu Ankarada yakam avuçları içinde toparlanıp içine alındığım iklimde, içimin bu ani hamlelenmesi ile fiziğim de harekete geçecek, ve oturduğum koltuktan taşacağım, sigara ağzımın kıvrımlarında kaybolacak, gövdeme yer bulunamıyacak sandım rezil oldum.
Neyseki kendimi toparladım Üstadı dinledim: Büyük Doğu hareketinin oluşturduğu zümreyi “çeşmeden en başta akan suyun bulanık kısmı”na benzetti, “düşük” deyimini de kullandı. “Esas meyvesi ilerde gelecek” dedi. Bu “bulanık suyun içinden sizleri ayırıyorum” dedi. “Tek tek birer şahsiyet istidadı gösteriyorsunuz. Deminki sözlerim toplum içindir. Cemiyet mücerrettir” dedi. aradan saatler geçiyor, çeşitli konulardan yeni fırlayışlardan yeni varışlardan geçiyor. Necip Fazılı onbeş-yirmi dakika dinleyen biri kendi dünyasının ne kadar küçük, değersiz olduğunu derin derin anlar. Sohbetlerin, büyüklerin dizlerinin dibine oturmanın neler ifade ettiğini anlıyorum. Tasavvuftaki sohbet medeniyetini anlıyorum.
Üstad bütün o alabildiğine geniş ufuklarına, o derin idrakine, buluşlarına, dile hakimiyetine, o nefis istanbul şivesine, ve dinleyen herkesin onun, verdiği eserlerden de büyük olduğunu tasdik etmesine ve temel konularda bütün hassasiyetine rağmen, bazı pratik konularda bir çocuk kadar saf. -Kendi de farkında bunun: “Beni herkes kandırabilir” diyor. Mesela para konusunda, dünya menfaatleri konusunda. Teorik zekasının büyüklüğü görüyorum ki onda pratik ve özellikle aldatıcı, kandırıcı, kurnazlık edici zekaya yer bırakmamış, bu yaşına rağmen kalbi çocuk kalbleri gibi temiz ve berrak. Onda hesabîlik yoktur. Onun bize menfi ya da müsbet görünen her hareketinde, ve eyleminde, sadece tarihi büyük misyonunu yerine getirdiğine inanırım. Televizyonda uzay filmi gösterilirken onunla ilgili olarak “bunlar insan fantazisi ile alay etmektir” şeklinde konuşurken, üç yaşındaki torunu elini ekrana uzatarak, “bunlar benim oyuncaklarım” demiş. “Tam isabet, tam teşhis” diyor Üstad, “meçhulü arayan zeka budur işte” diyor. Torununa hayran.
İnsan ister ki odalar dolusu parası olsun ve bu eli sonuna kadar açık insana versin ve sonra da para nasıl harcanırmış seyre dalsın.
Necip Fazıl batılılardan wagnere benziyor, o da çelik gibi sinirleri olan bir hoş dehadır.
Üstada “basın şeref kartı” verildi. Toplantı bir hayli çekişmeli geçmiş. Şeref kartının basit bir maddesi var “Basında elli yılını doldurmuş olanlara verilir” gibi. Ama yıllardır elli yılı dolmuş olan üstada bu kartçığı layık görmezlermiş.
Gafil sefilcikler.
Üstad unutulmaz bir jestle bu yıldızlı kartı çıkardı gösterdi. Bir deyim kullandı ki yazmam.
Uzun masanın baş tarafında oturmayı ve bizlerin onun etrafında çevrelenmemizi tercih ediyor. Bir Genel İdare Kurulu havası içinde, başkan o.
Konuşurken, jesti ses tonu mimiği heyecanı ile hayret zinde. Ancak ayağa kalkıp yürümeye başlayınca biraz yaşlanıyor. -Çok dikkatli yürüyor. Yoldayız arabaya doğru giderken, lambaların aydınlığında, gölge mi başka bir şey mi olduğu belli olmayan su birikintisine basıverdi. Yanındaydım üzüldüm.
Merdiven inerken adımını birden peydahlanan bir boşluğa attığını görüyorum. Ama bir melek bu adımı onun dengesini bozmadan düzeltiyor ve basamağa koyuyor.
ANKARA 1978 28 KASIM. Üstad Necip Fazıl’ı Mola otelinde ziyaret ettik. Büyük Doğuyu son beş sayı çıkarıp kapayışından sonra, arkadaşlar Akif Erdem Rasim onunla ilk kez karşılaşıyorlar. Alaeddin ve Mehmet de var. Üstad: -Büyük Doğu son çıkışında en parlak dönemini yaşadı. Kapanmasında çeşitli nedenler oldu. Ama en büyük amil siz oldunuz, dedi.
Otelin ilk katında, lobideyiz. Üstad sakin, yumuşak ve yalnız. Saat 18’de beni Akabeden aradığında, -Arkadaşlara da haber ver, gelsinler, son bir görüşme yapalım, dedi. Erdemle Rasimi görebileceğimi söyledim. Bu telefondan az önce, bu ikisine üstadın önceki gelişinde yine kendilerini istediğini, ancak kendilerine haber veremediğimi anlatıyordum. Telefon tam o anda geldi. Büroya çıktık. Yine üstadın telefonu. Bu kez Akifle Hasanı da haberdar etmemi istedi.
Lobi tenha. Üstad:
-Bana giran geldiniz, diyor. Geçen olayları kısaca özetliyor. Rapor 4’te yazdıklarını ılımlı bir dille tekrar ediyor bir bakıma.
– Sizi bütün olanlara rağmen hatıralara dayanarak istedim. Münasebetimiz olayların üstündedir. Kendisine yazılan mektupta Reşat’ın imzasının bulunuşuna “anlamsız” diyor. Cahitin ismi var ama imzası yoktu. Size katılmadığından değil, fakat bazı ailevi ilişkiler nedeniyle imzalamamış. Gerisini tahkik etmedim. (…) Bizden sonraki nesilden bir sizler varsınız.
Bazı isimler sayıyor.
-Sizin nesilden, diyor, ama bizden bir hayli yaşlı kişiler. Onlar için umutsuz.
-Sizden sonrakiler bir felaket diyor. Kendisine yollanan bir şiir kitabından söz ediyor ve şairi karşısındaymış gibi ona hitap ederek
-Sen bu işi bırak evladım, diyor.
Nesiller arasındaki yıl farkı için 25 yıldır diyor.
-Bazı sosyal hadiseler bu yıl farkını çok kısaltabilir. Uzatabilir de. Ama ortalama 25 yıldır.
Böylece kendisinden sonra gelen nesil nerdeyse biz oluyoruz. Birtakım profesör isimleri, Aydınlar Ocağı vs. gibi kuruluş isimleri ve umutsuzluk mimikleri…
-Demirelde bir Anadoluculuk eğilimi başladı, diyor, onun CHP ile bir yakınlaşmasını imkansız görüyor ve kendisinin AP ve MHP ye yakınlaşmasını “Aramak” deyimiyle niteliyor.
Üstadın söylediklerini, aradan 24 saat bile geçmediği halde hemen hemen hiç hatırlamıyorum. Tek tek cümleler aklıma geliyor. Mesela,
-Yalnızım, dedi.
Ondan böyle bir şeyi ilk defa duydum. Korkuyor insan.
Ve başlıyor çocuklarını anlatmaya. Birkaç cümleyle.
-Evlat diyor omuz ve el jestleri ve bir ton mimik bu bir tek kelimeye eşlik ediyor, ve “kaçınılmaz bir hal, bir kader,” demek istediğini bunlarla anlatıyor. Elde olmadan ‘evlat ve baba’ ve ekliyor.
-Sizler bana daha yakınsınız.
Herkes mutlu ve sevgiyle yüzleri ışıl ışıl ona bakıyor. Fakat kimse konuşmuyor. Buna dikkati çekiyor. Ve tuhaf, gerçekten söylenecek bir şey yok. Tiyatroda perde arasında gibiyiz, garip bir “ara”, bir boşluk.
Tek tek durumlarını soruyor arkadaşların, Akif, Rasim ve Alaeddin’in. “Erdem malum.” Sömestri tatillerini soruyor, ve bizleri şubatta Istanbula evine çağırıyor.
-Bir görüşelim, diyor.
Tam iki küsur ay sonrası için. Urperiyorum. Hepimiz peki diyoruz.
Ergun Göze kendisine Miyasoğlu’nun Yeni Devirdeki bir yazısından söz etmiş. O yazıda Gözenin Ionescoyla konuşması yeriliyormuş.
-Röportaj böyle mi yapılır, şunu niye sormadın, o konu öyle mi deşilir dese ya! Hayır! Ionescoyla niye konuştun diyormuş.
Düşünüyorum, Üstada biri, birileri hakkında birşey anlatınca Üstad inanır. Araştırmaz.
-Üstadım torununuz nasıl, diye sordum
-Çok iyi, çok iyi dedi hemen.
Geçenlerde vefat eden birinden söz etti.
-Duymadınız mı dedi.
Duymamışız. Hayret etti.
-Efendinin çizgilerini taşırdı, dedi. Yarın sanatoryumun önünde Garbi bekleyecek. Merkade giderken alacağım onu.
Her gelişinde olduğu gibi Bağluma Seyyid Abdulhakim Arvasi Hazretlerini ziyarete gidecek yarın.
Böyle bir ziyaretini Rasim anlatmıştı.
-Bizi de götürdü. Üç Fatiha onbir Ihlas okuyun dedi. Orada, mezarın başında bizleri adeta unuttu. Değişti. Ayrılırken, bir çocuk nasıl ağlarsa öyle ağladı.
Bir de Müftü Efendi onu Arvas köyünde Şeyh Fehim Hazretlerini ziyaret edişini anlattı.
-Renkten renge girmeye başladı. Ateş gibi kızardı. Sonra işte şunun gibi sapsarı kesildi. Kendisine birşey olacak zannettik. Eve giderken yıkılmasın diye kollarına girdik.