KOMŞUMUZ NECİP FAZIL
Benim Merhum Necip Fazıl’a yakınlığım mahalledendir. Kendisiyle tanıştırılmamızdan, vefatına kadar geçen allı yıllık süreçte hemen her gün görüştüğümüzden, Onu çok yakından izleme fırsatım oldu.
Erenköy’deki evinde ilk görüşmemizde bana ne iş yaptığımı da sormuştu. ‘Avukatlık’ dedim. ‘Sokrates’in savunması okunmadan avukat olunmaz’ demişti. 1978 senesi ilkbaharıydı ve ben çiçeği burnunda bir avukattım. Sokrates’i de henüz okumamıştım.
İsmi, hemen her insanın zihninde öncelikle şiir ve edebiyatı çağrıştıran Necip Fazıl’ın insanî ve beşerî yanları benim için daha dikkat çekiciydi. Onun şair ve edebî yönüyle edebiyatçılar ve tanıyan hemen herkes zaten ilgiliydi. Ama o günlük hayatında nasıl biriydi ve nasıl yaşardı? Yemesi, içmesi, oturması, kalkması, konuşması, üzülmesi, sevinmesi, kızması ve affı nasıldı? Ve nasıl davranırdı? Tüm bu soruların bilinen cevabı ;
“Üstat adam gibi adamdı” olacaktır. Peki, ondaki bu adam gibi adamlık nasıldı? İşte beni en çok buradaki küçük ayrıntılar ilgilendirmiştir.
Sözgelimi o ilgili biriydi. Muhatabının hemen her şeyiyle ilgilenirdi. Ne yiyip içtiğinize kadar sorardı. Bizim evde kaç çeşit yemek çıktığını sorduğunu hatırlarım.
‘iki çeşit’ dedim, ‘çorba ve ana yemek.’ Güldü ve ‘çorba yemek sayılmaz. Demek ki bir buçuk çeşit yemek yiyorsunuz demişti.
Kendisine gelen kişi beş yaşında bir çocuk bile olsa onu dinler ve mutlaka iltifat ederdi. Ayrılırken de kesinlikle ayağa kalkar ve nazik bir ifadeyle misafirini yolcu ederdi. Nazikti ve nezaketi sahiciydi.
Çok cömertti. Kendisi tok bile olsa “ben şimdi yemiştim” demez, gelen misafi-riyle birlikte kendisine de yemek sipariş eder ama gelen yemeği yemezdi. Ama siz bunu fark etmezdiniz çünkü hissettirmezdi. Evinde de sofrası zengin ve çeşitliydi. Diyet yapmasına ve az yemesine karşın başkasına ikramdan büyük zevk alırdı. Sigarayı bile paketinden değil, beş altı paketi .birden boşalttığı tabaktan sunardı. Birinci sigarasını tercih ederdi. Beş bin lira değerindeki telefon makinasını tamir için eve gelen tamirciye iki bin lira bahşiş verdiğini görmüş ve şaşırmamış-tım. Çünkü bu ondan beklenen bir davranıştı. Allah katında kazandığı sevabını bile bağışlayacak kadar cömertti desem mübalağa sayılmaz. Devam eden davalan için gösterdiğim mütevazi gayretimi çok takdir etmiş maddeten karşılanmasını mümkün görmediği bu gayret: “Bu millete hizmetimden dolayı Allah bana eğer tırnak ucu kadar sevap yazmışsa tamamı senin olsun.” demişti. Cömertliğini bu derece yükselten başka biri acaba var mıdır?. Varsa bile ben tanımıyorum.
Dostluğu kavi idi. Dostlan için de güç kaynağı idi. Onu kibirli sananlar onu tanımayanlardır. Belki biraz kibirli gibi davranarak engin tevazûunu gizlemeye çalışır ve bu yoldan riyakârlığın tuzağına düşmemiş olurdu. Bunu aslında kibirli olup, alçak gönüllü görünmeye tercih ederdi. Dolayısıyla dostluğu da ona göreydi. Yani nitelikliydi.
İlkokuldaki oğlum öğretmeni tarafından kulak çekme cezasına maruz kalınca bundan aynı sınıfta okuyan torunu tarafından haberdar edilen Üstâd, telefonla okulu ve idaresini fena haşlamış olacak ki olaydan hiç haberim olmadığı halde okul müdürü tarafından aranmış ve defalarca özür dilenmiştim. Oysa, senin çocuğu okulda öğretmeni dövmüş haberin var mı da diyebilirdi. O Üstad idi ve dostluğun gereğini en ince biçimde yapardı. Keza tedavi için gittiğimiz Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesine, gece yarısı bulup merhum Ayhan Songar’ı ilgilenmesi için göndermişti. Ben tüm bunları onun bizlere tenezzülü olarak kabul etmiş ve cana minnet bilmişimdir. Ayrıca dostluğun bu türünü bu sayede öğrenmişimdir de.
İnsanlara hem inanır hem de güvenirdi Saftı ve yirmi dört ayardı. Biri ona ‘geçen gün aldığın borcu öde’ dese, yanında varsa ödemeye kalkar, yoksa kendini borçlu bilirdi. Biriktiremezdi. Çünkü hemen sarfederdi.
Daima gençti. Genç kalışını çilesine, derin tefekkürüne ve ıstırabına bağlardı.
Bu bağlamda, gençliğinde gittiği Paris’in arka sokaklarındaki bir mahalle tiyatrosundaki oyun onu hayli heyecanlandırmış. Oyunda bir baba ve oğlu bilmeden aynı kıza aşık olurlar. Oyunun sonuna doğru oğlan durumu anlar ve babasına ‘utanmıyor musun kızın yaşındakine aşık olmaya’ der. Bunun üzerine babanın verdiği cevap Üstadı o kadar heyecanlandırmış ki, heyecandan öndeki seyirciyi kucaklamış.
Baba ne demişti? diye sorduğumda;
“Madem ki ıstırap çekiyorum öyleyse gencim” dedi, demişti.
Evine ve eşine herkesten fazla hem bağlıydı hem de düşkündü. Kendisi için asla kullanmadığı hatırını ailesi ve çocukları için kullanırdı. Kızlarından Ayşe hanımı tedavi için dişçisine otomobille götürüp getirmemin kendisini nasıl mutlu ettiğini görmeliydiniz. Bazen karaborsada satılan bir paket yabancı sigara kendisine getirildiğinde içinden bir tanesini içer, sevmesine rağmen kalanını eşine saklardı. Kim olursanız olun onunla tanışmaya nail olmuşsanız sizi olduğunuz ya da bulduğu yerde bırakmaz, mutlaka bir başka yere taşırdı. Farketmeden irtifa kazanırdınız. Alttan alması için muhatabının zengin biri veya yüksek rütbeli ve ünlü olmasını aramazdı. Kim olursa olsun mağrur ve züppelik yapanlara eşet mi eşetti. Kendinden alttakilere ise çok merhametli.
Gecenin geç saatlerinde bazen içinden gelir, şiirler okurdu. Baki’den, Nefî ve Fuzûlî’den okuduğu bu şiirler için hayranlığını gizleyemez, elini masaya vura vura ‘şiir diye beyim buna derim ben’ derdi.
En başta demiştim. Tanışmışsanız artık her şeyiniz onu ilgilendirir. Benim de avukat olduğumu öğrenince İstanbul Toplu Basın Mahkemesi’nde devam eden ve karar safhasına gelmiş bir davası bulunduğunu zaman kazanmak için girip giremeyeceğimi gayet nazik bir şekilde ama girmemi istercesine sordu. ‘Emriniz olur ve bunu lütuf bilirim.’ dedim. Hiyerarşide en yukarıda bulunan Üstâdla doğrudan temasımın bulunmasını kendim için bir mazhariyet saydığımı da ilâve ettim. 1978 senesi itibariyle bitmek üzere olan bu davanın serencamı ta vefatına kadar sürmüştür.
Bilâhare oturduğu evin tahliyesi için ev sahibinin, işyeri ve Büyük Doğu yayınlarının tahliyesi için işyeri sahibinin açtığı muhtelif tahliye ve kira tespiti davaları sebebiyle ilişkimizin hukuka dayanan ve benim adıma meslekî boyutu devreye girmiştir.
Burada ifade etmeliyim ki gerek kiracı bulunduğu evinden ve gerekse işyerinden tahliye için açılan muhtelif davalar sebebiyle çektiği sıkıntılara ortak olabilmiş ve azalması için bir gayretim olmuşsa bu benim için hayatımın en büyük mutluluğudur.
‘Sokrates’in Apolocyası okunmadan avukat olunmaz’ demişti bana tanıştığımız ilk gün. Doğrusu ben de okumamıştım. İyi ki okumamışım. Çünkü seneler sonra okuduğum bu savunma ne de olsa teorikti. Peki hayata nasıl geçecekti? Kendinden başka örneği ve uygulaması yoktu bu savunmanın Sokrates’ten başka. Bir de Necip Fazıl. O Sokrates’in savunmasını hayata geçirmiş ve onu bizzat yaşayan biriydi ve benim önümdeydi. Bazen takılırdı. O günkü gazetede çıkan yazısını okuyup okumadığımı sorar, duraksayınca da ‘gerçi okumasan da olur çünkü kendimi görüyorsun’ derdi.
İstanbul Toplu Basın Mahkemesinde Sultan Vahidüddin kitabı sebebiyle açılan ceza davasına çok önem veriyordu. Yaşının ilerlediğini ve içerde yatmaya takatinin bulunmadığını söylerdi. Bu ve açılan diğer davalar sebebiyle zaman zaman konumuz hukuka yönelirdi. Bazen de duruşmaya kendisi de katılmak isterdi. Şöyleki ki; mahkemeyi aydınlatmak amacıyla Vahidüddin davasıyla ilgili el yazısıyla kendi hazırladığı bir açıklamayı okumak üzere duruşmaya birlikte çıkmıştık.
Mahkeme başkanı: ‘Necip Fazıl bey, biz sonra okuruz. Verin dilekçenizi dosyaya koyalım’ dedi. ‘Siz yorulmayın’ diye de ekledi. O da, ‘sözlerimin mahkemeniz üzerinde nasıl bir psikolojik etki yapacağını bizzat müşahade etmek istiyorum’ diyerek okumaya başladı. Duruşma Savcısı savunmanın yansına doğru bezginlik göstermeye ve kımıldanmaya başlayınca bu Necip Fazıl’ın gözünden kaçmadı. ‘Ben’ dedi ‘Paris’teyken işitmiştim. Çobanın biri duruşmaya kavalıyla gelmiş ve yarım saat çalmış. ‘Savunmam bundan ibarettir’ demiş. Sizler de beni , ben savunma diye burada kaval da çalsam dinlemek zorundasınız. Çünkü iki dudağınızın arasından çıkacak hapis cezası kararı üzerine yatacak benim’.
Daha sonra dışarıda bir hatırasını da nakletti. Bir başka davasında bir başka savcı bey kürsünün altından mahkeme başkanının cübbesini çekiştirerek dikkati çekmek isterken Üstada yakalanmış. ‘Bu savcı bey’ demiş, ‘benimle aynı hizada olması gerekirken, oturduğu yerin size yakınlığı sebebiyle ve yüksekliğinden dolayı bunu yapabiliyor ve ben aynı şeyi yapamıyorsam, kürsünün yüksekliği marangoz hatası sebebiyledir. Yoksa savcının yeri de benim dengimdir’ diyerek AlHM temsilcilerinin ülkemize gelerek yaptıkları tespite ta o gün işaret etmiş.
Bu dava sebebiyle kazandığım meslekî tecrübeler için minnettarlığımı bildirmemden memnun kaldı ve geçmişte yaşadığı bir davasına ait şu hatırasıyla konuya devam etti:
Büyük Doğu’nun bir sayısının kapağına o dönemin ünlü bir gazeteci yazarının resmi maymun şeklinde basılmıştı. Bu meşhur yazar uğradığı hakaretten dolayı Üstadı şikayet etmiş, duruşmada da özür dilenirse şikayetinden vazgeçeceğini bildirmiş. Üstat da ‘tamam dileyeceğim’ demiş. İstanbul’da şimdiki büyük postane binası adliye iken görülen bu davada dinleyicilerden bir uğultu yükselmiş. Necip Fazıl özür dileyecek, bu nasıl olur diye ondan bunu beklememişler. Üstad: ‘tamam özür dileyeceğim. Dileyeceğim de bundan değil, maymundan’ demiş. ‘Çünkü inancıma göre bu ve bunun gibiler için Kur’an;” Onlar hayvandan da aşağıdadırlar” buyurmaktadır. Onun için ben bunu ona benzettiğim için maymuna hakaret etmiş sayılırım….’
Tabiîdir ki dava kaldığı yerden devam etmiş. Şimdikilerin özgüven dedikleri de herhalde bu olsa gerek. O duruşmalardaki tavrı ile sanki yargılanan değil, yargılayan gibiydi. Mahkemeleri gözünde büyütmez ve hiç heyecanlanmazdı. Atmaca gibi sakindi.
Kitabın adı Sultan Vahidüddin idi. Fakat dava Atatürk’e hakaretten açılmıştı. En Atatürkçü ve Atatürk’ü en iyi bilen bi-lirkişilerin ittifakla kitapta hakaret ve suç unsuru bulamamalarına rağmen, Mahkeme tarafsız kalamadı ve Üstad 18 ay hapis cezasına çarptırıldı. Evinin ve iş yerinin tahliyesi için açılmış onlarca dava ve bir de bu mahkûmiyet karan. Benim tanıdığım altı sene içinde çekilen sıkıntılara eklenen yeni sıkıntılar. Karar Temyizde de onandı. Bilirkişi raporlan suç unsuru bulamadığı için mahkûmiyet kararı çeşitli zorlama ve yorumlar sebebiyle 25 sahife yazıldı. Yazıişleri müdürü olan bayan ‘Bunca yıllık meslek hayatımda idama dair kararlar bile bu kadar uzun tutulmamıştır.’ diye üzüntüsünü dile getirmişti. Son çare sağlık sebebiyle rapor alınması idi. Gözleri görmediği ve yürüyemediği için diyabete dayalı verilen rapor, merhum Ayhan Songar’ın gayreti ile Adlî Tıbbın onayından geçmiş ve Üstâd’a altı ay izin verilmişti. Alman ikinci altı aylık iznin içinde de vefat etti. Yani mahkûm öldü. Yani nasıl yaşadıysa öylece ölmek nasip oldu. En şerefli biçimde ve pes etmeden. Suçuna mazeret aramadan ve team-müden işlediğini haykırarak. Yanlışın eyleminde değil, yasalarda ve onun yanlış yorumlanmasında olduğunu ilân ederek. Tıpkı Sokrates gibi savunmasıyla uyum sağlamayı istememiş, kopuşu her dem tercih etmiştir.
İyi ki Sokrates’in savunmasını Onu tanımadan okumamışım. Onu tanıyınca, hayatındaki pratikten savunmadaki teoriye yönelmek benim için meslekî açıdan daha da verimli oldu.
Yıllar sonra aynı yaklaşımı ünlü Fransız avukat Jacques Verges’te de bulacaktım. Günümüzün ince mekanizmalarla bireye dayattığı; iktidarların meşrulaştırılmasma hizmet eden yasal düzenlemelere karşı fert olarak karşı durmanın hukuk zeminindeki güçlü tanımını onun güçlü duruşu oluşturuyordu.
(Muhammet Emin Özkan – Doğumunun 100. Yılında Necip Fazıl – Kültür Bakanlığı, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü Yayınları)