ÜSTAD’IN EVİNE YAPILAN ZİYARET VE ÖTÜKEN YAYINEVİ’NİN KURULUŞU
Kahveden çıktılar; otobüs durağına yürürlerken Özer telefonla randevu alışını anlatıyordu.
– Üstadım, eğer müsaitseniz, arkadaşlarımızla sizi ziyaret etmek istiyoruz, yorgunsanız yahut eviniz çok kalabalık ise, bir başka zaman da gelebiliriz, dedim. Sözleri tam Üstadca idi. “Sabahtan beri sevgi çemberinde yanıp tutuşuyorum; fakat bizim için yorgunluk bahane olabilir mi? Buyurun gelin, bekliyorum.”
Ortaklaşa büyücek bir kutu şeker aldılar. Niyazi:
– Kitaplarını okuyor, konferanslarını dinliyor, sohbetlerine katılıyoruz; buna rağmen birisi bana Necip Fazıl’ı anlat dese, ne derim diye düşünüyorum.
Hilmi Oflaz sözü ağzından aldı:
– Hakkında ciltler dolusu kitap yazılsa, Necip Fazıl Üstadımızın yine bir tarafı eksik kalır. Tam derinliğine indim dediği an, biraz dikkat eden, satıhta bulunduğunu idrak eder.
Niyazi sözünü tamamlamak istedi:
– Ama herhalde Necip Fazıl şu şekilde tanımlanabilir: Yaşadığımız dönemde yanında insanın sıkılmayacağı tek kişi.
Özer, Niyazi’nin değerlendirmesini biraz farklı yorumladı:
– Mezun olunmayan üniversite desek, biraz daha iyi tarif etmiş olmaz mıyız?
Ayakkabıların çıkarıldığı yerde duran küçük sehpanın üzerine Sıtkı Evren şeker kutusunu koydu. Girdikleri büyük odayı hemen hemen doldurmuşlardı. Döşemede ne halı, ne de kilim kalmıştı; hepsinin satıldığı belliydi. Biraz sonra Necip Fazıl içeriye “girdi; Hilmi Oflaz ve gençler ayağa kalktılar. Necip Fazıl hepsine ayrı ayrı “Hoş geldin” dedi ve ellerini sıktı. Kimisi elini öpmek istediyse de öptürmedi. Necip Fazıl, bir sandalyeye oturdu; sanki hapse girip çıkan o değilmişcesine zinde görünüyordu. Yüzündeki tatlı gülümsemeyle bakışlarını gençlerde gezdirdi.
– Çoğunuzu tanıyorum. Gaziantepli dostumuz İsmet, Rizeli Gündoğdu, Konyalı Necip Kunt, İzmitli İsmail Özen, Samsunlu Yusuf Uğurlu… Yok hepinizi ayrı ayrı sayamam. İlk defa karşılaştığımız varsa, lütfen elini kaldırsın.
Dört kişi elini kaldırdı; uzun boylu, esmer gence sordu:
– Adınız, nerede okuyorsunuz, nerelisiniz?
– Sıtkı Evren, Kimya’da okuyorum, Hataylıyım. Diğerine döndü.
-Siz?
– İsmail Hakkı Akın, Hukuk’ta okuyorum, Kütahyalıyım.
-Siz?
– Aslan Yıldırım, Hukuk’ta okuyorum, Elazığlıyım. Yanında oturana sordu:
-Siz?
– Atasoy Dinç, Teknik Üniversite’de okuyorum, Elazığlıyım.
Necip Fazıl söze başladı:
– Allah sayınızı artırsın; yüz elli yıl yaşayacağımı bilsem dahi, geç kaldığımıza inanıyorum. Gece gündüz çalışmalıyız; meselelerimizi dağa taşa anlatmalı, Allah kullarını taşıdıkları değerden haberdar etmeli, yetimlerin gözyaşını silmeli, kimsesizlerin dostu olmalıyız. Gayretimiz gökle yer arasındaki bütün yalnızlara ulaşmayı hedef almalıdır…
Konuşurken bir ara sesini yükseltti:
– Mehmed!
İçeriye on beş yaşlarındaki oğlu girdi.
– Buyurunuz efendim.
– Ayakkabıların yanındaki sehpada şeker gördüm, onu getir. Misafirlerimize ikram et.
Niyazi ile Özer göz göze geldiler; ikisi de göz kapaklarının altına bir sıcaklık yayıldığını hissediyordu. Bu mağduriyete rağmen ayakta kalmak kolay mıydı? Kim bilir ne acılar çekiyordu?…
Zaman ilerliyor, Necip Fazıl’ın sohbeti gençleri mest ediyor, saatlerin nasıl geçtiğini anlamıyorlardı. Bir ara Necip Fazıl soluklanır gibi oldu. Sıtkı Evren hemen zihnini kurcalayan soruyu sordu:
– Üstadım, hangi gazetede yazmayı düşünüyorsunuz?
– Bizim yazmayı düşünmemiz önemli değil; gazetenin patronu bize teklifte bulunmalıdır. Ben her gazetede yazarım; hangi şartlarda ve kime karşı olursa olsun, fikrimi söyler, meseleleri kendi açımdan yorumlarım. Dünya malı, dünyada verilecek mevki ve şöhret bana davama ters düşecek tek bir kelime bile yazdıramaz. Hangi gazetede yazarsam yazayım, o gazetenin kısa bir sürede fikrimizin rengini alacağını söylersem, herhalde boyumu aşan bir iddiada bulunmuş olmam. Bundan dolayı da içinde yaşadığımız günlerde hiçbir gazete patronunun bana teklifte bulunacağını zannetmiyorum.
Sıtkı Evren, asıl, geçimini merak ediyordu.
– Efendim; size özel soru sormak haddimiz değil; cüretimi bağışlayın; hizmete nasıl devam edebileceğinizin bizi aşırı derecede ilgilendirdiğini mutlaka takdir edersiniz. Ülkemizde kitap telifinden geçinmeye imkân yok; ne yapmayı düşünüyorsunuz?
– Buna hiç kafanı takma; Allah ya rızkımızı verir, ya canımızı alır. Çok bunalırsam, Bayezid Meydanı’na bir sandık atar, ayakkabı boyarım. Yanıma da “Otuz üç eser sahibi Necip Fazıl” diye bir levha koyarım. Halk ve ülkeyi yönetenler utansın, ben niçin utanayım! Teliften geçinmeyi bir tarafa bırakalım; kitaplarımı basacak bir yayınevi dahi yok. Bunlardan alacağımız paradan çok hizmet önemli, başka hizmet vasıtasına sahip değiliz. Meselesi olan birisi çıksa, yayınevi kursa, çok hayırlı bir iş yapmış olur.
Geç saatte Necip Fazıl’ın evinden ayrıldılar. Özer ile Niyazi otobüste yanyana oturdular. Özer, Niyazi’ye:
– Ne yapabiliriz? diye sordu. Niyazi, onun ne kast ettiğini anladı.
– Bir yayınevinin nasıl kurulduğunu, kaç lira sermaye gerektirdiğini bilmiyorum. Bir babayiğit çıkıp kurmazsa, hiçbir şey bilmememize rağmen biz kurmaya çalışmalıyız. Aslında bizim için geç kalmış bir görevdir. Rahmetli Peyami Safa’nın da kitaplarını kimse basmıyor. Felçli eşine, baldızı Meziyet Hanımefendi bakıyor. Kim bilir onlar da ne kadar mağdur? Nevzat ve Ahmed Nuri ağabeyle de konuşalım; belki bir şeyler yapabiliriz.
– İyi olur.
Nevzat ve Ahmed Nuri de “Evet” dedi. Bayezid civarında, Büyük Reşit Paşa Caddesi’nde bodrumu andıran bir oda tuttular. Nevzat ile Ahmed Nuri, Necip Fazıl’a gittiler. Onu bir masanın başında, kâğıtların arasında çalışırken buldular. Ahmed Nuri:
– Üstadım, biz yayınevi kurduk, dedi. Basılması gereken eserlerinize talip yoksa, biz basmak istiyoruz.
Necip Fazıl’ın yüzünde bir gülümseme belirdi:
– Biriniz öğrenci, biriniz yeni asistansınız. Dersinizle, meşgalelerinizle beraber yayınevini yürütebilir misiniz?
– Birkaç arkadaşız; yardımlaşacağız.
– Hazır bir piyesim var; isterseniz basın.
Nevzat için telif önemliydi.
– Memnuniyetle basarız; fakat ne kadar telif ücreti ödeyeceğimizi belirtirseniz bizim için iyi olur. Kültürümüze, davamıza hizmet etmek için yazıyorsunuz; ama bu sizin mesleğiniz; aynı zamanda geçim kapınız. “Basalım” derken altından kalkamayacağımız bir sorumluluk alıp mahcup olmak istemeyiz.
– Ülkemizde kitap telifi, üzerindeki fiyatın yüzde sekizi ile onu arasında değişmektedir. Yalnız şunu söyliyeyim; tiyatro eseri pek satmaz. Ancak bir tiyatroda sahnelenirse, duyulur, satar. Bizdeki tiyatrolar ya devletin, yahut da belediyelerin; birkaç da devletin desteğiyle ayakta duran özel tiyatro var; hepsinin bize bakışlarını biliyoruz. Oynanacağını pek zannetmiyorum. Sizi yanlış bir işe teşvik etmiş olmayayım.
Ahmed Nuri, Necip Fazıl’ın şüphesini giderme gereği duydu:
– Hayır Üstadım; arkadaşlarla bu işe idealistçe girmeye karar verdik. İdealizm ile ticaretin ayrı olduklarını da biliyoruz. Ama babalarımızın verdiği ve vereceği paraları koyacağımız için idealizm ile ticareti beraber yürüteceğimize inanıyoruz.
Necip Fazıl’ın yüzünde derin bir gülümseme yayıldı.
– Nasıl olsa bu parayı kendimiz kazanmadık; kazanmadığımız için de kavga etmeyiz, diyorsun. Niyetiniz halis ise, ki öyle olduğuna bütün kalbimle inanıyorum, Allah ortağınız olur; başarırsınız.
Necip Fazıl ayağa kalktı; arkadaki dolaptan bir tomar kâğıt çıkardı.
– Buyurun “Reis Bey” adında bir piyes.
Tomarı alıp çıktılar. İkisinde de aynı heyecan vardı. Yeri tutmuşlardı; basacakları kitap ellerindeydi, biraz gayret, biraz cesaret ve fedakârlıkla bu işin gerçekleşeceğine inanıyorlardı. Zaman zaman ikisini de aynı endişe yokluyordu; bu iş zannettikleri kadar kolay olsa, her yerde pıtırak gibi yayınevi biterdi. Hele geri kalmış ülkelerde yayıncılık çok zor olmalıydı. Kaç kişi kitap okuyordu?… Vapurda, otobüste aynı heyecanı, aynı endişeyi dile getiren karşılıklı espriler yaparak döndüler.
Nevzat kitapla haşır neşirdi, estetik zevki de gelişmişti. Bir akrabası da matbaacıydı. Onun yardımıyla kâğıdı nereden alabileceklerini, kapağı, cildi kime yaptırabileceklerini öğrendiler. Yüreklerinde kıpır kıpır heyecanla kitabın ilk provalarını matbaadan aldılar, onlara öğretilen şekilde tashihini yaptılar. Şevk ve heyecanlarında zerre kadar eksilme olmadan kitapları raflara dizdiler. Gerçekten de kitabın şekline yenilik getirdiler; ceketin dış cebine rahatça girebilmesi için enini biraz daralttılar; piyasadakilere göre boyunu biraz uzattılar. Şekli, vernikli kapağı çok beğenildi. Ama Necip Fazıl’ın endişesi doğru çıktı; hiçbir tiyatro, eserini sahnelemedi. Tek tük satılıyordu; kokmaz, bozulmaz bir mal olduğu için aceleleri yoktu.
(Mehmet Niyazi Özdemir – Dahiler ve Deliler)