HENGAME
TARİHİNİ koyduğumuz hengâme Genç Şair’in hayatında çok renkli ve hareketli… “Millî Oto” diye fransız otomobilleri satan bir şirkete “ticarî servis” şefi olmuş, Cumhuriyet gazetesinin Peyami Safa idaresindeki edebiyat sahifesinde yazılar yazmaya başlamış, Peyami’nin “Yeni Türk şiirinin Şairi” ve “Birsamlı (gözüne hayalet görünen) Şair” adlı makalelerine mevzu teşkil etmiş, daha nice kalemde tecelli etmeye yüz tutmuş ve parmakla gösterilir hale gelmiştir.
Bir davette, kadınsız Babıâli’nin kadın romancısı Suat Derviş, ona, güzel olduğuna inandığı elini uzatır ve şöyle der:
– Büyük Şair!..
(Hohenzolern) hanedanından bir prensin “bu eli öpebilmek bir kadına bütün bütüne malik olmaktan üstündür!” dediği, Suat Derviş’çe rivayet edilen ince uzun parmaklar… Bu eli çekecek olursanız karşınıza, mavi gözleri birbirinden hayli uzak, zaif ve nahif bir kadın çıkar ve onun beş on kelimeyi geçmeyen lûgatçesini ezberlemeye beş on dakika yeter. Suat Derviş’in Hamiyet isimli, kendisinden daha akıllı veya daha az akılsız bir kız kardeşi vardır ki, hiç olmazsa roman yazmıyacak ve elinden geldiğince onun hayatını yaşayacak derecede sezişli-dir ve kardeşine (koketri) ve (strateji) dersi verenin kendisi olduğu bellidir.
Bu hengâme, Nâzım Hikmet’in Babıâli’de, Karagöz’ün beyaz perdede tepeden yere şamatalarla inmesi gibi peydahlandığı zaman… Ortada, Nâzım Hikmet ve kumpanyası “Resimli Aycıların (Zekeriya ve Sabiha Sertel’ler) kopardıkları bir nâra: “Putları deviriyoruz!”… Yakup Kadri ve Ahmed Haşim’e kadar, Namık Kemâl’i, Abdülhak Hâmid’i, Tevfik Fikreti ve Halit Ziya’siyle eskilere hücum, eskilerin kerpiç şatolarını yıkma davranışı… Bir de “taktak”lı “tuktuk’lu, davul sesi şiir:
İniyor kayık
Çıkıyor kayık…
İniyor ka…
İn!
Çık
Tık!
Pik!
Bütün (burjuva)ların çenesi düşmüş ve bu Moskova mamulü apıştırma şiiri karşısında, Eşref Şefik, Peyami Safa ve Genç Şair’den başka büyülenmeyen kalmamıştır. Ucuzcu Babıâli, turistlere sahte eşya satan ve geçmiş yerine güya gelecekten haber veren bu şaşırtmaca ve kandırmaca şiirini hemen vitrinine yerleştirmekte tereddüt göstermemiştir.
Keman sesini ayakları altında çiğneyen davulun zaferi…
Nâzım Hikmet’i gırizî hararet mesafesinden, yani çok yakından tanımayan, onun ne heykelleşmiş bir ahmak olduğunu anlayamaz ve bu hükmü, derin bir anlayışı yoksa, eserlerinden çıkaramaz.
Nâzım Hikmet, uzun boyu, altun renkli saçları, çakır ve çiğ gözleri, çilli ve tozpembe yüzü, şapşal çehre hatları ve küçük ve yusyuvarlacık kafasiyle, insana ilk bakışta yakışıklı hissini veren, bilhassa maymunvârî içeriye doğru tuttuğu sarkık elleriyle bu halini mühürleyen bir aptaldır. O kadar aptal ki biraz sıkıştırılınca “ben sizin yanınızda şahsiyetimi ve kafamı kaybediyorum!” diyecek ve yağlı kasketini altun saçlarına oturtup kaçacak derecede… Her şey onda, geri, ileri, sınıf, zümre, burjuva, köylü, patron, işçi gibi tabirlerle, Moskova tertibi ezberleme bir logaritma çerçevesi içinde ve birkaç kelimelik leke sabunu (prospektüs – târife)leri halinde… Genç Şair onu, kendisinden iki üç sınıf yukarıda olarak Bahriye Mektebinden tanır ve şiire ne bebekçe başlayıp onu bir Rusya seyahati sonunda ne kartalozca bitirdiğini bilir. Ağzı süt kokan ve “Ben de müridinim işte Mevlânâ!” diye mısralar heceleyen bebekten, “Hâfız-ı Kapital olmak istiyorum!” narasını basmaya memur, iki eli belinde ağzı bozuk kartaloza kadar…
Ona bir gün Genç Şair demiştir ki:
– Sen komünist şair Mayakofski’nin mukallidisin! O, komünist rejiminin Rusya’ya nakşından sonra “bu beni tatmin etmiyor ve ben, artık buna inanmıyorum!” deyip kafasına bir kurşun sıkarak intihar etti. Ya sen niçin ustanı sonuna kadar takip etmiyorsun?
– Onun sonunda sapıttığına inanıyorum da ondan…
– Ya sonunda sapıtanın başındaki haline nasıl güvenebiliyorsun.
– Ben (burjuva)ların mantık palavralarına metelik
vermem!
Ona en güzel cevabı, öldürücü, yakıp yıkıcı, yerle bir edici karşılığı, başta işaret ettiğimiz ve İstanbul’lu
karakterini çizdiğimiz tarihçi Emin Âli vermiştir:
Meserret kahvehanesinde oturuyorlar… Emin Âli, Nâzım Hikmet, Peyami Safa, şu, bu… Nâzım maddeciliği müdafaa ediyor ve insanda her şeyin madde elem ve hazzına bağlı olduğunu, ruhî hadise, ruhî ölçü diye bir şey olmadığını ileriye sürüyor.
Emin Âli, dudaklarında gayet zarif bir tebessüm:
– Öyle mi, diyor, öyleyse sana 5 lira vereyim ve maddî ırzına talib olayım… Razı mısın?…
Nâzım Hikmet ne de olsa çocukken aldığı terbiye ve duyduğu erkeklik haysiyetinden, bu teklife “olabilir! Bir şey lâzım gelmez!” diyemiyor, fakat işi namus ve haysiyet gibi ruhî bir ölçüye bağlayamayacağı için de, mazeretini ahmakların ahmağı şu cevapla izaha kalkıyor:
– Razı değilim, çünkü maddî sızısı vardır. Ve Emin Âli hedefi 12’den vuruyor:
– Öyleyse ikibuçuk lira vereyim de badana edeyim… Razı mısın?
Fikir ve dâva uğrunda hiçbir galiz ve müstehcen tarafını görmeden göz önüne serdiğimiz bu tablo her çizgisiyle gerçektir ve bu son mukabele karşısında hebenneka Nâzım Hikmet gık diyemeden apışıp kalmıştır. İstanbul efendisinin (mistik) ruhuna yenilen (materyalist) mantık!..