Site icon N-F-K.com

Peynir Çalan Mühendis…

PEYNİR ÇALAN MÜHENDİS

Hapishaneye bir aralık “Binbaşı bey!” diye çağırılan bir tip geldi. Tip tarifine mecalim yok… Tip ki, tip!.. Ne binbaşı, ne bir şey… Galiba yüzbaşılıktan ayrılmış… Ve güya –kimbilir hakikatte ne?- Bir polis dövdüğü için hapishaneye düşmüş… Şu üç şeyden emin: güzeldir, kuvvetlidir, zekidir! Bu seri malı zamane münevveri bir oyun icat etti: Kafiye oyunu… Biri kelime bulacak, herkes belli başlı harflerle kayıtlı olarak –mukayyid kafiye- onun kafiyesini arayacak, nihayet bulamayan yenilecek çayları ısmarlayacak…

Binbaşı teklif ediyor:

-Sonu (net)le bitsin!

Biri soruyor:

-Mesela (cinnet), gibi değil mi?

-Tamam, tamam!

Oyun başlıyor. Cinnet, mihnet, metanet, Janet, ihanet, nanet, fetanet, klarnet, kamyonet vesaire… Oyun halkasının daimî tipleri, mahud mühendis, hamamcı Ali, binbaşı bey ve ben.. Sonradan birkaç kişi daha katıldı.

-Sonu (zap)la bitsin!

Azap, kezzap, incizap, sonra?..

Biri:

-Müzap…

Der; ve Ali başını kaşıyarak itiraz eder:

-Hep de Arapçaya uygun kafiyeler buluyorsunuz. Ben yeni neslin çocuğuyum. Türkçe terimleri de kabul etmiyorsunuz.

Binbaşı haykırıyor:

-Mızıkçılık yok! Arapça kelimelerde zayıfsan oyuna girme!

– Buldum; Gürzap!

– O da nesi?

– Bir aktörün soyadı… Duymadınız mı?

– Duymadık, tanımıyoruz, red!.. Yenisini ara! Rrrredd!!

Hakemler kafiyeyi reddetmiştir. Ali 5 dakika içinde bir yenisini yetiştiremezse çaylar kendisinde kalacaktır. Mühendis güler; kabak Ali’nin başına patlasın diye bekler.

Mühendis mi? Öyle ya, mühendis.. Sonradan anladım; mahkeme ilamında “Ahlaki redaetine binaen” diye bir kayıt taşıyan bu adam, dünyada bir eşine kamuslarda bile rastlanmaz bir âdilik örneğidir. Seciyesini böyle bir oyunda da belli eder. Ya mızmızlanır, ya herhangi bir zayıfa yükleyip sıyrılmaya bakar. Ali, daima bu zayıftır.

İşi gücü Müslümanlara, Müslümanlığa, imana ve ahlaka diş bilemekten ve bu halini en sinsi tertiplerle sis altında belirtmekten ibaret olan bu mühendis, bakın ne kadar âdi bir adam: Bir müddet sonra Ali, cezasını bitirip hapishaneden çıktı ve bir gün ziyaretime geldi, geldi diyorum gelmiş!.. Görüşemedim. Kapıda mühendis beyi görmüş ve ondan rica etmiş:

– Kuzum şu peyniri Necip Fazıl beye verir misiniz? Görüştürmediler. Sizden rica edeyim! Kendisi geceleri uyanıp kahvaltı etmesini sever, yarım kilo peynir getirdim ona…

Mühendis peyniri kaptığı gibi “ikinci münferid” dedikleri zulmet deposu hücreler kısmındaki bir yere geliyor. Ben de oradayım… Bir aralık bu yerden gündüzleri hiç çıkmadım. Beni görmek için geliyor ve diyor ki:

– Ali bu peyniri ikimize getirmiş… Bölüşelim!

Teşekkür ediyor ve böyle bir adamla yemek paylaşmamak için hissemi kendisine bırakıyorum. Zira o günlerde bu adamın ne idüğü anlaşılmıştır ve temasımız kesilmiştir. Memnuniyetle peyniri alıp gidiyor. Ve ertesi günü anlıyorum ki peynir ona, sadece bana teslim edilmek için emanet diye verilmiş!.. Devlet kasasından en sefil kombinezonlarla para çalan, müthiş bir inkılâp meddahı geçinen ve her haliyle Müslümanlardan tiksinen bu adam, düpedüz bir hırsız cesaretine de malik değildi.

Bu bahise değmezdi; fakat bir insanda iman hissiyle beraber nasıl bütün ulvîliklerin, soylulukların, inceliklerin, tesiriyetlerinin, her türlü duygu istidadının çöktüğüne, bu mühendis, bende müthiş bir senet oldu. En yırtıcı, paralayıcı, delik deşik edici mevzularda bile, onun ölü gözlerinde bir gerçek nem, gübre suratında da hiçbir defa bir tahassüs çizgisi görmedim. Çaldığı paralarla yapılan apartmanın resmi sahibi karısı bile “alâ rivayetin” bu adamı tekmelemiş ve ona sırtını döndürmüş… Bir ahlaksız ki, ilk marifeti, karısını bu hale getirebilmek…

Bu pimpon tavırlı adamın, genç, daha doğrusu hayatsız bir ifade çatısı içindeki çoraki ihtiyar suratında, bütün manevî varlıklara, mefhumlara karşı ebedî bir istifham, bir “anlamıyorum!” edası… Bir gün, o, ben ve binbaşı bey, hamamın aralığında, insan kalbinden âni olarak geçen, Fransızların “obsesion”, mutasavvıfların “hatarat” dediği şeyi konuşuyorduk. Hemen itiraz etti:

– -Böyle bir şey var mı?.. Ben hiç duymadım doğrusu!

Binbaşı bey gibi bir tip bile dayanamadı; ve “Aman altından Allah çıkmasın!” kabilinden, insanoğlundaki her manevî tecelliyi, topyekûn ruhu inkar eden bu adama:

– Siz bir insan değil, bir eşeksiniz! Üstelik samimi de değilsiniz!

Makamında bir söz söyledi. Sadece mühendis beyi ele almak (Dostoyevski)yi cüceleştirmek olurdu ama, zamanım mı var? Kendi kendimden çıkıp bu gibilerin üzerinde tam durabilseydim, zaten cinnet mustatilinin dışına çıkmış olmaz mıydım? Hey gidi mühendis bey; o İstanbul efendisi ve pimpon edasına rağmen, gece hırsızlarının ve eroincilerin bile öğürdüğü adam…

– Mühendisten dindar olamaz!

Bu laf onundur.

Kafiye oyunu, hamamda, cinnet mustatilinin üstünde “ikinci münferid”deki yerde, günlerce, haftalarca devam etti. Sonunda daima mühendisin bir âdiliğini görmek merakı yüzünden de onsuz olamadı. Nihayet mühendis, bizi tâ ruhumuzun içinden isyan ettirip aramızdan uzaklaştırılınca, bu oyun da geçen zaman gibi ölüp gitti. Oyunun, doğup batan güneşleri peçeleyen hararetli anlarında geceleri, gözümün önünden kelimeler uçup giderdi:

Sille, hile, çile, file, gülle, kile, kelle…

Bir mısraım:

Karınca sarayı, kupkuru kelle..

Kendi başım geliyor gözümün önüne… (Hamlet)in mezarlık sahnesinde kendimi görüyorum. Elimde de kendi başım.. Bu başı, kupkuru kelleyi nasıl gördüğümü anlatamam..

– Horaçio, bana bir şey söyle!

– Ne söyleyeyim efendim?

Dua ki, Horaçio, burası sözün serhaddidir.

( Cinnet Mustatili’nden )

Exit mobile version