M. SAİT ZARİFOĞLU’NUN üSTAD’I ZİYARETİ
Çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. Sessiz, kibar, düşünceli, imanlı ve daha sayılamayacak kadar iyi meziyetleri olan bir arkadaşım. Alper Yücetürk. Uzun seneler önce, çok sevdiği Allahına kavuştu. Kainatın yaratıcısı güzel Rabbimin rahmeti üzerine olsun. 1958’lerin bir sonbaharının bir güneşli gününde İstanbul’da Anadolu yakasında bir bulvarın üzerinde bir köşkün dış kapısı önünde saat onaltıya doğru bir aşağı, bir yukarı tedirgin ve korkak korkak adımlıyoruz. Girip köşkün kapısını çalamıyoruz. İyi hatırlıyorum, imtihan kapılarında bile bu kadar korku ve heyecan duymamışımdır. Nerde miyiz, neden mi burdayız, durun başından anlatayım.
Bakırcılarda bir yurt vardı. Orda kalırdım. Bakırcılar İ.Ü. bahçe duvarının doğusuna düşer. Öyleyse üniversitenin batısında, ikinci sokak üzerinde (O sokağın adını Rasim dün söyledi ama ben yine unuttum) Kadir Mısıroğlu’nun bir yurdu vardı. Üstad oraya gelecekmiş. İple çektik o günü. Üstad gelecekmiş, konuşacakmış, müjdenin hayırlısı, hoşu böyle olur, demiştim.
Kapı girişine göre sağa doğru sokağa bakan duvarın dibinde ortada bir masa ve duvar boyunca dizili sandalyeler. İstiyorum ki Üstad’ı çok yakından göreyim, öyle göreyim ki her gözümü kapadığımda gözümün önünde olsun ve ben onun ağzıyla şiir okuyayım, onun sesiyle konuşayım! Tikine bile hayran kalmıştım da günlerce taklit etmiştim, olmamıştı.
Şimdi kelimeleri hatırlamıyorum ama herkesin kendisini tanıtmasını isteyen bir komuttu.
«Maraşlıyım» (O zaman henüz Kahraman ismimiz yoktu) dedim.
Bakışları çakıldı, tabii benim ciğerlerimde de nefesim.. Hem hemşehrisi olmak, hem henüz gidip kendimi tanıtmamak, hem hareket içinde olmamak… (içimden : idamıma ferman çıksa yeridir, hakkıdır..) Ama «geleceksin» komutuna da, komut bitmeden başüstüneyi çekmekle büyük hayallerin içine, saçımın telinden tırnağımın ucuna kadar dalmam bir olmuştu. Ne konuştu, neler dedi, bilmiyorum : o saat bütün dünyayı teker teker fethedip dizinin dibine çökertmiştim bile. Vakit geçmiş, konuşma bitmiş, Alper’le bana, kendisine gelmemiz için, gün ve saatini emrediyormuş. Zaten onda çakılı gözüm uyandı, bakışını gördüm, gayri ihtiyari başüstüneyi çektim. O başüstüneyi nasıl çektiğimi hâlâ merak ettiğini Rahmetli Alper sonradan bir kaç sefer söyledi. Üstad randevu verirken beni bir-iki sefer dirseklemiş ama ben hiç kıpırdanmamışım…
İşte o talimat üzerine Alper’le o kapının önündeyiz. Tedriginliğimiz, randevu zamanının saati dakikası üzerinde.. Üstad’ın aşın titizliğini arkadaşlar söylemişlerdi. Saat onaltı mı, yoksa onaltıotuz mu? Muhakkak ikisinden biri. Ama biliyoruz ki ortası değil. Tartışmaya zaman da yok. Ya onaltı ise? Henüz Kahramanlık ismimiz yok ama, serde Maraşlılık var, biraz da gözümüz kara. Girelim dedik. Alper üç adım arkada; ben hemen kapıyı çaldım. Uşak kapıyı açtı. Yol gösterdi, girişe göre sağda bir çalışma odasına aldı. Girdik ayaklarımızın ucuna basa basa. Üstad, girişte, solda bir masa üzerindeki dosyaya bakıyordu. Ayaktaydı. Oturun, dedi. Süt dökmüş kediler gibi oturduk. «Ben size kaçta gelin dedim?» sorusu ciddi bir yüzle, tabanca gibi patladı. Cevap vermek yine bana düştü. (O zaman olduğu gibi bugün de her soruya benim cevap vermem gerekmediğini bilemem…) «Üstad’ım dört-dörtbuçuk» deyiverdim. «Ben dört-dörtbuçuk demem. Ya dört demişimdir ya dört-buçuk. Size de dörtbuçuk dedim» dedi. Susuldu. Oturuldu (Tabii biz oturduk o çalışmasına döndü). Kağıtlar, dosyalara girdi çıktı. Dosyanın kapağı öbür kapağın üzerine tam kapanırken saat dört-buçuğu vurdu. Üstad dışarı çıktı, kapı kapanırken biz de sözleşmiş gibi ayağa kalktık, sözleşmiş gibi ikimiz birden «kaçalım» dedik.
Dövecek muhakkak bizi dedik. Ama korkumuzdan kaçamadık da. Oturduk, kaderimize rıza göstererek, mütevekkil. Geldi, �hoş geldiniz� derdemez tekmil gibi «sağolun»u çektik. «Büyük Doğu» bilmiyorum kaçıncı sefer yeniden çıkma hazırlığı içerisinde idi. Rahmetli Alper’in çok iyi Fransızcası vardı. Büyük Doğunun Cağaloğlundaki bürosunda çalışmaya başladı. Çalışması esnasında Üstad’a hayranlığı da artıyordu. Aksi mümkün mü…
O’nda herşey devamlı idi. Fatihalarımız da devamlı olmalı.
(M. Sait Zarifoğlu – Mavera Dergisi Üstad özel sayısı)