ÜSTADIN MARMARA KIRAATHANESİ’NE İLK GİDİŞİ
Profesör Nevzat Yalçıntaş’ın arada bir uğradığı Marmara Kıraathanesi’ne bir ara rahmetli Osman Turan da gelmişti. Bir hafta sonra da Üstad Necip Fazıl o kahveye çıkageldi. Önce bir masanın etrafında Erol Güngör, Sezai Karakoç, Fethi Gemuhluoğlu, Avukat Ziya Nur Aksun oturmuş çay içiyorduk. Necip Fazıl gelince halka, denize atılan büyük bir taş gibi, büyüdü, büyüdü ve bizden on metre ötede bilardo oynayan gençlere kadar uzadı. Kahveci çırağı şaşırmış, Erol Güngör’e:
– “Ağabey, bu gelen hangi bakan acaba ?” diye soruyordu.
Necip Fazıl Bey, oturur oturmaz önce bir Bafra sigarası yakmış, peşinden:
– ”Burasını çok merak ettim. Bizim gençliğimizde Küllük kahvesi meşhurdu. Şimdi Marmara Kıraathanesini akdemik bir hüvviyete büründürdüğünüzü işittim. Malûm ya -Üstad bu malûm tabirini çok severdi- bizim de bir Büyük Doğu Kulübümüz var. Ama baskın falan olur diye kimsenin uğradığı yok. Sekreteri bile devamsız. Şanzelize’yi bilir misiniz ? Paris’te bulvar sanatçılarının toplandığı yerdir. Orada vaktiyle müşahade ettiklerimi şimdi burada görüyorum…” diye söze başlamış ve bir saat kadar konuşmuştu. Öyle tahmin ediyorum ki o gece yüzden fazla çay içildi ve bütün masrafı Konya’nın cömert insanı Ziya Nur Aksun verdi.
Ertesi hafta Aydınlar Ocağı’nda Necip Fazıl Bey (İman Ve Aksiyon) konusunda bir konuşma yapıyordu. Kırkağaç iş hanının en üst katındaki salon ağzına kadar dolmuştu. Ön sıralarda Profesör Osman Turan, yanında Ezel Enverdi, Ercümet Konukman görülüyordu. Necip Fazıl neşeli bir halde kürsüye geldi, söze başlarken:
-”Biz hamsi olmadan bir tavada haşlanmayız ..” deyince bir alkış tufanı koptu. Prof.Osman Turan’ı kürsüye çağırıyordu.
Osman Turan büyük bir tarihçiydi. Necip Fazıl Bey’in daveti üzerine kürsüye geldi ve komünizmin İran’dan başlıyarak, Türkiye üzerinden Avrupa’nın içlerine doğru bir ahtapot gibi nasıl yayılıp hürriyetçi ülkeleri kıskacı altına aldığını -tarihi gerçeklere dayanarak- anlattı. Sonra Üstad Necip Fazıl kürsüye geldi:
-“İşte bir tarih profesörünün adesesinden dünyanın nasıl kızıla boyanmakta olduğunu gördünüz. Bu anlattıklarını makale haline getirirse Büyük Doğu’nun baş sahifelerinde yayınlamak şerefine nail olacağım… Gelelim mevzuumuza, iman ve aksiyon… Napolyon Bonopart, tam manasıyla bir aksiyon adamıdır ve askerliğe imanı tamdır. Elbe adasından kaçıp uyuz bir at sırtında yüz kişilik derme-çatma bir orduyla Paris’e doğru ilerlerken karşısında Fransa’nın milli ordusu çıkar… Aralarında 50 metre kalıncaya kadar atının üzerinde heybetle gider. Sonra atından inip yüksek bir kayaya çıkar ve şöyle etrafına bakınıp kılıcını da çıkarıp bir kaya oyuğuna saplar ve der ki:
-“Ey saçından tırnağına kadar emek verip yetiştirdiğim Fransız ordusu… İçinizde kendi kumandanına kılıç saplayacak bir asker varsa beni burada öldürsün…” der ve göğsündeki düğmeleri çözüp bağrını açar… İşte o anda pusuya yatmış olan Napolyon’u esir almakla mükellef Fransız ordusu (hurra) diyerek mevzilerinden fırlar ve Napolyon’a katılır. Birlikte Paris üzerine yürürler ve iktidarı devralır. Napolyon sürgün edildiği zaman (Bir alçak cezasını buldu) diye yazan matbuat bu sefer:
”Bir kahramanın dönüşü…” diye sürmanşet atacaktır. İşte basın ahlakı…
(Mehmet Gökalp – Türk Edebiyatı Dergisi – Sh. 52-53)