Necip Fazıl’ı her cephesiyle anlatmak imkansızdır. Belki bazı hatıraları zikretmek O’nun değişik cephelerini yansıtmakta faydalı olabilir. Galiba 1965 yılıydı. Kayseri’de bir yakınım bir gün bana Necip Fazıl’ın bir konferans vereceğinden bahsetti. Bu ismi o gün ilk defa yakından duydum. Konferansa, bugün sebebini hatırlamıyorum, ama gitmedim. O gün duymadığım üzüntüyü sonraları çok hissettim. Bu konferansın üstünden çok geçmemişti ki bir arkadaşım beni Kayseri’de Büyük Doğu Fikir Kulübü’ne götürdü. Orada çay içtik, sohbet ettik, büyükler bize dostça davrandılar. Oradan koltuğumun altında galiba “Büyük Kapı” ile ayrıldım. Artık dedektif romanlarını bırakmış Üstad’a sarılmıştım. Lisede bir Büyük Doğucular grubu bile oluşturmuştuk. Yine bir konferans vesilesiyle Kayseri’ye gelen Üstadı evimizde ağırlamak gibi bir ayrıcalığın da sahibiydim. Sonra üniversite yıllarım geliyor. Ben siyasal bilgilerde okumak istiyordum. Ama istanbul’da siyasal bilgiler yoktu ve Üstad İstanbul’da yaşıyordu. Galiba biraz bu hislerle tahsilime İstanbul’da devam ettim.
Sık sık ziyaretine gittiğimiz Üstad’la yakın çalışma günlerim şöyle başladı: 1973 yılında, Üstad, Esselam’ı matbaaya vermiş dizgi işlerini takip ediyordu. Bir gün Milli Türk Talebe Birliği’ne geldi. Hemen etrafını çevirdik. Esselam’dan bahsetti ve “bd yayınları” için bir idarehaneye ihtiyaç olduğunu söyleyip küçük ilanlara bakmak için bir gazete aldırdı. Sultanahmet’in arkasındaki idarehaneye o gün birlikte gittik ve Üstad müstakil bir idarehaneye sahip oldu. Üstad’a Esselamın tashihlerinde yardımcı olabileceğimi söyledim. Benden matbaayı takip etmemi istedi. Çok iyi bir kağıda basılan Esselam’da hiç baskı hatası yoktu. Yayıncılarla yıllarca süren çekişme bitmiş Üstad kendi yayınevini galiba kurmuştu. Çevresindeki herkes bunu büyük bir memnuniyetle karşılıyor ve kitapların “bdyayınlan” adıyla çıkmasını arzu ediyordu. Bir grup arkadaşla idarehaneyi süpürüp temizliyor, Üstad’a kahve yapmak için yanşıyorduk. Hazırlanan kitaplarda herhangi bir hata olmaması için var gücümüzle çalışıyorduk.
İşleri zaman zaman evden takip ediyordu. Bunun için benim sık sık eve de gitmem gerekiyordu. Cağaloğlu’ndan Erenköyü’ne gitmek vakit alıcı ama heyecanlıydı -yeri gelmişken söylemeliyim, Üstad Erenköy değil Erenköyü derdi. Bu arada benim yüzümden korkunç bir tashih hatası ortaya çıktı. “Türkiye’nin Manzarası” basılmış ve içindekiler kısmında “Seks Cinneti”, “Seks Cenneti” olarak çıkmıştı. Metin içerisinde olmasa da böyle bir hata beni o kadar üzdü ki, Üstad sürekli olarak beni teselli etmek zorunda kaldı. Oysa böyle şeylere katiyen dayanamazdı.
Bu sıralar dağıtımcılar Üstad’a musallat oldular. Bunlar “bd yayınlan’ndan çıkan kitapları bedava denecek fiyatlarla fakat toptan peşin ödemelerle kapatmak istiyorlar ve bizim tüm muhalefetimize rağmen başarılı da oluyorlardı. Bir ara bunları uzaklaştırmayı çok düşündük ama Üstad’a rağmen bir şey yapmakta zorlandık. Bu arada çok garip bir vaziyet ortaya çıktı. O güne kadar neredeyse beş kitap çıkmıştı. Bunların herbirinin kime hangi tenzilatla ve ne miktarda verileceğinden haberim olurdu. Son durumdan hoşnut olmadığımızı Üstad biliyor, fakat saygımızdan biz bir şey diyemiyorduk. Sonunda ben dayanamadım ve bu dağıtımcılara veryansın ettim. Kitapların yok pahasına gittiğinden bahisle “bunlar sizi istismar ediyor, lütfen bu işi başka türlü çözelim, Anadolu’ya dağıtımı kendimiz yapalım, kadroyu biraz daha genişletelim” dedim. Ancak Üstad beni haklı bulmakla beraber yakasını bu adamlardan kurtaramadı ve bir daha tenzilat pazarlıklarında benim bulunmamam için özel bir gayret sarfetti.
Kitapların özellikle kapakları zaman zaman tenkit konusu oluyor fakat kimse bunu Üstad’a söyleyemiyordu. Kayseri’den bir dost Esselam’ın ne kadar güzel kağıt ve kapağı olduğundan söz ederek diğer kitapların da aynı kalitede olmasını beklediğini ifade eden bir mektup yazmıştı. Tuhaftır, Üstad bu mektuba “bu adamların dünyadan haberleri yok” diyerek çok kızmıştı. “Çile”nin baskısı benim için çok önemliydi. İddialıydım ve hiç bir baskı hatası olmadan bu kitabı çıkarmam gerekiyordu. Matbaalarda o kadar çok dizgi hatası oluyordu ki en az üç kere prova almak gerekiyordu. Matbaacılar benden bıkmışlardı. Çile’nin bu baskısında harf düşmesi şeklindeki iki hataya hala yanarım. Bir de çok sonralan tesbit ettiğim bir hata var. Kafiyeler” başlıklı şiirde “Sanatsız / Papağan, / Neden çok; / Ve atsız / Kahraman, / Niçin yok?” Ses itibariyle önemli olmasa da “adsız”, “atsız” olmuştu. Sonraki baskılara baktım, bu hata maalesef devam ediyor.
Sonunda dizgicilere kızıp dizgici, mürettiplere kızıp mürettip oldum. Fatih Gençlik Matbaası’na Sami Güçlü müdür olmuştu. Bana dizgi makinasının sandalyesini gösterdi bir gün ve ‘tek çare bu dedi. Babıali’yi ve Hitabeyi bu şekilde matbaada kendim dizdim. MTTB Gençlik Bülteni’ni çıkardığım yıllarda mürettibin başında durur hangi yazıyı nereye ve ne şekilde yerleştireceğini söyler, fakat derdimi bir türlü anlatamazdım. Mürettipler kendi anlayışlarına uymayan bir şeyi anlamamakta çok mahirdiler. Yeni Sanat dergisini çıkarırken bu tertip işlerini bizzat yapmıştım. Babıali ve Hitabenin dizgisinden sonra tertibini de kendim yaptım. Baskıyı öğrenemedim çünkü kağıt çok kıymetliydi ve kağıt zayiatı kurşun zayiatına benzemiyordu.
(Necip Fazıl Kısakürek- Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s.346)