CEVAT RIFAT ATİLHAN
Üstadlarla ilk yüzyüze gelişimiz Malatya tren istasyonunda oldu. Bizi Ankara’ya sevk ediyorlardı. Malatya’da ayaklanma olabilirmiş. Tabii onları da getirmişlerdi. Hepimiz ikişer ikişer kelepçeliydik. Çok sıkı güvenlik önlemleri almışlardı. Onlar da kelepçeliydi. Jandarmalar bizi yaklaştırmıyordu. Ancak arada bir yarım yamalak kendilerini görüyor ve birbirimize tanıtıyorduk:
-İşte Serdengeçti.
-Hangisi, hangisi?
-Şu kısa boylu, kara kuru olan…
-Haydi ulan sen de… Serdengeçti öyle mi olur?
-Peki hangisi öyleyse?
-Ne bileyim ben? Hepsi birbirinden beter…
Daha orada hayalimiz yıkılmıştı. O devlet şunlar mıydı?..
Bize bir vagon ayırtmışlardı. Altı kişilik kompartımanlara doluştuk. Onların dördünü de bir kompartımana koymuşlardı. Malatya garından çıktıktan sonra disiplin gevşemeye başladı. Yavaş yavaş jandarmalarla ahbap olduk. Artık onları camın gerisinden de görebiliyorduk.
Necip Fazıl, sırtı trenin gidiş yönüne gelecek şekilde pencere dibine oturmuştu. Sağ eli serbest, sol eli Mustafa Bağışlayıcı’nın sağ eliyle kelepçeliydi. Müşarünileyh Paşa ile Osman Ağabey de karşı taraftalardı. Necip Fazıl hep dışarılara bakıyor, Paşa bir şeye kızmış gibi burnundan soluyordu. Osman ağabey adeta yerinde duramıyor, bizimle konuşmaya can atıyordu.
Biraz sonra bir gürültü koptu, paşa coşmuştu:
-Çıkarın kollarımdan kelepçeyi!.. diye bağırıyordu.
-Ben millî kahramanım.. İstiklâl Harbinde yedi bin atlıyla Yunan cephesini çökerten adamım!.. Bana kelepçe vuramazsınız!.. Paşayım ben paşa!.. Çağırın komutanınızı!..
Komutan geldi. Sümsük bir onbaşı..
-Buyurun, komutan benim, dedi.
-Çöz şu kelepçeleri!
-Çözemem.. Emir böyle.
-Çöz, yoksa kafamı cama vurur parçalarım!
Necip Fazıl söze karıştı:
-Başefendi, lütfen çözün paşanın ellerini…
-Çözemem, devlet otoritesi sarsılır…
-Çöz kardeşim çöz, devletin otoritesi gerektiriyorsa benim şu koluma da kelepçe vurun.
-Çözemem!..
Paşa hâlâ bağırıyordu:
-Ben üç Bulgar alayına tek başıma kafa tutmuş, onlara bir adım attırmamış bir komutanım!.. Bulgar Kralı bile bana esir muamelesi yapmamış, benim şeref misafirimsin demiştir. Kılıcımı bana iade etmişti. Siz kim oluyorsunuz? Çöz diyorum sana elimi yoksa fena olur!
-Çözemem, otorite sarsılır…
-Kafamı cama vururum!..
-Vur!..
-Sen bana nasıl vur dersin?.. İşte general kimliğim!..
Onbaşının burnuna doğru uzatırken kimlik yere düştü. Osman ağabey aldı.
-Üstad, dedi, bu general kimliği değil, basın kartı…
-Ver kardeşim ver, sen de tahkik memuru musun?
Bu kargaşa epeyce işimize yaradı. Disiplin kalmadı. Artık Üstadlarla görüşüyorduk. Osman ağabey bizi kucaklıyor, okşuyor, candan ilgileniyor.
-Vah benim garip Anadolu’mun garip çocukları vah!.. diye ağlıyordu.
Onu çok sevmiştik.
(…)
Paşaya gelince.. Yusyuvarlak kabak kafalı, dik, düz burunlu, burun delikleri iki siyah çukur gibi ileriye dönük, sert çizgili, sert görünüşlü.. Orta boylu, şişman, tombalak.. Kendine hayran ayrı bir tip… Gözümüzde çok büyük… Dünyanın bütün Yahudilerine, masonlarına meydan okuyan eşsiz kahraman… Gözle kaş arasında bize öyle şeyler anlatıyor ki… Hayran hayran dinliyoruz. Hepsine de inanıyoruz. Tabii çok geçmeden kimin ne mal olduğunu anlayacaktık. Ankara Hapishanesinde… Necip Fazıl çocuklarının sahipsiz kaldığından ev kirasını veremediklerinden, evinin elektirik ve suyunun bile kesildiğinden dert yanarken o hiç üzülmüyordu.
-Adam olsaydı da Müslümanlar kendisine yardım etselerdi… diyordu.
Birgün hapishane efelerinden Kızılcahamamlı Rıza Karataş geldi.
-Yahu Hüseyin Bey, dedi. Sizin üstad çok yalan söylüyor.
-Hangisi? Dedim.
-Paşa mıymış, neymiş.. İşte o, dedi.
-Söylemez, dedim.
-Allah aşkına, dedi. Şuna inanılır mı? Güya Müslümanlar kendisini o kadar severlermiş ki hapishaneye düşünce çocuklarına kırk kamyon oyuncak getirmişler. Kırk kamyon oyuncak Japonya’da bulunmaz yahu…
-Niye bulunmasın? O kırk kamyon dolusu oyuncak dememiş ki, kırk oyuncak kamyon demiş.
-Buna da inanmak zor ya… Haydi olabilir diyelim…
Birgün bir arkadaşımız sordu:
-Üstad, dedi. Yahudiler bu kadar dünyayı idare ediyorlar, milletleri köle yapıyorlar, insanları birbirine kıydırıyorlar, savaşlar çıkartıyorlar, kan döküyorlar, insanlığın kaderini çiziyorlar da seni nasıl öldürmediler!..
-Öldüremezler kardaşım… Ben Allah’ın koruması altındayım ve ecel de Allah’ın elinde…
-Amenna ve saddakna!..
Birgün ben de sormuştum:
-Üstad sana rüşvette mi teklif etmediler?
-Nasıl etmediler kardaşım? Ben Birinci Cihan Harbi’nde Umum Arabistan Cepheleri Başkumandanıyken, yüz on bir Yahudi bana on bir çuval pırlanta getirdiler. ( Hep küsurlu söylüyordu ki inandırıcı olsun ) Filistin’de karargâhımın kapısına yığdılar.
-Bize burada bir yurt ver… dediler. Ben ayağa kalktım ve:
-Vatan toprağı parayla satılmaz, defolun! Dedim. Çuvallara bir tekme vurdum. Pırlantalar, elmaslar haşşşş diye yerlere döküldü. Onların parıltısından ortalık aydınlandı. Herkes gece vakti güneş doğdu sandı.
Artık söylediklerine inanmıyorduk. İşin gırgırındaydık. Orada bir kalıp sabun varadı. Onu aldım:
-Üstad, dedim. Pırlantaların büyüklüğü bu kadar var mıydı?
-Evet kardeşim, en küçüğü o kadardı, dedi.
Halbuki bilinir. Dünyanın en büyük elması küçük bir yumurta kadardır. O da bilmem nerededir.
Adam on bir çuval dolusu pırlantayı bir tekmede devirmiş… Saman çuvalı mı bu be? Kaldı ki onbir çuval saman da bir tekmede devrilemez. Hz. Ali misin be mübarek, yoksa Samson mu?.. işin garibi bunları duruşmalarda da söyler, sonra da gelir hapishanedekilere:
-Bunlar mahkemede söylendi kardaşım, derdi.
Sanki mahkemede söyleyen bir başkasıymış gibi…
Bağışlayıcı ile bize uymak için arasıra namaz kılardı. O da sadece farzların yarısını. ( Abdest alır mıydı, almaz mı, artık Allah bilir…)
-Bize farz olan Allah’ın emridir. Peygamber nasıl olsa affeder. Dünyada seferi sayıldığımız için de farzların yarısını kılıyordum, derdi.
Birgün özellikle ve gizlice izledim. Heladan çıktı. Ellerini, yüzünü şap şup ıslattı ve geldi Mustafa Bağışlayıcı’nın arkasında namaza durdu. Bitirdikten sonra ben sordum:
-Abdest aldın mı üstad ? dedim.
-Aldım kardaşım, dedi.
-Ayaklarını yıkadın mı?
-Yıkadım kardaşım; hatta tam ıslanmadığından şüphe ettim de gidip tekrar yıkadım.
Halbuki geleli daha beş dakika olmamıştı. Ve ayağından çıkardığı takunyalar kupkuruydu.
Paşamız Avrupa’da en büyük restorantı açtığını söylüyordu. Adı da “ Oryantal Terrestr Restoran”mış. Osman ağabeyin buna dili dönmezdi. “ Oryantal teres” derdi.
Bir kitap yazıyordu. Adı “Hitler’i nasıl Müslüman ettim” Hergün bize uzun uzun anlatırdı. Bir gün dayanamadım:
-Hayret, dedim. Sen kendin Müslüman değilsin, Hitler’i nasıl Müslüman ettin?..
Ağzını açtı mı inanılmayacak şeyler söylerdi. Hakimler de bunu bildikleri için onu pek konuşturmazlardı. Mecburen susardı. Susardı da bu sefer de şöyle derdi: “ Bugün mahkemede muhteşem bir sükût yaptım. Herkes sükûtumun ihtişamından dolayı beni tebrik etti”
(…)
Ben bu adamı yakından tanıdıktan sonra, korkunç bir boşluğa düştüm. Bir sene, evet tam bir sene… İnandıklarımı yeniden gözden geçirme ihtiyacı duydum. Hatta inkara çalıştım. Üstelik tarafsız da değildim. Beni bir çok kötülüklerden alıkoyan inançlarımdı. Hapishanede kendini bir kere kabul ettirdin mi, gerisi kolaydı. Esrar, eroin, afyon sattırırdın, kumar oynatıp mano toplardın; para yapardın, nam kazanırdın, dışarıya çok güçlü çıkardın…
Bütün bunlar neden kötüydü? Allah öyle dediği için… Allah inancı ortadan kalkarsa, kötülük diye bir şey de kalmazdı. İşte böyle düşünmeye başlamıştım. Şeklen namaz kılıyordum ama büyük bir buhran içindeydim. Korkunç bir uçurumun tepesinde, akılsız aklı rehber edinmiş, artık hakikatı bulanık görmeye başlayan gözlerime de bir menfaat gözlüğü takmıştım. Ha düştüm, ha düşecektim. Çok şükür Rabbim müsaade etmedi. Bu günahkar kulunun, küfür ve inkarın, cehennemden bin beter o dipsiz karanlığına düşmesine râzı olmadı.
“Lanet kör şeytan” dedim ve bir seher vaktinde, anamdan yeni doğmuşçasına, tertemiz duygular içinde, neredeyse ihanet etmek üzere bulunduğum sevgili İslam’a tekrar dört elle sarıldım.
Yusuf baba, Hayri baba, Said ağabey gibi İslam’ı yaşayan insanları görmüştüm. Şu adam kim oluyordu ki İslam’ı temsil etsin? Çoklarının putlaştırdığı akıl, bazen ne kadar da şahsiyetsizdi. Öyle bir eşşek ki insanın canı ne yana gitmek isterse, o tarafa yöneliyor. O zaman bana “Haklısın! Haklısın!” diyordu. Şimdi de “yazık yanılmışsın, yanılmışsın!” diye yırtınıyor… Akıl elbette önemlidir. Aklı olmayanın dini yoktur. Ama o, her şey de değildir. Birçok hakikat karşısında âciz kalır. Harikalar onu aptallaştırır. Bunun dünya kadar misalleri var. Geçiyorum…
(…)
Osman ağabey’in gözyaşları, Bağışlayıcı’nın namazları, Paşanın palavraları, Necip Fazıl’ın hafakanları… Artık hiç bitmeyecekti. Buna göre kendimize yeni bir düzen kuracak ve dışarıyı unutacaktık. Yoksa çıkamazdık bu lânetli yerlerden…
( Hüseyin Üzmez – Malatya Suikastı )
( Üstadın, Cinnet Mustatili isimli eserinden, mâhut şahıs hakkında daha fazla malûmata ulaşılabilinir )