Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Muvazene

Mektûbat / İmam-ı Rabbânî

Recommended Posts

Bu başlıkta Üstadın, İkinci Bin Yılın Yenileyicisi İmam-ı Rabbani hazretlerinin eseri olan Mektubat kitabının sadeleştirilmesinden teşekkül eden “İmam-ı Rabbani – Mektubat” ismiyle yayımlanmış olan kitabından iktibaslar yapacağız.

----

 

MEKTÛBATI’I TAKDİM

 

 

 

Allah ve Resulünün kitaplarından sonra dinin en büyük eseri “Mektubat-ı İmam-Rabbani”...

 

Eser sahibi, İkinci Bin Yılın Yenileyicisi Şeyh Ahmed-i Faruk-i Serhendî (İmam-Rabbani) Hazretleri de, resuller, nebiler ve sahabilerden sonra ümmet kadrosunun en büyük ferdi...

 

Bazı maruf ve avam diline düşmüş din büyüklerine nispetle ancak havâs tabakasının tanıdığı bu büyük zâtı, umumî plana çıkaran ilk teşebbüs de Büyük Doğu’dan...

 

Büyük Doğu, bu aziz teşebbüse 1945’den sonraki ikinci devresinde başladı ve bugüne dek İkinci Bin Yılın Yenileyicisine ait mektuplardan sistemsiz ve nizamsız, karışık ve rastgele “seçmeler” takdim etti ve yüce eseri bütünleştirmeyi istikbale bıraktı.

 

Denilebilir ki, bu teşebbüsten sonra İmam-ı Rabbani zevki hayli yayılmış, umumileşmiş ve “Mektûbat”ın kitaplık çapta kısmî tercümelerine kadar girişilmiştir.

 

Ne çare ki,bu teşebbüsten sonra İmam-ı Rabbani Hazretlerine layık, yahut layık olamamaya layık bir üslup ve anlayış, hiçbir kalemde belirememiştir.

 

Büyük Doğu’culardan İmam-ı Rabbaniye sarılmayı Allah ve Resulüne sarılmanın en mükemmel şartı bilmelerini, olanca dikkat, haşyet ve basiret nazarlarını bu mektuplar üzerinde toplamalarını, her kelimesi derya kadar derin mektuplara karşı “anladım, anlayamadım” demeden, bir mektuptaki müşkülü öbür mektupta çözmeye çalışmalarını dilerim.

 

Allah muvaffak etsin...

 

Necip Fazıl/1965

Share this post


Link to post
Share on other sites
Büyük Doğu’culardan İmam-ı Rabbaniye sarılmayı Allah ve Resulüne sarılmanın en mükemmel şartı bilmelerini, olanca dikkat, haşyet ve basiret nazarlarını bu mektuplar üzerinde toplamalarını, her kelimesi derya kadar derin mektuplara karşı “anladım, anlayamadım” demeden, bir mektuptaki müşkülü öbür mektupta çözmeye çalışmalarını dilerim.

 

Anladım, anlamadım demeden... Evet, Üstad can alıcı kısma değinmiş. Bizdeki hastalıklardan birisidir bu: Ben o kitabı okuyamam çok ağır, ben Üstad'ın dediklerinden birşey anlamıyorum eski Türkçe, ben onu bilemem çünkü anlamıyorum gibisinden baştan pes edici sözler. Zaten bu tür kitaplara az ciddiyetle yaklaşsak bize kendini deşifre ettirecek.

Share this post


Link to post
Share on other sites

“Müceddid-i Elf-i Sanî Ahmed-i Faruki Serhendî”

 

İMAM-I RABÂNİ’NİN HAYATI

 

 

 

Eseri, Allah ve Resulünün kitaplarından sonra dinin en büyüğü... Zatı da, velîlik ikliminin ufku...

*

Hicretin 971’inci yılında Hindistan’ın Serhend kasabasında dünyaya geldiler.

 

Lahor ve Delhi arasındaki Serhend… Serhend, siyah arslan demek… Vaktiyle burası arslanlar ormanıymış… Sonradan orman kesilip yerine, ümmet ve hakikat ormanlarının en büyük arslanına yataklık etmek üzere şehir bina edilmiştir...

*

İsmi Ahmed... Babası Abdülahad... Yirmi dokuzuncu babası, büyük sahabi Hazret-i Ömer’e varıncaya kadar dedeleri, ilim ve fazilette müstesna kimseler...

*

Çocukluğunda ağır hastalanıyor. Ümid kesilecek kadar... O’nu büyük bir Kadirî şeyhine götürüyorlar. Şeyh çocuğu öpüyor:

 

-Korkmayın, diyor; uzun yaşayacak ve pek büyük insan olacak...

*

Küçük yaşta Kur’ân’ı ezberliyor. Her şubesiyle bir çok büyükten devşirdiği ilim... Onyedi yaşında tamamlanan tahsil... Edebiyata büyük alaka ve istidat... Eşsiz zeka, muhteşem belâgat, parlak fesahat, keskin görüş, başındaki tacın elmasları... Bu sırada (Tehlil Risalesi), (Rafizileri Red Risalesi), (Nübüvvetin İspatı Risalesi) kaleme alınıyor.

 

İleride, dünya çapındaki (Mektûbat)ın öncüleri...

*

Gençliğinde merakı tek: Tasavvuf, marifet, hakikat... Ve bu işin mektebi tarikat... Hususiyetle Nakşîlik...

 

Okumadığı kitap kalmıyor.

 

Fakat kitap, kelimeler, harfler, sadece güneşin aynada aksi... Güneşi bulmak lazım... Reçetenin kendisi, kağıdı devâ değildir. İş ilaçta... İlaç da mürşit...

*

Babasının vefatından sonra Hacca gitmek üzere Serhend’e çıkıyor, Delhi’ye uğruyor. Orada Muhammed Bâkibillâh...

 

İşte Mürşid...

 

Bir anda kalbini saran feyz...

 

“Haccı tamamlayayım da dönüşümde hizmetine gireyim ve artık yanından ayrılmayayım” diye düşünürken, gönül tutuşması o hâle geliyor ki, Hac’dan vazgeçiyor ve şeyhe bağlanıp kalıyor. Tam iki ay...

 

Şeyhinin eteği dibinde geçirdiği zaman bu kadar... İki ay içinde öyle hallere erişiyor ki, başkalarınınki ses hızıysa onunki ışık sürati...

 

Üstadından emir alıyor:

 

-Yolun tam icazetini aldın... Memleketine dön ve İrşad halkanı kur! Bundan böyle senin eteklerine yapışsınlar!..

*

Yüzgeri Serhend... Şeyhi, yola düşenlerden çoğunu, onun arkasından Serhend’e gönderdi.

 

İşte İrşad edicilerin İrşad edicisi, İmam-ı Rabbâni, Müceddid-i Elf-i Sanî, Şeyh Ahmet-i Faruk-i Serhendî Hazretleri...

*

Dünya eteklerinde...

 

Hatta şeyhi bile...

 

Muhammed Bâkibillah Hazretleri Delhi’den kalkıp Serhend’e geldi ve eski müridinin kapısından girdi. Ahmed, içeride, kalbine eğilmiş, kendi halinde...

 

-Rahatsız etmeyin, diyor; ben dışarıda beklerim.

 

Biraz sonra İmam-ı Rabbâni dışarıya çıkıyor:

 

_Kim var orada?

 

-Benim; fakir Muhammed Bâki...

 

İmam-ı Rabbâni Hazretleri, kırık ve dökük, mürid kılıklı ve düşük halli, bir köşede bekleyen üstadını hürmetle karşılayıp baş köşeye oturttu.

*

Muhammed Bâkibillah Hazretlerinin müridlerinden Seyyid Muhammed Numan:

 

-İmam-ı Rabbâni’ye bağlanmam emrolunca, büyüğüme, bunu yapamayacağımı ve kalbimin kendi kalbine karşı olduğunu söyledim. Şeyhim kızdı: “Sen Ahmed’i ne sanıyorsun? Onun güneş kalbi bizim gibi binlerce yıldızı örter!” buyurdu; “Teslim ol!”

*

Şeyh Muhammed Bâkibillah:

 

-Kalblere deva, gönüllere şifa olan bu tohumu, Semerkand ve Buhara’dan getirip Hindistan’ın bereketli Toprağına ektim. İsteklilerin yetişip kemale ermesi için uğraştım. Ahmed her dereceyi aşıp üstünlüklerin sonuna varınca da, kendimi aradan çektim ve isteklileri ona bıraktım.

*

Nakşî...

 

Kadirî...

 

Çeştî...

 

Sühreverdî...

 

Kübrevî...

 

Yollarını daha niceleriyle beraber kutsî nefeslerinde topladılar...

*

(Mektubat)da buyurdukları gibi:

 

Bir mürakebe ânı... Allah Resülü tecelli ediyorlar...

 

-Sana, şimdiye kadar hiç kimseye verilmeyen izni vermeğe geldim.

 

Ve ilave ediyorlar:

 

-Sen hangi cenazenin namazında bulunursan o affedilecek ve cennete girecektir.

*

Şeyh Hasan (Gavsî):

 

- İmam-ı Rabbâni; mahbubiyet makamının sahibi ve hidayet meclisi kürsüsünün ziyneti, ferdiyet derecesinin ehli, kutbiyet mertebesinin reisi...

*

Haklarındaki “Müceddid-i Elf-i Sâni” tabiri Mevlânâ Abdülhâkim (Sıyalkütî) tarafından... Kendilerini ilk defa “İkinci Bin Yılın Yenileyicisi” ilan eden, bu zat...

 

İkinci Bin Yıl, topyekun zamanı da içine alarak, Allahın Resulüne bağlı... şeyh Ahmed Farukî Hazretleri ise, topyekun zamanın Sahibine tam teslimiyet halinde, O’na ait ölçüler ve hikmetlerin İkinci Bin Yılda Yenileyicisi... Böyle olunca, daima başbuğ emrinde, en büyük birliğin kumandanı, İmam-ı Rabbanî hazretleri... Zamanımız onun armasını taşıyor. Daha altı yüz sene taşıyacak... Aradaki asır yenileyicileriyse, hep onun emrinde; ve hep onun emrinde kalacak...

 

Bu, İmam-ı Rabbânî’yi anlamaya doğru bir dış ölçüdür.

*

Buyuruyorlar:

 

-Kıyamet gününe kadar bu yola girecek olanları, tek tek gördüm ve bildim. Allahın izniyle hepsinin ismi ve cismi bana bildirildi. Bu yola gireceklerin de baştanbaşa ateşten kurtulacakları bana müjdelendi.

*

Peygamber Müjdesi:

 

“Ümmetimden (Sıla) lakaplı birisi gelecektir. Onun şefaatiyle Cennete çok kimse girecek...”

 

Sıla; arasını bulmak, birleştirmek, vasletmekten geliyor. O, veliler velisi, “Vahdet-i vücut” meselesini dibine ve köküne kadar hal ve fasl etti ve şeriatla tarikatı birleştirdi.

*

Tasavvuf alimleri ve kendi yakınları arasında, İmam-ı Rabbanî Hazretleri, (Sıla) diye anıldığına ve kendilerinden evvel hiç kimseye bu takılmadığına göre, işte Peygamber müjdesinin mazharı!..

 

Bir mektubunda buyuruyor:

 

-Beni iki derya arasında sıla eden Allaha hamd ederim.

*

Şeyhülislam Ahmed Câmi:

-Allah her dört yüz senede bir, Ahmed isimli bir kuluna büyük ihsanlar verir ve bu ihsanları herkes görür.

 

Yine Şeyhülislam Ahmed Câmi:

 

-Benden sonra Ahmed isminde on yedi kişi gelir. Bunların sonuncusu bin tarihinden sonradır ve en büyüğü odur.

 

İmam-ı Rabbanî’den dört küsur yıl evvel söyledi bu sözler...

*

Zikir halkasında gâibden bir nida duyuyorlar:

 

-Sana ve kıyamet gününe kadar seninle bana yönelecek olanlara mağfiret ettim.

*

İlk halifeleri Şeyh Numan, rüyasında Allahın Resulüyle Ebu Bekir Hazretlerini görüyor.

 

Kainatın Efendisi, Ebu Bekir Hazretlerine diyorlar ki:

 

-Numan’a haber ver; kim Ahmed’in makbuliyse, benim de makbulüm, Allahın da... Şeyh Ahmed’in istemediğini ben de istemem, Allah da ...

*

Müridlerinden biri rüyasında Hızır’ı görüyor ve el almak istiyor:

 

Aldığı cevap:

 

-Sen öyle birine bağlısın ki, irşadı sana ve bütün aleme yeter!

*

Seyyid Salih:

 

-Şeyh Ahmed Farukî Hazretleri beni bir iş için uzakça bir yere gönderediler. Yolda”Liîlâfi” suresini sık sık okumamı emrettiler, ve eğer bir sıkıntıya uğrayacak olursam, kendilerine, isimleriyle nida etmemi tembihlediler. Yolda ıssız bir sahraya düştüm. Çalılıklardan müthiş bir canavar çıktı. Hemen, Efendimi isimleriyle imdada çağırdım. Canavar bir anda durdu, geriye döndü ve koşarak kayboldu. Yoluma devam ettim.

*

(Ravtâ-tül İslâm) sahibi:

 

-Şeyh Ahmed Farukî Hazretlerinin, kendilerinden sonra dünyada iki büyük harikaları kaldı. Biri “Mektubat”... Ondaki hikmet ve hakikat derecesine kimse ulaşamadı. Öbürü de çocukları... Hiçbir baba, oğullarına bu derecede tesir edemedi ve onları kendi dengine çıkaramadı.

 

Başta, kaniyle olduğu kadar ruhiyle de babasının mirasçısı, “Altun Silsile” içinde mukaddes emanetin ilk defa baba elinden alıcısı Şeyh Muhammed Masum Hazretleri... Hepsi yedi oğul...

*

Mürakabede kendilerine, Kadirî nisbetini veren şeyh zuhur edip, omuzlarına Abdulkadir Geylanî Hazretlerinin hırkasını koyuyor. Kadirîlik feyzi içinde uçarlarken hatırlarına bir incelik geliyor:

 

-Ben Nakşî yoluna bağlıyım. Şimdi de beni Kadirilik bağının tecellileri sarmakta... Sakın bu hal Nakşî büyüklerini incitmesin?..

 

O zaman, üzerinde ne kadar bağ varsa hepsinin birden büyüleri tecelli edip bir ağızdan hitap ediyorlar:

 

-Şeyh Ahmed bizdendir!

 

Ana cadde Nakşîlik... Her nisbetten de kendilerine birer yol...

 

“Bütün yollar Romaya çıkar” sözü madde ölçüsüne göre âdi bir lâftır; asıl bütün yollar, ruh yolları İmam-ı Rabbanî’ye çıkar.

*

Şeyhin uzaktan cazibesine tutulanlardan biri, günlerce yol alıp Serhend’e geliyor. Kasabaya akşam üstü vardığı için Şeyhi rahatsız etmek istemiyor ve bir tanıdığının evine misafir oluyor.

 

Gece, tanıdığiyle şeyhten konuşuyorlar. Meğer bu tanıdık, İmam-ı Rabbanî’yi inkar edenlerdenmiş... Kötü konuşuyor.

 

Ertesi sabah, uzakların yolcusu huzurda... İmam-ı Rabbanî Hazretleri, hiçbir söz açılmadan buyuruyorlar:

 

-Gece, evinde misafir kaldığın adam sana, bizim hakkımızda bir sürü yalan söyledi.

*

Kendilerine “İkinci Binin Yenileyicisi” ismini veren büyük zat da başlangıçta inkar edenlerden... Rüyasında kendisine okutulan bir ayet, gözlerini ve ruhunu öyle açıyor ki, İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin delisi, divanesi oluyor...

*

Hastalandılar, ceviz istediler. Bir kab içinde, yanıbaşlarına ceviz konuldu. Eleriyle kabı karıştırdılar ve ancak bir tanesini yediler ve buyurdular:

 

-Bu cevizleri alın! Hastalara verirsiniz...

 

Cevizden yiyen her hasta iyi oldu.

*

Seyyidlerden, Kainatın Efendisine bağlı mukaddes sülaleden birisi, Muaviye Hazretlerine düşmanlık edermiş... Bir gün bu seyyid, (Mektubat)ı okurken orada Muaviye’nin methedildiğini görür ve öfkeyle (Mektubat)ı yere atar. Aynı günün gecesi, rüyasında, İmam-ı Rabbanî Hazretlerini... Seyidi kulağından tutmuş, haykırıyor:

 

-Cahil! Sözümüze ve ölçümüze güvenmiyorsun, öyle mi? Gel, seni, ceddin ve Peygamber Evinin temsilcisi Hazret-i Ali’ye götüreyim de işin gerçeğini ondan öğren!

 

Huzura çıkıyorlar. Peygamber Evinin temsilcisi ve güya kendisine sevgi iddia edilerek köpürtülen Muaviye nefretinin vesilesi, Büyük İmam, buyuruyorlar:

 

-Sakın Allah Resulünün sahabilerine düşmanlık etme! Peygamber dostlarına çatan ve Şeyh Ahmed’in bu davadaki hak ölçüsünü dinlemeyen, felakettedir.

 

Peygamber Evinin temsilcisi büyük sahabi, ayrıca İmam-ı Rabbanî’ye emir veriyorlar:

 

-Bu cahil, sözden anlamıyor. Göğsüne vurun da aklı başına gelsin ve tövbe etsin!..

 

Emir yüksek yerden geldiği için yerine getiriliyor. İmam-ı Rabbanî Hazretleri Seyidin göğsüne vuruyor.

 

Seyydi, uyanınca, göğsünde müthiş bir sızı… Ve kalbinde derin bir nedamet, yeni bir anlayış ve tövbe isteği...imam-ı Rabbanî’nin mübarek ellerinden öpmeğe koşan ve bir daha bu eli bırakmayan Seyyid...

*

İlk gençlik çağlarında yazdıkları üç risalede sonra, tam olgunluk devirlerinde, yalnız mektup yazmakla, suallere cevap vermek ve hakikati tamimlendirmekle yetindiler. Sonradan bunlar toplanıp (MEKTÛBAT)ı teşkil etti ve insanoğlunun en üstün eseri oldu.

 

Mektubat üç cilddir ve esası Farsça’dır. İçinde birkaç Arapça mektup da vardır. Bütün İSlam dillerine tercüme edilmiştir.

*

İmam-ı Rabbanî’nin anlatılmaz büyüklüğünü yine eseri anlatır:

 

(Mektubat)ın getirdiği, İkinci Binin Yenileyiciliği çapındaki yenilik; “Vahdet-i Vücud” meselesini aklın son haddiyle tesbit etmesi; ve Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin yanlış anlaşılan ve eserle müessiri bir gösterdiği vehmine düşülen “Vahdet-i Vücud” davasını tam gerçeğe bağlamasıdır.

 

“-Allah, ötelerin ötesinde, ötelerin ötesinde; ötelerin ötesinde...”

 

Yani, nerede onu buldum ve teşhis ettim sanırsan onun da ötesinde, namütehani ötesinde...

 

Meşhur düstur;

 

-Ne ki, o zannedersin; zannettiğin o şey, ona perdedir.

 

Böylece:

 

-“Heme ost” değil; ”Heme ez ost”… “Her şey o” değil; “her şey ondan”...

 

(Mektubat), İkinci Bin Yıla girerken bir bir fesada bulanan İslam hakikatinin en mahrem inceliklerini, İkinci Bin Yılın Yenileyiciliği haysiyetiyle billûrlaştırmış; ve dağıtılışın, kayboluşun, kaybedilişin son haddinde, her şeyi merkezxde toplamış ve kazandırmış, muazzam eser...

 

Ölçü:

 

“-Allah ve Resulünün kitaplarından sonra dinin en büyük eseri Mektubat’tır”.

*

İlahi tecellilere; ve İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin büyüklüğüne ve derecesine ait bütün ölçüler (Mektubat)da:

 

“-Allah bana rahmetiyle tecelli etti; rametinden başka hiçbir şey göremedim. Kahriyle tecelli etti; kahırdan başka hiçbir şey göremedim.”

*

Mürid, şeyhine şöyle bağlanmalıdır:

 

“-Gassâl (yıkayıcı) elindeki ölü gibi...”

*

Mihnet ve ıstırap mı dediniz:

 

“- Mihnet ve ıstırap, aşkın levazımındandır. Çaresiz katlanılacak… Yoksulluk, dert ve gam... Bunlar Lazımdır. Dost, sevdiğini, kendisinden başka her şeyden kesilmiş ve sıyrılmış görmek ister. Bu makamda huzur, huzursuzlukta; karar, karasızlıkta; rahat, rahatsızlıkta... Bu makamda nefse çare aramamak, kendisini mihnet ve ıstıraba bırakmaktır ki, devanın tâ kendisi... O zaman da insan, kendisini sevgiliye ısmarlamış ve bırakmış olur; devlet bundadır. Devlet, ondan ne gelirse razı olup onu kabul etmektedir.”

*

Yakınlık, sadece yakınlık:

 

“- Bu yolun divaneleri, elde ettikleri hiçbir yakınlıkla teselli bulamazlar. Öyle bir yakınlık isterler ki, uzaklığa benzer; ve öyle bir visal dilerler ki, gurbeti andırır olsun. Yoksa yakınlığa benzer ve visali andırır gurbetlerden ne fayda?..”

*

Ve tek yol:

 

“- Şerif ve latif mektubunuz, zayıf ve nahif kölenize ulaştı. Sevenlerimiz bilsin ki, Allah ehlinin (Fenâ) diye isimlendirdiği ve tabiî ölümde evvel gelen ölümle ölünmedikçe kusd alemine yükselmek mümkün değildir. Yoksa kalb, bâtıl dünya mabudları ve nefs putlarına tapmaktan kurtulamaz. İslamın hakikati ve imanın kemaline de eremez.”

*

En büyük mesele:

 

“-Vahdet-i vücud ve Zatî tecelli davasının belirttiği nisbetlerle Allah arasında hiçbir münasebet olmadığı, bizce, yakînin yakîni halinde sabittir. Hak ehlince çoktan beri bilindiği gibi, ihata ve yakınlık ancak ilimledir; ve Allah hiçbir şeyle ittihat halinde değildir. Vücudu vâcib olanın, vücudu mümkün olanla ittihadı muhaldir. Gariptir ki, Muhiddin-i Arabî ve bağlıları, Allaha (Mutlak meçhul) derler, onu hiçbir hükümle mahkum bilmezler de, böyleyken Zatî ihata, yakınlık ve mahiyet ispatına kalkarlar. Bu, büyük bir yanlıştır ve Allahın zatını teşhis yolunda yersiz bir cesarettir.”

*

Nihayet

 

“-Bu dava, bu fakire pek giran gelmekteydi. Bana en büyük ıstırabı veren bu türlü tevhid ifadesinin verasındaki son hakikati ve o hakikatin ulvîliği henüz kavrayabilmiş değildim. Allaha bütün kalbimle yönelerek yalvardım ki, bendeki ilmî ve şer’î inanış kaybolmasın; ve ben, en ileri keşif noktasından bu inanışı gerçekleştireyim... Duam kabul edildi. Önümde hiçbir hicap kalmadı, hakikat bana olduğu gibi göründü. Gördüm ki, alem, sıfatî kemallerin aynalarından ibarettir ve ilahi isimlerin zuhuruna yerdir. Yoksa, (vahdet-i vücut)cuların vehmettiği gibi, (Zahir) ile (Mazhar), (Gölge) ile (vücut), birbirinin aynı değildir.”

*

Deryadan daha ne göstereyim?.. Ha birkaç damla, ha dünyanın taşıyamayacağı kadar su...

 

(Mektûbat): İnsanın; insan ruhunun, ilahi hikmetlerin ve ötelerin, riyazî bir kesinlikle çizilmiş topoğrafyasıdır.

*

Buyurmuşlardır li:

 

“-Daha üstümde bir çok derece var... Oralara ancak sert terbiye, Celil terbiyesiyle, bela ve mihnetle yükselinebilinir.”

 

Ve buyurmuşlardır ki:

 

-Elli ile altmış yaşım arasında üzerime türlü belalar yağacak…

 

Dedikleri gibi oldu.

 

Zamanın padişahı, insana mahsus ulvîlik sıfatlarının, üzerinde misilsizliğe kavuştuğu bu veliler velisini hapse attı, bir kalede iki, üç sene hapsetti.

*

Bir çok alim ve şeyh taslağının etrafı kendilerinden çözülüp İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin çevresinde toplanmaya başlamıştı. Bu akın, bu küçük insanları telaşa düşürdü. Veliler velisi hakkında bir kin, kıskançlık, iftira fırtınasıdır koptu.

 

-Cüneyd, Beyazid gibi büyükleri inkar ediyor, onları aşağı görüyor!

 

Buradan da iftira, şu nazik noktaya çevrildi:

 

-Hükümeti tanımıyor! Ben hükümet, mükümet tanımam diyor!

 

Zamanın Sultanı Selim Cihangir, bütün etrafıyla Râfızî... Bundan da faydalandılar; ve sultana İmam-ı Rabbanî’nin Râfızîlik aleyhindeki mektuplarını gösterip:

 

-İşte!

 

Dediler.

 

Sultan, kendisine secde edilmesinin caiz olduğuna dair elinde bir fetva, oğlunu İmam-ı Rabbani’ye gönderdi.

 

-Bu fetvayı doğrularsan kurtulacaksın!

 

Cevapları:

 

-İnsan, böyle bir fetvayı doğrulaması için ölümle korkutulacak olursa (evet!) diyebilir, izin vardır; fakat gerçek din ölçüsü ve izinden faydalanmaksızın azimet ruhu, sultana secdenin caiz olmadığını söylemektedir. Ecel gelince de zaten kimse kimseyi korkutamaz.

 

Ve kaleye hapis...

 

İmam-ı Rabbanî’nin etrafında bütün zindan Müslüman... Kalenin muhafızına kadar... Nihayet sultan, ettiğine pişman, zindan kapısını açıyor ve büyük velîden af diliyor.

*

Hicri 1031 Safer ayının 28’inci Salı günü, yeniledikleri asrın başında, gözleri bu asrın Muhammedî nuru karartan zulmetlerinde, bütün dünyaya veda ettiler. Fakat öyle bir nur ipliği bıraktılar ki, karanlık bütün fezayı tısta onu yine bir paket içinde sarar ve ebediyet istilasını karanlığa bırakmaz.

 

Galib, Allah; ve ebediyet, nur...

*

Vefatlarında, Hindistan usulünce ellerini göğüslerinde birleştirip bağladılar. Biraz sonra ellerinin titrediği, kımıldadığı, bağını gevşettiği, çözdüğü ve serbest kaldığı görüldü. İmam-ı Rabbanî hazretleri, kollarını, İSlam adetince yanlarına uzattılar be öylece hareketsiz kaldılar.

 

Bu küçücük riayette, İkinci Bin Yılın Yenileyicisine ait, en büyük hakikat ve marifet içinde, şeraite noktası noktasına bağlı olmanın ne harikulade misali var!.. Kerametin üstü!..

*

O, Peygamber yolundan kıl kadar dışarıya sekmedi ve yalnız bu sırrı talim etti.

*

Alayişsiz, gösterişsiz, kerametin belirtilmesini hiyanet bilen, şeraitten başka mizan ve ölçü tanımayan, boş ve manasız tek kelimesi ve hareketi olmayan, dışarıdan sarp ve kuru görünüp de içeriden avizelerinin her mumunda bir güneş pırıldayıcı sarayın sahibi, büyükler büyüğü...*

 

Keşifte, Allahın Resulüne İmam-ı Rabbanî’yi soruyorlar; ve emir üzerine onun “Allah ötelerin ötesinde” düsturunu okuyorlar.

 

Kainatın Efendisi, bu düsturu üç kere okuyorlar ve buyuruyorlar:

 

-Ümmetimin içinde var mı onun gibisi?..

 

Ümmetin, sonsuzluk ümmetinin, Peygamberi gözüyle görenlerden sonra en büyüğü...

*

İmam-ı Rabbanî Hazretlerinden birkaç kol sonra, kurtuluş kervanının kol başlarından olarak gelen Mevlana HAlid Hazretlerinin Farisi Divanından:

 

“Rabbim;

 

O sonsuzluk yolcusu,

 

İlim sahiplerine baş,

 

Gözle görülmez, akılla erilmez sırlar kaynağı,

 

İnsanların anlayamadığı, ancak senin bildiğin büyüklerin mazharı,

 

Köpüren, dalgalanan, yükselen manaların deryası,

 

Maddesizlik, mekansızlık aleminin şahı,

 

Nuriyle Hind illerini ışıldatan,

 

Serhend beldesini; Musa Peygambere Allah kelamının indiği şerefli vadiye çeviren,

 

Sevgilinin getirdiği dinin ululuğuna sened,

 

Dibsiz görüş meclisinin ışığı,

 

Hayal uçmaz yüksekliklere ulaşan,

 

Dini bütünler ordusunun başbuğu ve eteğindekileri ortaya çeken

 

Ahmed-i Farukî’nin gözleri nuru hürmetine beni affet!”

*

(Allahım, ben de bu yalvarış hürmetine senden af diliyorum... Mevlana Halid’în eteğini tutanın, eteğini tutanın, eteğini tutanın, eteğinden bir iplikçik tutan ben... Abdulbaki fazıl oğlu Ahmed Necib...)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Efendi Hazretleri , "Biz mektûbat'ı anlamak için değil, bereketlenmek için okuyoruz" buyurmuştur.

 

O büyükler, elbetteki anlıyorlar. Onların bize anlatmak istedikleri daha farklıdır.

Mektubat kitabı bir deryadır, Ruhun gıdasıdır. insan okudukça feyz alır, bereketlenir.

 

Maalesef, bugünun büyük doğucularının Imam-ı Rabbani'yi tanımadıkları aşikar.

 

Umarım Üstad'ın "Büyük Doğu'culardan İmam-ı Rabbaniye sarılmayı Allah ve Resulüne sarılmanın en mükemmel şartı bilmelerini, olanca dikkat, haşyet ve basiret nazarlarını bu mektuplar üzerinde toplamalarını, her kelimesi derya kadar derin mektuplara karşı 'anladım, anlayamadım' demeden, bir mektuptaki müşkülü öbür mektupta çözmeye çalışmalarını dilerim." dileğine sarılırız.

 

Selametle.

Share this post


Link to post
Share on other sites

MEKTÛBAT’TAN PARÇALAR

Cilt: 1 – Mektup: 1

(Şeyhi ve İrşad edicisi Muhammed Bâki Hazretlerine yazdıkları mektupdur ki, Allahın isimlerinden “Ez-zâhir” adına uygun bazı halleri, Tevhid kısımlarının bazı hususi noktalarını ve Cennetteki dereceleri ele almaktadır.)

 

Köleleriniz içinde aşağısı Ahmed, emrinize uyarak size kendi perişan hallerini arzetmek küstahlığını gösterir. Yolculukta o kadar “Zâhir” ismi belirdi ki, bütün eşyada, her şeyin had çerçevesi içinde hâs tecelli zuhura geldi. Hususiyle kadın kılığında... Belki bunların ayrı ayrı bütün parçalarında...

 

Bu tecellilerin sevkiyle yolumuzun bağlılarına o kadar boyun eğdim ki, nasıl arzedeyim, başımı kaldıramaz oldum. Bu kılıkta zuhur başka hiçbir yerde olmadı; bu kılıkta tecelli eden güzellikler ve acayip belirtiler, hiçbir zuhur noktasından çıktığı görülmemiş öyle şeyler ki, büyüklerimin karşısında utancımdan su kesildiğimi sandım.

 

Yine her yiyecek, içecek ve giyecekte ayrı ayrı beliren öyle lezzetlerle karşılaştım ki, çalışarak meydana getirilen lezzetlerin ötesinde bile mevcut değildi. Tatlı sudan acı suya kadar her şeydeki fark böyleydi. Belki her tatlı şeyde, bir derece farkla başka bir hususî kemal vardı; öyle bir sır ve incelik var ki bu tecellide, huzurunuzda olsaydım belki anlatmaya imkân bulurdum. Fakat yazı ile bildirmeye gücüm yetmez.

 

Bu tecelliler içinde, gönlüme “Refik-i âlâ” dileği, Allahı istemek arzusu düştü. Bu duyguya, elimden geldiği kadar karşı durdum ve iltifat etmedim. Fakat bir an geldi ki, mağlup oldum ve çarem kalmadı. O aralık bildim ki, bu tecelli, Allahı tenzih etmek nispetine aykırı değildir ve ruh da aynı nisbete bağlıdır. Zahir ise bu nisbete asla iltifat göstermez. İşte bu nisbete yabancı, ondan boş ve mahrum olan zahir, bende, bildirdiğim tecelli ile şereflendi. Gerçekten gördüm ki, iç âlem, gözün hedefi kaybetmesi illetine uğramaz ve bütün görünürlerin bilgisinden kaçınır.

 

İşte, çokluğa ve iyiliğe bakan zahir, bu tecellilerle mutluluğa ermiştir.

 

Bir zaman sonra da gönül, bu gizli tecellilere yönelip şaşkınlık ve bilgisizlik içinde kendi haline daldı ve sanki bu tecelliler meydana gelmemiş gibi oldu. Ondan sonra hususi bir yokluk zevki başladı ve bu dönüşün arkasından gelen “taayyün-ü ilmî –bilgi ile beliriş” bu yoklukta kayboldu. O zaman da İslamiyetin eserleri meydana çıkmaya ve gizli şirkin yıkılma alametleri görülmeye başladı. Ve amellerimdeki kusurlar, niyetlerimi ve duygularımı suçlamak duygusu, kulluk ve yokluk farikaları yeniden zuhura gelmeye koyuldu.

 

Allah, sizin gibi bir büyüğümün teveccühleri bereketiyle, beni, kulluğun hakikatine erdirsin ve aşk yolunda yükseltsin...

 

Yükseldiğim birinci mertebede mesafeyi aşınca, son noktanın üstüne erişip sonsuzluk yeri olan oradan, alt tarafları görmek nasip oldu. Bazılarının makamını bu yerden görmek istedim; yöneldim ve gördüm. O kişileri, şevk, zevk ve mekân bakımlarından birbirlerinden farklı buldum.

 

Yine yükseldiğim başka bir mertebede, büyük şeyhleri, “Ehl-i beyt – Peygamber evi bağlıları”nın imamlarını, dört büyük halifeyi, Allah Resulüne has makamı ve öbür nebî ve resulleri ve son nokta üstü âlemlerdeki melekleri gördüm. Son noktanın üstünde öyle yükselişler oldu ki, toprağın merkezindeki son noktaya veya pek yakınına, tâ Şayh-ı Nakşibend hazretlerinin makamlarına kadar eriştim. O makamın üstünde bazı şeyhler vardı. O makamlar veya onun biraz üstünde bulunuyorlardı. Şeyh Maruf (Kerhî) ve Şeyh Ebusaid (Harraz) gibi. Orada gördüğüm şeyhler o makamla aynı hizada, bir kısmı da o makamın ta merkezinde idiler. O makamın altında Alâüddevle ve Şeyh Necmeddin-i (Kübrâ) gibilerin, üstünde de “Ehl-i Beyt”in yerleri vardı. Dört büyük halifenin makamları, hepsinin üstündeydi. Nebî ve resullerin makamları, derecelerine göre, Resuller Resulünün yanındaydı. Büyük meleklerin makamları öbür yanda ve o makamdan ayrıydı. Fakat Kaninatın Efendisine ait olanı, bütün makamların üstündeydi.

 

Hak, her işin özünü ve gerçeğini bilir; ne zaman istersem, Allahın lütfiyle yükselebiliyordum. Bazen bu hal, istemeden de oluyor. Bazen de olanlar hatırımda kalmıyor. Ne kadar hatırlamak ve arz etmek istesem kâbil olmuyor. Zira öyle haller oluyor ki, göze hakir görünmekle beraber, yazmayı değil, ancak istiğfarı gerektiriyor. Mektubumu kaleme alırken hatırımda olan bazı şeyleri, bu bakımdan küstahlık olur kaygısiyle yazamadım.

*

Molla Kasım Ali’ye hoş bir hâl, kendini kaybetme hali hakimdir. O, bütün cezve makamlarının üstüne çıktı. O, asıldan bildiği sıfatları da kendisindeyken kendinden ayrı ve nefsini bütün sıfatlardan boş görmeğe başladı. O, sıfatlarla kaim olan nuru bile, kendinden ayrı ve kendisini o nurun başka tarafında görme makamı...

 

Öbür arkadaşların halleri de günden güne güzelleşmektedir. İnşallah yakında uzun uzadıya arz ederim.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Cilt: 1 - Mektup: 2

 

(Yine şeyhi ve irşad edicisine yazılmıştır...)

 

Bağlılarınızın en aşağısı olan Ahmed'in diyecekleri şudur ki, Mevlana Şah Muhammed, Ramazana yakın istihare emrini bildirdi. Lakin Ramazan ayı gelinceye kadar bu işe fırsat bulamadık. Vaktin hep aynı hal üzerinde geçmesiyle de teselli bulmak zorunda kaldık. Teveccühlerinizin bereketleriyle ilahi inayetler o türlü birbirini takip etti ki, arz olunabilmeleri imkansızdır.

 

Mesnevi:

''Her ne kadar bazı hallerin açığa vurulması küstahlıkla övünme gibi dursa da, madem ki beni yerden kaldıran şahtır, başım feleklerden de yukarıya yükselebilir.''

 

Rebiülahir ayının sonları... Hususi devamlı hal (beka-yı has) ile her vakit için şereflendirildim.

 

Zatı tecellinin başlangıcı, Şeyh Muhiddin-i Arabi hazretlerindendir. Beni bulduğum halden alıp kendime getirdiler ve o halden yine manevi sarhoşluğa, kendini kaybetme durumuna geçirdiler. İniş, çıkışlarda bana, arabi ilimler, garip bilgiler, esrarlı anlayışlar bahşettiler. Her derecede, o makamın devamı için gereken ihsanlarda bulundular. Hususiyle görünen şeylerin içyüzlerini gösterdiler.

 

Mübarek Ramazan sekizinde, beni, ''beka'' derecesiyle şereflendirdiler ki, üzerime yığılan ihsanları dile getirebilmek haddim değil...

 

Bilinen bir şeydir ki, istidadın sonu bu makam kadardır. Hale uygun olan ulaşma, kavuşma (vasl) bu makamda ele geçer. Cebze hali de bu makamda tamamlanıp, ondan sonra Allahta yok olmak, (seyr-i fillah) başlar.

 

İşte bu haller zuhura geldi.

 

Yokluk (fena) hali üstün oldukça ''beka'' sıfatı o nisbette yüksek, ''beka'' hali üstün buldukça da, ayıklık ve kendinde olma vasfı o kadar kuvvetli olur. Ayıklık, kendimde olma üstün kaldıkça da, kalbe dolan ilim ve marifet daima şeriate uygun çıkar. Bu türlü ayıklık (saha), kemal halinde nebilere mahsustur. Onlardan gelen bilgiler din ölçülerini çerçeveler ve onların ilahi zat ve sıfatlar üzerinde bildirdikleri, inanılması gereken itikat temellerini gösterir. Şeriatın zahirine an küçük aykırılık, sahibinde, mutlaka manevi sarhoşluk halinden bir parça kalması yüzünden olur.

 

Bu acize doğan bilgiler, umumi olarak şeriat ilminin inceden inceye açıklanması ve bildirilmesi olmuştur ki, dış bilgiyi iç bilgi haline getirmek ve ilim yoliyle kabul edilen şeyleri keşif yoliyle gerçekleştirmek gibi bir nimete yol açmıştır. Böylece büyük şeriat bilgileri kısalıp özleşmiş, kısa ve öz halinde olanlarsa genişleyip derinleşmiştir.

 

Eğer bu bahsi incelersem sonu gelmez. Kula haddini bilmek gerektir.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Cilt: 1 – Mektup: 3

 

(Yine Şeyhi ve İrşad edicisine... )

 

Arzetmek istediğim şudur ki, buradaki istekli dostlar da, oradaki yola girmiş arkadaşlar gibi, fert fert, birer makamda hapsedilmiş bulunuyorlar. Bulundukları makamlardan kendilerine yol vermek çok güç; zaten o kuvvet de bizde mevcut değil, meğerki Hak, sizin gibi büyüklerin teveccühleriyle yol açsın ve ilerleme nasip etsin...

 

Arkadaşlardan biri, bulunduğu dereceden geçip Zatî tecelli makamının başlangıcına erişmiş ve hali çok güzelleşmiştir. O, bu fakirin izindedir ve bir kere daha edeceğimiz himmete ümit bağlamıştır. Bunu böylece bilmesi, kendisi için ne büyük kazanç!..

 

Mısra: “Herkes bir şey için didinir durur.”

 

Yüksek şahsınızdan gizli olmadığını bildiğim halde bunların isimlerini kaydetmeye cesaret gösteremedim.

 

Mir Seyyid Hüseyin, kendi çalışmalarında şöyle bir tecelli ile karşılaşmış: Bizim kapımıza geldiğini görmüş. Ona “bu, hayret kapısıdır! Demişler. Kapıdan içeriye göz atınca içeride, yüksek şahsınızla bu aciz bendeyi görmüş. Kendisi eşikten içeriye atmak için bütün gücünü kullandığı halde ayaklarını kımıldatamamış...

Share this post


Link to post
Share on other sites

CİLT: 1 - MEKTUP: 4

 

(Şeyhine...)

 

Hizmet edicileriniz arasında en düşük derecede olanın arzetmek istediği:

 

Mübarek eşiğinizdeki hizmet edicilerin hallerinden, feyz alıp verme yoliyle haber sahibi olamıyor ve daima bekliyoruz.

 

 

Mübarek Ramazanı tebrik ederim.

 

Bu ay, müessir ve esere ait bütün kemalleri toplayıcıdır. Bu ay, aslın dairesi içindedir ve hiç bir gölge ona yol bulamaz. Kainat, zaman ve mekan bakımından ilk oluş, onun gölgesidir ve Kur'anın indiği zaman çerçevesi olarak ''o mübarek ay ki, Kur'an onda nazil oldu'' mealindeki ayete uygun bir üstünlüğe sahiptir. Bütün hayr ve bereketleri çerçeveleyici ay... Bir yıl bütünü içinde kime bir hayır ve bereket erişse ve o nimetler hangi yoldan gelse daima bu ayın nihayetsiz bereketler dünyasından bir damla olarak zuhur eder. Bu ay içinde toplayıcılık, verimcilik bütün senenin toplayıcı ve verimci olmasına; bu ay içinde dağınıklık ve kısırlık da yine bütün senenin dağınıklık ve kısırlığına sebeptir. Ne mutlu o kimseye ki, Ramazanın gelmesiyle saadet kazanır ve oruç ayını kendisinden razı eder. Ne yazık o kişiye ki, mübarek ayın kendisinden razı olmamasiyle hayr ve bereketinden yoksun kalır.

 

O ayda Kur'anı hatmenin sünnet oluşundaki hikmet, belki asli-zata mahsus, yahut zilli-gölge kemallerin her cihetten zuhuru içindir. Ramazan ayında Kur'ana kapanmayı usul edinen kimse, umulur ki, o ayın gündüzlerine ait bereketlerinden mahrum kalmaz. Bu ayın gündüzlerine ait bereketler ayrı, gecelerine mahsus bereketler ayrıdır. Bu bakımdan iftarda eline çabuk tutmak ve sahur vaktini uzatmakta faideler vardır. Böylece gece ve gündüzün birbirinden ayrılması, birbirine karışmaması ve ayrı ayrı yaşanması kabil olur.

 

 

Yukarıda dokunulan birinci nokta, ''Hakikat-i Muhammedi'ye- Peygamberimize mahsus hakikat''den ibarettir. Bu hakikatin sahibine salat ve selam olsun... Bu nokta, zata mahsus kabiliyeti gösterir ki, bazılarınca, bütün sıfatlarla hallenmek için zata mahsus diye belirtilmiştir.

 

Yine yukarıda işaret edildiği gibi Kur'an hakikatının verimi olan zati (müessire bağlı) ve şuuni (esere bağlı) kemaller, bir kısmiyle ilmi ölçüler ve sıfat çerçeveleri içindedir. Bunlar, Allah ile sıfatları arasında bir berzah, geçittir ki, onlarla sıfatlanmak imkan dairesi içindedir. Hakikatlerin çeşitli oluşu, öbür Peygamberlerin hakikatleriyle Muhammedi hakikatin nisbet ve itabari kıyasından dolayıdır. Muhammedi hakikat asla ve zata nisbetiyle yine gölge makamında ise de, nefsin kötü sıfatları bu hakikate yol bulamadığı için arada perde yok gibidir. Bu yüzden de Muhammedi hakikat ve aynı meşrep üzerinde olanların hakikati, zatı kabiliyete yönelmiştir. Ve işte bu kabiliyet, zat ile öbür kabiliyetler arasında berzah mevkiindedir.

 

Bazı büyüklerin ölçüsü şudur ki, sıfatlar çerçevesi ancak ilk adımın atılacağı basamaktır ve merdivenin son basamağı zati kabiliyetin eşiğidir. Şüphesiz ki, bu mekanın sahibi de Kainatın Efendisi'dir. Bu kabiliyetle sıfatlanmak, vücudsuzluğa, bu hal de Muhammedi hakikate engeldir, diye hükmedenler olmuştur.

 

Mıuhammedi hakikat ki, zat ile mücerret itibar mevkiindedir; gözden silinmesi mümkün, hatta vaki bir keyfiyettir. Sıfatlanma kabiliyeti de berzahlık olmak hususiyeti bakımından kendisinde sıfatların rengi vardır ve o dışarıda, gölge vücutla mevcuttur. Bu vücudun ortadan kalkması mümkün değildir. Bu bakımdan, Zati sıfatlarla, bu sıfatlara bürünmüş olanlar arasında perdenin vücuduna hükmedilmiştir.

 

Buna benzer hükümler ve asl ile gölgenin toplanma noktası üzerinde bir takım fikirler çok görülmüştür.

 

Kutupluk makamı, gölge hakikatlerine ait bilgilerin inceliklerine kaynaktır. Ferdiyet dairesi de, asl'a ve Zat'a mahsus daire bilgilerinin aydınlanmasına vasıtadır... Asl ile gölgenin aralarını seçmek ve ayırd etmek ancak bu iki devletin toplanmasiyle olur. Onun içindir ki, bazı şeyhler, üstün-birinci derecelik kabiliyete ''taayyün-ü evvel - ilk beliriş'' derler ve onu Zat'a nisbetle gölge bilecekleri yerde Zati tecelliyi o kabiliyet tarafından görülebilir bir keyfiyet sanırlar,

 

Bu çetin mesele, tahkik ettiğim gibi ve izah çerçevesine alabildiğim kadardır.

 

Allah, hakkı yerine getirir ve doğru yola götürür.

 

Sözü fazla uzatmak küstahlık ve edebe aykırılıktır.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Cilt: 1 – Mektup: 5

 

(Hoca Burhan’ı şeyhinin mübarek eşiğine gönderirken, bazı hallerini bildirmek için yazdıkları mektup...)

 

Hizmet edicileriniz arasında en aşağı derecedeki insanın bildirmek istediği:

 

Hâcegân (Nakşî büyükleri) yolunu anlatmak için bir risale kaleme alınıp takdim edilmiştir. Mübarek nazarlarınıza arzedilmesi dileğimizdir. Risale müsvedde halindedir ve Hoca Burhan âni olarak yola çıktığı için temize çekilmesi için fırsat bulunamamıştır. İmkân bulunsaydı daha başka bilgilerin müsveddeye eklenmesi uygun olurdu.

 

Bir gün “Silsile-tül-Ahrâr” isimli kitabı okurken böyle bir risaleyi kaleme almak ve yüksek huzurunuza takdim etmek emeline düştüm. Tâ ki, o kitapta bulunan bilgilerden fazlasını bana emredesiniz de risalemizde bir ziyadelik belirsin... Risalemiz “Silsile-tül Ahrâr”ın ilavesi olabilir veya bizimkinden bazı noktalar seçilip ona eklenebilir.

 

Fazla cür’et edebi taşırmaktır.

*

Hoca Burhan şu esnada güzel bir hâl ve iş üstündedir. Cezbe makamına uygun olan üçüncü seyrden pay almıştır. Geçim noktasından alışık olduğu şartlar bozuk ve gönlü kırık olduğu için yanımıza gelmiştir.

 

Buyuracağınız her emir mübarek olsun...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Cilt: 1 - Mektup: 6

 

(Cezbe, sülük -yola giriş-, cemal sıfatları, fena ve beka alemleri, Nakşilik yolunun üstünlüğü hakkındaki bu mektupta şeyhlerine hitap etmektedir.)

 

Bendenizlerin en hakiri Ahmed arzeder ki, mutlak mürşid olan Allah, yüksek teveccühlerinizin bereketiyle, cezbe ve sülük yollarının ikisiyle birden, cemal ve celal sıfatlarının da her biriyle ayrı ayrı bu kulunu terbiye buyurdular. Şu anda bende cemal celalin, celal de cemalin aynıdır.

 

''Risale-i Kutsiye''nin bazı çıkıntılarında, kendi açık mefhumlarını bu ibaretlerden ayrı tutmuşlar ve onları hayali mefhumlar olarak keydetmişler...

 

İbareler kendi zahirlerine göre mana alır ve olduklarından başka türlü yorumlanmaya gelmez. Bu anlayış bir terbiye işidir ki alameti, zatı muhabbetdir. Bu terbiye zatı muhabbetle gerçekleşmeden elde edilemez ve onsuz hiçbir şey anlaşılamaz. Zatı muhabbet, fena'nın (yok olmanın) alametidir ve yok olmaksa masiva alemini (Allahtan gayr olanları), mahluklar dünyasını unutmaktan ibarettir; ta bilgiler gönülden boşalıp mutlak bilgisizlik zuhura gelinceye kadar... Bu olmadıkça fena gerçekleşemez. Bu hayret ve bilgisizlik halinin de devamlı olması şarttır. Bir gelip bir gitmesi değil... Gaye beka'dan evvel fena'yı tadmak yoluyla tam bilgisizlik ve ilgisizliğin kendisidir. Beka'dan sonra ise cehaletle ilim, bilmemekle bilme bir araya gelir. Öyle ki, cehalet gözünde bir şuur ve hayret nazarında bir huzur, birbirine perde olmaksızın birbirini tamamlar. İşte bu bilgisizlik içindeki bilgiye ve hayretten huzura ''Hakk-el-yakin'' makamı denilir ve orada bilgi ve biliş, göz ve görüş birbirine engel olmaz. Bu bilmeyişin öncesi her bilgi, bu cehaletten evvel ki, her ilim değersizdir. İlim ister habere ve görüşe dayansın, ister marifet ve hayret yoluyla gelsin, mutlaka sahibinin kendisinden ve içinden gelmelidir. Nazar dışarıda ve içle alakasız oldukça verimsizdir. Eğer nazar içeriye doğru ise dışarıdan kesilmelidir ki, netice versin...

 

Şah-ı Nakşibend Hazretleri buyurdular ki:

 

''-- Allah ehli, fena ve beka mertebelerinden sonra ne görürlerse kendilerinde görürler. Anladıkları her şey de kendilerindendir. . Hayretleri ise kendi vücutlarındandır.''

 

Bundan açıkça anlaşılacak olan, şuhud (görme), marifet (bilme ve işleme) hayret (şaşırma, nisbetleri kaybetme) hep kişinin nefsindendir. İnsanın dışından bunlar mevcut değildir. Bu üç hasseden biri dışarıya takıldıkça fena'dan pay alınmamış olur. Nerede kaldı beka derecesi? Fena ve beka mertebesinde son had işte bu içe dönüştür. Bu türlü fena mutlaktır ve beka ile beraberdir. Onun içindir ki, Allah ehli, fena ve beka ile gerçekleştikten sonra Nakşilik nisbetleri bozulmaksızın dışarıyı da görme imkanına ererler. Şunu da bilmelidir ki, Nakşilik nisbeti bütün nisbetlerin üstündedir.

 

Bu silsilenin bağlılarından bir veya ikisini uzun tecrübelerinden sonra bu nisbetle şereflendikleri vakit, başka silsilerden bahsedilemez. Yani deryaya ulaşan havuzu görmez. Bu nisbet Abdülhalik Gucdevani'ye bağlıdır ve onu kemale erdiren din eve milletin bekası, Şah-ı Nakşibend (Bahaeddin)) Hazretleridir. Halifeleri Alaeddin Hazretleri de aynı devletle şereflendiklerinden...

 

Ne garip, ne acayip işlerdendir ki, bu gibi büyüklere hangi bela ve musibet erişse ancak sevinmelerine, ferahlamalarına vesile olur. ''Daha yok mu, fazlası yok mu?'' diye el açarlar. Bela ve musibetin fazlasını isterler ve dünya matahlarından ne kaybetseler sadece hoşlanırlar. Ellerini sebepler ve tedbirler alemine uzattıkları zaman da aciz ve mutaçlıklarından başka bir şey göremezler. İlk anda gösterecekleri hüzün hemen kaybolur ve belanın kaldırılması için edecekleri dua, ''Bana yalvarın!'' emrini veren Allahın emrine uymaktan başka hiç bir sebebe dayanmaz. Eğer duadan muratları belanın kaldırılması olsa da bu yüzden hüzün ve korkuları geçse, hemen geriye dönerler ve böyle bir şeyi istememiş olmak isterler. Ama bu hal, yani murada aykırı tavır Allah ehlinde manevi sarhoşlukta olur. Halka korku, hüzün, sığınma, sızlanma, keder ve sevinçten gelen edalar bunlara manevi sarhoşluk anında gelir.

 

Bende de böyle oldu. Başlangıçta duadan murat belanın kalkması değildi. Fakat o andaki hal ağır bastı. Sonra hatırıma geldi ki, nebilerin duası da halkın dileklerine uygundur. Bu son hal ile de şereflenip işin hakikatini anlayınca gördüm ki, peygamberlerin dualarına da acizlik, ihtiyaçi, sığınma, korku ve hüzün hakimdir ve sadece emre uymakta bir nevi istiğna, ihtiyaçsızlık edası vardır. En büyük derece şüphesiz ki, halktan başlayan ve halkta nihayete erendir.

 

Bu bahtlılar yüz gösterdikçe emrinize uyup arzedeceğim.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Cilt: 1 –Mektup: 7

(Kendi garip hallerini anlatmak, bunların esrarını sormak ve bazı istirhamlarda bulunmak üzere Şeyhlerine yazılmıştır...)

 

Bendelerinizin en küçüğü Ahmed, arzeder:

 

Ruhumu uruc (yükselme) yoliyle melekler âleminde buldum. O makam ki, sonun sonudur, ismine “muhted” denir ve büyüğümüze (Şah-ı Nakşibend Hazretlerine) mahsustur; işte o makama kadar yükseldim. Orada madde ve maddî unsur adına hiçbir şey göremez oldum ve velilerden bazılarını o makamda buldum. Ve o makamda kendimi bütün âlemle kaynaşmış hissettim. Hayrete düştüm. Bu hisse ne kadar yabancı olursam olayım, kendimi açıkça ve tastamam âlemle beraber gördüm.

 

Bu hâlin ondan sonra zuhurunda ne kendim kaldım, ne de âlem... Sade nazarla değil, bilgi ve anlayış gözüyle de hiçbir şey kalmadı. Bu son hâl devam etmekte ve yerleşmiş görünmektedir. Âlemin yaratılmış vücudu görülüp bilinmekten silindi. Ve o an; o makamda bir yüksek köşk peydahlandı. Makam da, âlem gibi yavaş yavaş zuhura çıktı. Kendimi her an yükselir, yukarılara çıkar buldum. Şükür abdesti alıp şükür namazı kılınca, daha yüksek bir makam belirdi. Yolumuzun (Nakşîlik yolu) dört büyüğü işte o makamdaydı. Ayrıca bazı büyükler, bu taifenin efendisi Cüneyd (Bağdadî) de oradaydı. Bazıları da daha yukarıda... Fakat köşkün ayaklarına yapışıp rütbelerine göre yer almışlardı. Ben kendimi o makamdan çok uzak görüp arada hiçbir nisbet kuramadım. Bu vaziyetten o kadar ıstırap duydum ki, deli oluyorum sandım. Çektiğim acının dehşetinden, vücut kalıbımın boşaldığını duyar gibi oldum. Uzun zaman bu halde kaldım. Sonra yüksek teveccühlerinizin tesiri erişti. Kendimi o makama uygun bulmaya başladım. Kendi yol alışımı o makama denk ve yolumu ona ulaşır gördüm. Yavaş yavaş ilerleyip o makamın yüksek noktasına oturdum. Yüksek teveccühlerinizden sonra hatırıma geldi ki, o makam tam kemâl noktasıdır ve o makama, yola giriş (sülûk) tamamlandıktan sonra erilir. Sülûk derecelerini tamamlamayan cezbe sahibi, o makamdan pay alamaz. Yine düşündüm ki, bu makama ermek, büyüğümün teveccühündeki bereket sayesinde olmuştur.

 

Hazret-i Ali (Allah yüzünü keremlendirsin) şöyle buyurdu:

 

“-Gel de sana göklerin ilmini öğreteyim!”

 

Baktım ki, öbür üç halifeyle beraber, o makamda Hazret-i Ali de var... Ve bu makam onlara mahsus...

 

Allah hepsinden razı olsun...

 

Allah her şeyi en iyi bilir.

 

O makamda, kötü ahlakın ân-be-ân uçup gittiğine şahit oldum. Kötü ahlakın bir kısmı iplik gibi, bir kısmı kurt gibi vücudumdan çıktı. Nihayet bir an geldi ki, kötü ahlak adına bende hiçbir şey kalmadı duygusuna erdim. Böyleyken vücudumdan yine bir şeyler çıkıp gidiyor.

*

Arzetmek istediğim ikinci nokta:

 

Bazı hastalıklar ve şiddetli hallerde, bunların def’i için yönelirken, hastanın Allah’ı bilmesi ve yüzünü ona çevirmesi şart mıdır, değil midir? “Reşahat” isimli kitaba ve o kitapta “Şah-ı Nakşibend”den nakledilen ölçüye göre, böyle bir şuur, hastada şart değildir. Bu bahiste yüksek görüşünüz nedir? Allah’a yönelmemek bize hoş gelmiyor.

*

Üçüncü maruzatım ve sualim:

 

Huzur gerçekleştikten sonra, isteklilere (Allah’a erme yolunun bağlılarına) zikri bırakıp huzura yapışmak mı lazımdır, zikre devam etmek mi? Yahut huzurun hangi derecesidir ki, zikir onda bırakılabilir. Bazılarını gördük ki, başından sonuna kadar zikreden geri kalmazlar ve geri bırakılmazlar. Böylece de iş çabuk nihayete erer. İşin doğrusu nedir ve ne emir buyurulur?

*

Dördüncü sual ve istirhamım:

 

Hâce Ubeydullah (Ahrâr) hazretleri, “Fıkarat” isimli teliflerinde son olarak yine zikri emrederler ve şöyle buyururlar: “Bazı maksat ve gayeler vardır ki, zikirsiz ele geçmez.”

 

O maksat ve gayelerin neler olduğunu göstermenizi rica ederim.

*

Beşinci istirhamım:

 

Tarikat bilgi ve ölçülerini öğrenmek isteyen talipler, yemekte ve içmekte hesaplı ve ihtiyatlı olamıyorlar. Buna güçleri yetişmiyor. Böyleyken huzur ve kendinden geçme haline erebiliyorlar. Eğer kendilerine yeme ve içme ölçüsü verilecek olsa yola devam etmemeleri korkusu var... BU mevzuda da emrinizi beklerim.

 

Fazla küstahlık ettim; edep hatasına düştüm; af dilerim.

Share this post


Link to post
Share on other sites

CİLT: 1 - Mektup: 8

 

(Ayrılma, kendine gelme (sahv) halinin devamlılığına dair, şeyhlerine...)

 

Bağlılarınızın en değersizi Ahmed bildirir ki, ayıklığa geçerek beka (devamlı hal) lütuf edildiğinden beri, garip bilgiler ve görülmedik tecelliler birbirini kovalamaktadır. Fakat bunların çoğu, bazı tarikat ulularının söylediklerine ve tariflerine uygun düşmüyor. ''Vahdet-i vücut'' ve ona bağlı şeyhler, bize, halin başlangıcında tecelli etti. Çoklukta tekliğin müşahedesi nasib oldu. Hatta o makamdan yükselerek onun zımnında (perdesi altında) nice bilgilere erdik. Ama şu var ki, o makamın delalet ettiği mana bu bahiste söylenen ve ileri atılanlara uymamıştır. Bazı büyüklerin sözlerindeki remzler, şifreler ve işaretler ancak şeriatın zahirine uygun düşmekle değer kazanabilir. Şeriatin zahirine en küçük aykırılık, ortada hiç bir hakikat bırakmaz ve hikmet iddiacılarının (filozofların) aklı usullerinden hakikat devşirilemez. Sünnet ve cemaat ehline aykırılık gösteren bazı İslam alimlerinin fikirlerine bile, böyle iddialar zıt düşer.

 

O alimler ki:

 

''Kuvvetin yetmesi fiille meydana çıkar. Kuvvet fiilden evvel değildir; onunla beraberdir. Mükellefiyet, sebeble, işi işleyecek uzuvların selametine bağlıdır.''

 

Derler.

 

Hakikat, sadece sünnet ehli büyüklerinin çerçevelediği gibidir. Bu makamda ben de kendimi ''Şah-ı Nakşibend'' hazretlerinin yolunda buldum. Hace Abdülhalik ve eski şeyhelerden ''Maruf-u Kerhi'' ve ''Davud-u Tai'' ve ''Hasan-ı Basri'' ve ''Haibib-i Acemi'' hep aynı hakikat makamında...

 

Böyle iddiaların neticesi gayeye ve hakikate tam uzaklık ve yabancılıktır. Bu iş tedavi imkanlarını kaybetmiştir. Halin başlangıcında, kendilerine engel olan perdeleri, çalışmak ve himmet göstermekle ortadan kaldırmak mümkün olabilirdi. Fakat şimdi perdeleri gurur ve büyüklüktür.

 

Mısra:

 

''Ona ne hekim, ne ilaç vardır.''

 

Onlar, Allaha yabancılık ve uzaklığın son derecesini, erme ve kavuşma sanmışlar, bu hale ''birleşme'' demişlerdir.

 

Heyhat ki, Yusuf ile Züleyha'daki şu mısralar hal'in ta kendisini gösterir:

 

''Bu ses dosttan geldi ve tefin içine düştü.

Onun içi tefi ellerde gezdirir ve çalarlar.

Görmek nerede, gören kim, görülen nerede?''

 

Ayrıca:

''O yüzünü halka gösterir mi hiç?

Toprak nerede ve Rabbin nerede?''

 

Ben kendimi ve bütün alemi yaratılmış, hiçbir şeye güç yetmez bilirim; Yaratıcıyı da herşeye gücü yeter tanırım ve bundan başka nibet ve manaya yanaşamam. Onun aynı olmak ve ona ayna olmak diye birşey yoktur.

 

Sünnet ve cemaat ehli bilginlerinin amellerinde suç ve kusur olsa da, Allah zatı ve sıfatları üzerindeki inanışları o kadar güzel ve nurludur ki, suçlarının karanlığı bu ışık yanında uçup gider. Bazı sofi geçinenler de bunca çile riyazet çekmelerine rağmen, iddialarında devam ettikçe onların derecelerine ulaşamazlar. Bu bakımdan zahir alimlerine ve bu ilmin isteklilerine içimde büyük bir sevgi vardır. Onların gidişleri bana hoş gelir ve ben, onlarla beraber olup kendileriyle şeriat gerçeklerini konuşmayı, fıkıh inceliklerini görüşmeyi arzularım.

 

Hakikat şudur ki:

 

Allah, ne alemin aynı, ne de gayrı, ne alemle birleşik, ne de ondan ayrı, ne alemi kuşatmış, ne de ona işlemiştir.

 

Zatlar, sıfatlar ve fiiller onun mahluklarıdır ve ne mahlukların sıfatı onun sıfatı, ne de fiilleri onun fiilidir. Fiillerde tesir sahibi Kudret odur ve mahlukların kudretlerinde tesir yoktur. Sünnet ve cemaat ehli kelamcılarının da mezhebi budur.

 

Allah, mürid (murad edici, dileyici)dir. Bu sıfat Kudret manasındadır; isterse işler, istemezse işlemez, manasına değil... Bazı hikmet iddiacıları ve sofilik taslayanların sandığı gibi, istememek şartı Allahı kayıt altına alamaz.

 

Kaza ve kader davası da, ayniyle şeriat ölçüsüne uygundur. Allah kendi mülkünde dilediği gibi tasarruf edince sana ne düşer?

 

Bu kıyaslara göre hali bildirmek zorunda kaldım ve bu yüzden küstahlığa kalktım.

 

Kul, kendi sınırını tanımalıdır.

Share this post


Link to post
Share on other sites

İmam Rabbani Hazretleri Mektubatında sesleniyorki:

 

 

Yalan söylediği defalarca denenmiş olan bir kimse, 'Bu gece düşman hucüm edecek' diye bir haber verecek olsa, bu haber üzerine o beldenin ileri gelenleri derhal savunma tedbirleri alırlar. Bu haberi veren kimsenin yalancı olduğunu bildikleri halde, o belanın giderilmesi çareler ararlar. Çünkü bilgi nereden gelirse gelsin, tehlike ihtimaline karşı her şartta dikkatli olmak lazımdır.

Halbuki, daima doğrulardan haber veren Rasulullah(S.A.V.) bizleri ahiret konusunda da çok kesin bir şekilde uyarmıştır. Durum böyle iken bu tür haberlerden ise bakıyorum ki hiç kimse müteessir olmamaktadır. Eğer müteessir olsalardı, şüphesiz ki ondan korunma çareleri ararlardı. Kaldı ki Rasulullah Efendimiz ondan korunma çarelerini de göstermiştir. Bu nasıl imandır ki doğru haberciye yalan haberci kadar bile itibar etmiyor!

 

 

 

 

 

İmam Rabbani'nin Mektubatını bende okumaya çalışıyorum, kitabın başlarında makamları geçişlerinden bahsediyor yani İmam Rabbaninin ilk zamanları, durumlarını mektuplarla Hocalarına izah etmek için, ki bu durumlar sekr ve sahv, fena ve beka, tasavvuf erlerinin deyimiyle tadamayanın bilemeyeceği haller, bu yüzden anlayamadığımızı düşünüyorum, ki İmam Rabbani hazretleri makam geçişlerini tamamlayıp sahv durumuna geldikten sonra üstte yazıya koyduğum tarzda insanlarda dikkati çekmek istediği kısımlara geçiyor, buraların anlaşılması daha basit..

 

Büyüklerimizinde dediği gibi anlayabilsek hepimiz birer Rabbani olurdu, anlamaya çalışmak gerek, çok değerli kitap, düşüncelerimi arz etmek istedim, bu konuda daha fazla fikir beyan etmem ukalalık olur..

 

Vesselam.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Cilt:1 – Mektup: 9

 

(Makamdan tenezzül (aşağılara düşme) ve günah haliyle alâkalı bazı tecelliler mevzuunda şeyhlerine yazdıkları mektup.)

 

O kimse ki, en aşağılarda ve suça batmış, kötü huylu ve hâline mağrur, hiç alâkası yokken kemâl ve vuslata (ermeğe) tutkun, işi hep Allah’a isyan, ameli de daima üstün olanı bırakmak ve aşağıyı tutmaktır; ne yazık ona!..

 

O kimse ki, halkın nazar ettiği yer olmak ister ve halkın nazar edeceği yeri harap eder; ne yazık ona!.. Himmeti dış perdeye bağlanmış, mâsivânın (Allahın gayri olan mahlûklar âleminin) yoldaşı olmuştur, sözü işine uymaz, hâli de hayal üzerine dayanır; ne yazık ona!..

 

Bu vehim ve hayallerden ona ne fayda gelebilir ve böyle söz ve tavırlardan ona hangi kemâl yolu açılabilir? Daima vebal ve suç üzerinde olmak onun vaktinin verimi; anlayışsızlık ve sapıklık da sermayesidir.

 

Bu seciye, fesat ve şirretliğin başlangıcı, zulüm ve isyanın kaynağıdır; ve bütün ayıpların yuvası ve bütün günahların toplandığı yer... Böylelerinin hayırları lanete layık ve iyilikleri red ve tard olunmaya müstahaktır.

 

“-Nice Kur’an okuyucusu vardır ki, Kur’an onlara lânet okur!”

 

Ve:

 

“Nice oruçlular vardır ki, onlara oruçtan, yalnız susuzluk ve açlık zahmeti erişir.”

 

Meâlindeki hadîsler, bu hâllerin adil şahitleridir.

 

Sonunda hasret, pişmanlık ve dövünme, böyleleri içindir. Bunları istiğfarları, günahları gibi, belki onlardan daha şiddetli bir günah; tevbeleri de, isyanları gibi, belki onlardan daha şiddetli bir isyandır.

 

Bunlar:

 

“-Çirkinin yaptığı her şey çirkindir!”

 

Ölçüsünün şaşmaz misalleridir.

 

Mısra:

 

“Buğdayı buğdaydan bekle; arpadan buğday olmaz.”

 

Böyle olanın hastalığı kendi zatındandır. İlaç kabul etmez, dert aslîdir ve devası imkânsızdır. Zattan olan şey zattan ayrılmaz. Zenci, Habeşîden nasıl uzaklaşabilir ki, ikisi de aynı renktedirler.

 

Allah ki, kudreti her şeye yeter, onlara zulmetmemiştir; belki kendilerine zulmeden yine kendileridir.

 

Hayrın ta kendisi karşısında şerrin ta kendisi bulunmalıdır ki, iyiliğin hakikati belirsin... İnsanı terbiye eden Peygamberler Peygamberinin terbiyesinden geçenler olmalıdır ki, bu incelikler meydana çıksın...

 

Her şeyin doğrusunu bilen, dönmek ve yönelmeye lâyık yolu gösteren, kendisine bağlı istikâmeti açan, Allah’tır.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Cilt: 1 - Mektup: 140

 

Mihnet ve ıstırap, aşkın levazımlarındandır, çaresiz katlanılacak... Yoksulluk, dert ve gam; bunlar lâzımdır. Dost, sevdiğini, kendisinden başka her şeyden kesilmiş ve sıyrılmış görmek ister. Bu makamda huzur, huzursuzlukta; karar, kararsızlıkta; rahat, rahatsızlıktadır. Bu makamda nefse çare aramamak, kendisinden mihnet ve ıztıraba bırakmakla olur. O zaman da insan insan kendisini sevgiliye ısmarlamış ve bırakmış bulunur. Devlet bundadır.

 

Devlet, ondan ne gelirse razı olup onu kabul etmektedir. Bu rahatsızlıkları gerçek rahatın ta kendisi bilin! Bu hale düşüp de kendisini ona terkedebilen, kazançların en büyüğüne ermiştir.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...