YENİÇERİ OLMAK
Evet, Mareşal… Hocayken kısa bir müddetle çağrıldığım ikinci askerliğimden döndüğüm zaman Genel Kurmaydaki odasında beni perhiz yemeğini paylaşmaya davet ediyor ve önünde kocaman bir yoğurt kâsesi, bana memleket görüşümü soruyor.
-Feci, diyorum; tam bir fikir ve ahlâk buhranı içindeyiz. Üstelik umumî idare plânında, insanı en basit idrakten bile mahrum kılıcı bir (psikoz – cinnet) hali… Bir İsviçre gazetesi, Türkiyede ihtilâli gerektirici bütün şartların mevcut olduğunu yazıyor ve buhranı, ne idarî, ne iktisadî, ne askerî, ne içtimaî, ne bir şey, sadece hastalık çapında ruhî olarak gösteriyor. Memlekete girmesi yasaklanan bu gazeteyi herhalde biliyorsunuz.
Mareşal, elinden yoğurt kaşığını bırakıyor, gözyaşları posbıyığının üzerine düşmek üzereymiş gibi bir hal alıyor ve (bas) sesinin düşük ve inlemeli toniyle:
-Ben ne yapayım, diyor, ne yapabilirim? Orduyu devlet ve milletin bu hali üstüne nasış çıkarabilirim? Cemiyetin gidişini nasıl düzeltebilirim?
Maraşalle aramdaki mahremiyete güvenerek canımı dişime takıyor ve yakaladığım fırsatı en gözükara şekilde değerlendirmeye kalkıyorum:
-Bizzat orduyu harekete geçirerek, devlete müdahale ederek, devlet idaresini ele alarak…
Mareşal, bu sesin, duvarlar ve duvardaki portreler tarafından duyulup duyulmadığına bakar gibi gözlerini sağ ve sol taraflarda gezdirdikten sonra, tok ve biraz da küskün, cevap veriyor:
-Ben Yeniçeri değilim!
Hemen yetiştiriyorum:
-Unutmayın ki Yeniçeriliği kaldırmak için bile bir kere-cik Yeniçeri olmaya mecburiyet vardır. Sizin, başını yiyemediğiniz adam bir gün yine sizin başınızı nasıl yer, görürsünüz!
Öyle olmadı mı; bir aralık Cumhurreisliği hatıra gelmişti diye, Mareşali, yaş haddini bir saniye geçer geçmez, kulağından tutup atmadı mı İnönü?..
(Benim Gözümde Menderes’ten)