Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mavera

Üye
  • Content Count

    33
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by mavera


  1. Üstadın talebelerinden biri anlatıyor; İnönü'ye hakaretten yargılanan Üstadın mahkemelerinden birine katılmak istedik... Çağaloğlunda mahkemeye vardığımızda bizi kalabalık oldu diye salona almak istemediler, kapıda beklerken Üstad merdivenlerden göründü. Bize neden burda bekliyorsunuz, diye sorunca sebebini söyledik. Kimsede görmediğimiz o müthiş kendine güvenle ve yüksek bir sesle gürledi; ''Memur bey bu gördüğün gençler, memleketin en müstesna evlatlarıdır, Lütfen onları salona alınız.'' Peki efendim dedi memur, salona girdik...

    duruşma başlayınca, karşı tarafın avukatı – Vaktiyle KİM dergisinin yayıncısı idi- Söz alarak, uzun uzun Üstadın aleyhine konuşmaya başlayınca Üstadın canı sıkıldı; ayağa fırlayarak; ''Hakim bey ne dinliyorsunuz bu adamı; bu adam para karşılığında yalan söyleyemekten çekinmeyen bir piçtir'' dedi. Dondu kaldı herkes , avukat efendim bana hakaret etmiştir lütfen zapta geçsin dedi. Üstad cevabı yapıştırdı : ''Efendim piç olduğunu zapta geçirmek istiyor. Lütfen isteğini yerine getirin ''

    • Like 2

  2. Aklıma her gelişte yüreğime tuhaf bir ağırlık çöküyor, anlatılmaz bir acı hissediyorum...

    İnanası gelmiyor insanın...Yalan,rüya,kötü bir şaka gibi...

    Muhsin başkanı en acı şekilde kalbimize gömdük ama geride bir sürü kuşku ve soru kaldı...

    Bugün Okuduğum bir yazı, paylaşmak istedim...

     

    Yazıcıoğlu’nda 4 önemli kuşku

     

     

    BBP Ankara il başkanı 4 önemli kuşkusunu dile getiriyor; Olaydan önce Yazıcıoğlu’nun laptopu çalınmış ve sonra o laptop bahçeye bırakılmış.

    Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopter kazasıyla birlikte bir çok kuşku dillendirilmeye başlandı. Enkaza 47 saat sonra ulaşılabilmesi suikast kuşkularını daha da körükledi.

     

    BBP Ankara İl Başkanı Hasan Hüseyin Bozok ise Habertürk gazetesine yaptığı açıklamada “”Helikopterin düşmesi kaza değil suikasttir” diyerek 4 önemli kuşkusunu dile getirdi.

     

    1-LAPTOPU ÇALINDI: Bozok: “Olaydan önce Yazıcıoğlu’nun, evinin üst katında bulunan diz üstü bilgisayarı çalındı, sonra bahçeye bırakıldı. Genel Başkanla ilgili her türlü bilgiye bu bilgisayardan ulaşıldı.”

     

    2-VALİ NASIL BİLİYOR?: “Kazadan hemen sonra Kayseri Valisi ‘Kurtarma ekipleri olay yerine ulaştı. Yazıcıoğlu yaralı, şuuru açık. Hastaneye götürülüyor’ dedi. Bu ifade kurtarma çalışmalarını yavaşlattı. O bilgi valiye nereden geldi?”

     

    3-İHBAR ALMIŞTIK: “15 gün önce genel başkanımıza suikast ihbarı almıştık, ancak doğrulatamamıştık. “

     

    4-NASIL ULAŞILAMADI: “Yüksek teknolojiye rağmen enkaz 48 saat sonra bulunabildi. Üstelik köylüler buldu. İlk gün GSM şirketinin verdiği koordinatlara rağmen enkaza ulaşılamadı. 3. gün seyyar baz istasyonu kuruldu. Bu işlem neden ilk gün yapılmadı?”

     

    BBP’liler Yazıcıoğlu ve ailesinin iki yılda 4 kez trafik kazası geçirmelerini de şüpheli buluyor.

     

    GÜLEN DE SUİKASTE DİKKAT ÇEKMİŞTİ

    Fethullah Gülen de Yazıcıoğlu’nun ölümüne dair yaptığı açıklamada suikaste dikkat çekmişti. Gülen; ”Başına 4-5 sürpriz trafik kazası gelmiş, onları atlatmayı başarmış. Bu defa farklı bir şekilde gitmiş. Bir yönüyle şüphelenmek , herşeyi kurcalamak gerekir” demişti.

     

    Ergün Yılmaz (Pilot Der Başkanı) : “Fethullah Hoca’ya katılıyorum. Kazayla ilgili yapılan açıklamalar açıkçası bana ikna edici gelmedi. Kafalarda çok sayıda soru var. 20 gün önce Muhsin Yazıcıoğlu’yla 1 saat görüştüm. Seçim sonrası için Güneydoğu’ya ilişkin düşünceleri vardı. Partisini ülke sathına yaymayı düşünüyordu. Bu açıdan Fethullah Hoca’nın kaygılarına tamamen katılıyorum. Tesadüfi bir kaza da olabilir, tesadüf süsü verilmiş bir suikast de! Yazıcıoğlu helikoptere çok açık şekilde binmek istemediğini belirtiyor. Hatta ısrar karşısında ‘Beni öldürmek mi istiyorsunuz?’ diye soruyor.”


  3. Muhsin Başkanın; çile,ızdırap ve işkence dolu mahpus yılları ile ilgili bir söyleşi... paylaşmak istedim...

    Gözyaşları ile okunacak bir yazı...

     

     

    MUHSİN YAZICIOĞLU İLE İŞKENCELİ GÜNLER...

    Tarih: 30.07.2005 Saat: 02:11 Yayınlayan: isbara_alp

     

     

    'Kollarım açık olarak, üzerime omuzumdan bir kalas bağladılar, -T- şeklini aldım. Bir sandalyenin üzerine çıkartıldım. Kalas tavanda bir yere çengellere asıldı, sandalye altımdan çekildi, havada sallanarak boşlukta kaldım. O şekildeyken küçük parmağımdan ve tenasül uzvundan elektrik verdiler...'

     

     

    ÇEKTİĞİM İŞKENCELERE İSYAN ETMELİYDİM

     

    12 Eylül öncesinde Türkiye’nin her tarafında sıkıyönetim olduğu halde, neden olaylar önlenemedi de 12 Eylül sabahı, ne kadar örgüt varsa hepsi bir gecede yakalandı? Bunların isimleri, adresleri belli olduğuna göre neden o güne kadar beklendi? General Bedrettin Demirel “İhtilale bir yıl önceden karar vermiştik, ama henüz olgunlaşmamıştı.” demişti. O bir yıl içinde sağcı solcu binlerce genç hayatlarını kaybetti, binlercesi de suçlu duruma düştü. Buna neden izin verildi? Cevapları verilmeyen o kadar çok soru, o kadar değişik işkence metotları ve hesabı dürülmeyen o kadar çok işkenceci oldu ki. Sorularımızı unuttuk, bari yaşananları hatırlayalım dedim.

     

    İhtilalin kaçıncı günü alındınız?

     

    Şubat ayının sonuna kadar teslim olmadım. “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar” diye bir dava organize edildi. Bize teslim ol çağrıları yapıldı. Kızılay’da bir büroda kalıyordum. Bir gün kapım çalındı. Ben “Üzerimi giyiyorum” diye seslenince, “Namahrem misin ya!” diye bağırarak kapıyı kırdılar. Zeki Kaman adlı bir komiser, “Yazıcıoğlu, nasıl bulduk seni!” dedi. Kapının önüne çıktık. Her taraf sarılmış. Arabanın oraya geldiğimde, birkaç taraftan vurdular. Arabada darp yapmak istediler, karşı koydum. Dürüst Oktay adlı başkomiser, “Dokunmayın, biz teslim ettikten sonra ne yaparlarsa yapsınlar” dedi. Atatürk Öğrenci Yurdu’nun önünde gözümü bağlayıp ellerimi kelepçelediler. Başka bir ekibe devrettiler. Ama gerçekte devir miydi, yoksa o süsü mü verdiler, anlayamadım. Bir nizamiyeden geçtiğimi anladım. Kolumdan tutarak indirdiler. Daha orada sağımdan solumdan arkamdan tekme atmaya başladılar.

     

    Bağırıyor musunuz o anda?

     

    Hayır, yalnız “kolumu bırakın” diye direndim. Arkadan enseme vuruldu, kafam bir yere çarptı ve alnımdan aşağıya doğru ılık ılık kan aktı. Hakaret ede ede, vura vura götürdüler, ayakkabılarımı, çorabımı çıkarttılar. Bir kalasın üzerine sırt üstü yatırıldım ve iple bağlandım. O zamanki, Ülkü Ocakları’da , MHP Gençlik Kolları’nda görev yapmış ama henüz yakalanmamış olan kişileri soruyorlardı.

     

    Aklınızdan ne geçiyordu?

     

    Kendi vicdanımda doğru kabul ettiklerimin dışında bir şeyi asla kabullenmeyeceğim. Gerekirse bir ülkücü işkence masasında ölür. Böyle bir psikolojiyle karşı koyuyorum. Beni yatırır yatırmaz serçe ve ayak parmaklarımdan devreyi tamamlayacak şekilde cereyan verdiler. Bundan çok etkilenmedim. Sonra bütün çamaşırlarımı çıkarttılar. O zaman haya duygusuyla direnmeye başladım ve orada ilk hatayı yaptım. Çünkü yapılandan etkilenmiş olduğumu anladılar.

     

    Eyvah!

     

    Kollarım açık olarak, üzerime omuzumdan bir kalas bağladılar, -T- şeklini aldım. Bir sandalyenin üzerine çıkartıldım. Kalas tavanda bir yere çengellere asıldı, sandalye altımdan çekildi, havada sallanarak boşlukta kaldım. O şekildeyken küçük parmağımdan ve tenasül uzvundan elektrik verdiler. İşkenceden ziyade soyundurulmuş olmaktan etkilendiğim anlaşıldığı için, sonraki sorgulara soyundurularak alındım.

     

    Bunları yapan asker mi, polis mi?

     

    Polis ve askerden oluşan karma bir tim olduğu kanaatindeyim. Zaten askerî savcıların kontrolünde, askerî bir ortamda yapılıyor. Sonra beni askıdan indirip bir demir parmaklığa götürdüler. Bileklerimden panele kelepçelediler. Yan odada da sorgulama yapılıyor, işkence sesleri geliyor. Orada herkese “komutanım” demek zorundaydık..

     

    Onlar size nasıl sesleniyor?

     

    Bizim adımız da “lan”. Bir ara omuzuma bir ot yastık kondu. Çok rahatladım. Herhalde birisi bana iyilik yaptı dedim. Ama bir müddet sonra yastık ağırlaştı.. Dedim ki, “Şu yastığı öbür tarafa kor musunuz?” “Yasak lan” dedi. Anladım ki yastık da işkencenin bir parçası. Yemek yok. Su içmek yasak: Bir, psikolojik baskı gerekçesi olarak. Bir de cereyana verildiğimiz için, vücut susuz kalıyor, ani bir su içme halinde iç kanamadan ölümler meydana geliyormuş. Bazı arkadaşlarımızın tuvalet ihtiyacı için gittiğinde, oraya buraya dökülmüş sulardan eliyle alıp yaladıklarını biliyoruz. Bizi soyundurdukları zaman, üzerimizden bir kova su dökülüyor. Vücudumuzda elektrik akımı gezdirildiğinde o su, her tarafımızı birden etkiliyor. Ayaklarımızın altına falaka vuruldu. Bir arkadaşımız, araba lastiğinin içinde sıkıştırılarak döndürüldü. Yüzlerce arkadaşım işkenceyi benden çok daha ağır yaşadı.

     

    Bahçelievler katliamından da sorgulandınız mı?

     

    Evet. “Konuyla ilgili bilgim yok” dedim. “Haluk Kırcı’yı tanıyor musun?” diye sordular. “İsmini duydum ama ilişkim yok.” dedim. Ağzımı bantladılar, içeriye bir kişi getirip sordular: “Muhsin Yazıcıoğlu’yla nerelerde buluştun?” O da “Ankara’ya geldiğimde Ülkü Ocakları Genel Merkezi’ne gittim, şöyle oldu, böyle oldu” diye anlatmaya başladı. Onu dışarıya çıkarttılar, benim ağzımı açtılar. “Şimdi söyle lan” dediler. Dedim ki: “Bu kişi kim bilmiyorum. Gözlerimi açın. Yüzleşelim. Söyledikleri doğru değil.”

     

    İddiası ne?

     

    İşte diyor ki “Ben Bahçelievler olayından sonra Muhsin Yazıcıoğlu’nun yanına gittim, kendisi bana ne yapacağımı sordu. “Beyrut’a gitmek istiyorum” dedim. O benim Antalya’ya gitmemi önerdi.” Dolayısıyla beni, o olayla ilişkilendirmiş oluyor. Sonra ikimizi yüzleştirdiler. “İsmi ne bu arkadaşımızın?” dedim. “Haluk Kırcı” dediler. Dedim ki “Haluk bu söylediklerin olmadı. Ben seninle hiç görüşmedim. Niçin bunları söylüyorsun?” Bu sefer benim dizlerime postallarla vurarak, “Yönlendirme” dediler. Sonra ona döndüler, “Evet Haluk sen ne diyorsun?” dediler. Dedi ki: “Ben Muhsin Yazıcıoğlu’nu hiç görmedim.” Bu sefer beni hemen kaptıkları gibi dışarı çıkarttılar, sonra Haluk’un feryatları içerden geldi. Bu defa onu askıya aldılar. Orada yirmi günden fazla kaldım.

     

    Geceleri hücrede mi yatıyorsunuz?

     

    Hep sandalyede bağlı oturuyoruz. Hiç yatmadık 20 gün. Sonra, Haluk Kırcı ile savcının önünde karşı karşıya geldik, gözlerimiz açık. Beni görür görmez, “Abi özür diliyorum. Bana ısrarla ifadende, Muhsin Yazıcıoğlu’na yer vereceksin dediler. Ben de nasıl olsa yakalanmamıştır, sırf oradan bir an evvel çıkayım diye bunları söyledim.” dedi.

     

    Siz onu, Bahçelievler katliamının sorumlusu olarak mı tanıyorsunuz o zaman?

     

    Hayır, basında çokça çıktı ama ben onun katil olduğunu düşünmüyorum. Bakın, ben geriye giderek bir olayı daha ifade edeyim. İşkence 12 Eylül öncesinde de yaşandı. 1979’da beni yine evden aldılar. Mamak’ta 2,5 metrekarelik bir hücreye koydular. Mazgalı da kapalı. Dört gün sonra kapı açıldı, biri geldi, gözümü bağladı. Kollarımdan tutup bir yere götürdü. “Evet Yazıcıoğlu, dışarıda ne oldu biliyor musun?” dedi. “Bilmiyorum”, dedim. “İhtilal oldu. Türkeş de başka bir yerde sorgulanıyor, senin gibi. Hepiniz toplandınız” dediler. “Hayırlısı olsun” dedim. “Hasanlar Kıraathanesi diye bir yer hatırlıyor musun?” dediler. “Yok” dedim. “Hani Seyranbağları’nda bir baskın yapıldı” dediler. “Ha evet” dedim, “Hatırlıyorum. Sivas’a giderken Yozgat civarındaydım, arabanın radyosundan Seyranbağları’nda bir kıraathanenin basıldığını ve orada birkaç kişinin öldüğünü dinledim. Hemen Ankara’yı aradım: Bu neyin nesi, bizimle bir ilgisi var mı? Onlar da hayır bizimle bir alakası yok dediler” dedim. “Sen bu olayla ilgili birisine görev verdin mi?” dediler. “Hayır”, dedim. “Çağırın şu vatandaşı” dediler. İçeriye birisi alındı. “Anlat bakayım oğlum” dedi birisi. O dedi ki: “Ben bir gün genel merkeze geldim, genel başkan seni çağırıyor dediler, Muhsin Yazıcıoğlu’nun yanına çıktım. ‘Şu anda solcuların lideri Hasanlar Kıraathanesi’nde oturuyor. Gidin onu halledin’ dedi bana. Ben de yanıma bir arkadaşı aldım, gittim. Masadakilerin hepsini vurdum. Sonra da geri döndük, Yazıcıoğlu’na görevimizi yaptığımızı söyledik.” Onu dışarı çıkarttılar. Sorguyu yapan “Şimdi söyle bana Muhsin” diye sordu. Ben de “Böyle bir şey söz konusu değil. Neye dayanarak bunları söylüyor. Beni yüzleştirin” dedim. Beni epey zorladılar. Sonra beni Ankara Emniyeti’ne götürürlerken kelepçe vuran bir görevli, bana bir sempati gösterdi. Ondan cesaretlenerek, “Dün beni nereye götürdüler?” diye sordum. “Cezaevi müdürünün odasına götürdüler”. “Kim vardı?” dedim, “Ankara Emniyet Müdürlüğü’nden bir baş komiser vardı” dedi.

     

    Kim o?

     

    Dürüst Oktay.

     

    12 Eylül’de de sizi alan kişi

     

    Evet. Emniyette beni bir hücreye koydular. Orada da askıya alındım, işkence gördüm, cereyana verildim. Sonra savcılığa götürülürken benden emir aldığını söyleyen delikanlı ile göz göze geldik. Mehmet Ali Aksümer diye bir genç. “Abi çok özür diliyorum. Benim bacağımda yaram var. Kangren ederiz yaranı dediler, yaramı sıktılar. Bana işkence yaptılar. Seninle ilgili ifade vermem için zorladılar. Önüme birkaç tane olay koydular. Bu olaylardan birisini üstlenmemi ve seni suçlamamı istediler. Ben de bu olayı kabul ettim” dedi. “Ne biliyorsan söylersin savcıya” dedim. “Ben” dedi, “O olay olduğu tarihte cezaevindeyim.”

     

    Ha onun için onu seçmiş ki, daha sonra kanıtlayabilsin.

     

    Evet. Hamdi Sevinç diye bir askeri savcının karşısına çıktık. Çocuk söylediklerini savcıya anlatmasına rağmen dikkate almayıp tutukladılar beni. 38 gün, Mamak Askeri Cezaevi’nde tecrit hücresinde kaldım. Sonra, yüksek mahkeme dosyamı inceledi, bu çocuğun o tarihlerde cezaevinde olduğuna dair belgeler geldi, beni bıraktılar. Burada önemli bir ayrıntı daha var. O arada simit satan bir çocuk, bu Mehmet Ali Aksümer’i teşhis ediyor, “Katliamı bu yaptı” diyor. Sonradan onun da bir emniyet piyonu olduğu anlaşıldı. Ancak, düşünüyorum da bu Mehmet Ali Aksümer olay tarihinde cezaevinde olmasaydı, ortada bir tanıklık olduğu için Muhsin Yazıcıoğlu idam edilmişti.

     

    Sizin bir de kafes hikayeniz vardı.

     

    Mamak Cezaevi’nde kafes diye bir yer var. Üç tarafı demir parmaklıklarla çevrili. Biz de girdik o kafese. Her hareket için izin almak zorundasınız. İzinsiz oturduğunuz için coplanıyorsunuz. İster bir kişi ol, ister yirmi kişi, belli saatlerce kalk, rahat, hazır ol, yerinde say, uygun adım marş. Kafesin içinde dört dönüyorsunuz. Ayağını şaşırttın. “Gel bakayım”, dayak. “Niye gözüme baktın? Tavana bakacaksın” dayak. Solcular da, ülkücüler de aynı kafeste. Konuşmak yasak. Kesinlikle, sağına soluna bakamıyorsun. Sadece önüne bakacaksın. Çağrıldığın zaman tavana bakarak gideceksin.

     

    Kafeste marş söyletiliyor mu?

     

    Evet. İzmir Marşı, Eskişehir Marşı. Saat 16’da İstiklal Marşı söylettiriliyor. Tuvalet ihtiyacınız oldu, uygun adım marşla gidiyorsunuz. Ben bunu yaşamamak için hiç tuvalete gitmek istemedim. Sonra koğuşa gönderildim. 51 kişiyiz, 7’si ülkücü, gerisi sol gruba mensup. Nöbetleşe karavana almaya gidiliyor. Orada sorular soruyorlar. Cevap veremeyenler ve bağırarak söylemeyenler dayak yiyor. Zemin 1-2-3 diye bir koğuş var Mamak’ta. Orada kalanlardan birinde tetanos çıktı, birine verem teşhisi kondu. Dilekçeler yazdırıyorlar diyorlar ki: “Bu koğuş sağlıksızdır, kapatılsın.” Hiç cevap verilmiyor. Bir gün, Kenan Evren, Erzurum’da konuşma yapıyor. Megafondan da cezaevine dinletiyorlar. Evren diyor ki, “Bizi denetlemeye hakları yok. Biz bağımsız bir devletiz.” Halbuki o konuşma sırasında cezaevi içinde Avrupa’dan gelen İnsan Hakları Komitesi dolaşıyor. Ülkücüler, “Kendi devletimizi yabancı birisine şikayet etmeyiz” diyorlar. “İşkence oldu mu?” deyince, “Türk devleti işkence yapmaz. Bu bizim iç sorunumuzdur” diye milli bir duyarlılıkla konuşuyorlar.

     

    Bunun adı milli duyarlılık değil ki. Suça ortak olmak.

     

    Yabancılara şikayeti onurumuza yediremiyoruz. Bu milli gururumuzu incitiyor. Uzun süre şikayet etmemekte direndik. Ama bir gün, İnsan Hakları Komitesi koridordan geçerken bizim çocuklardan birisi, Almanca olarak “Zemin 1-2-3’ü kontrol edin” diye bağırdı. Heyet duruyor, kapıyı açtırıyor. O koğuşa giriyorlar, sadece bir kokluyorlar ve diyorlar ki: “Bu koğuşta insan yaşayamaz, kapatılsın.” 45 dakikada koğuş kapatıldı. Ondan sonra başka bir psikolojiye kapıldık. Yani kendi devletimize, hukukumuzu koruması için yaptığımız müracaatlara cevap verilmiyor, ama dışarıdan biri geliyor ve bunu kapattırıyor. O olay, yaşadığımız işkencelerin mutlaka anlatılması gerektiğini ortaya çıkarttı. Ama biz yine de ailelerimize işkence gördüğümüzü söylemedik.

     

    Üzmemek için mi?

     

    Üzmeyelim diye. Ama sol grup, böyle değil. Annesiyle görüş kabinine girdiği anda feryadı basıyor. Onlar da hemen oradan çıkıyor, Başbakanlık’ın önüne gidiyorlar. Aileleriyle ellerini arkada tutarak görüşüyordu arkadaşlarımız, şişlikleri görmesinler diye. Ben hiç ailemi ziyarete istemedim. Sadece açık görüşte, bayramlarda benim ailem geldi. Bizde yaşadıklarımızı abartma değil de, azaltma gibi bir özellik var. Genel olarak bir ülkücü karakteri bu. Ben cezaevinde arkadaşlara yazı yazın, şiir yazın dedim. Bir kompozisyon yarışması verdim. Orada kader konusunu inceleyeceksiniz dedim. Cezaevindeki arkadaşlarımız içersinden edebiyatçı, şair, roman yazarı çıkmalı. Bunları yalnız onlar yazabilir. Ancak, tevekküle sahip olan birisinin acılarını dışarıya yansıtabilmesi, o acılarından şikayet ederek bir roman, bir hikaye, bir şiir çıkartması son derece zordur.

     

    Bunu bir eksiklik olarak görüyor musunuz?

     

    Biz elbette kaderimize değil ama yaşadıklarımıza isyan etmeliydik. Bu kadere isyan değildi ki. Kadere karşı gelmek değildi.

     

    Bir hamlık vardı o zaman hepinizde.

     

    Aslında bu hayat görüşünde bir hamlık değil. Başkalarının hayatını sona erdirmek Allah’ın iradesindedir. İşkence, zulüm, dinimizin reddettiği bir eylem. Haksızlık ve adaletsizlik kabul edilmeyecek bir yaklaşım. Tabii bunu kendimiz yapmadığımız için başkasının yapmasını da istemiyoruz, karşı çıkıyoruz. Fakat dışarıya feryat ederek, ağlamak, sızlamak, bağırmak, çağırmak da onurumuza yediremediğimiz şeyler.

     

    Bunun altında biraz kibir de var ama...

     

    Kibir mi dersiniz, gurur mu dersiniz yoksa bu feryadı da aşağılanma gibi algılayan bir psikoloji mi? Biz bu kötü muamelelerin hepsini beraber yaşadık. Sola ne yapılmışsa, bize de aynısı yapıldı. Ama solda isyan kültürü var. Bu isyan kültürünün getirdiği tahrikle karşı tarafta çatışma ortamına daha fazla girme eğilimi var.

     

    Size işkence yapanlarla daha sonra hesaplaştınız mı?

     

    Hayır. Yedi buçuk sene kaldım içerde. Zeki Kaman, beni ilk yakalayan komiser haber gönderdi, “Kesinlikle ben işkence yapmadım. Dürüst Oktay yaptı“ diye. Dürüst Oktay haber gönderdi bazı kişilerle, “Ben yapmadım, Zeki Kaman’lar yaptı” diye. İkisi de birbirlerini suçladılar. Sonra Zeki Kaman gece rüyasına girdiğimi, çocuklarını okula gönderemediğini, korktuğunu, kesinlikle ilgisinin olmadığını söyledi. Ben de “Biz hukuk dışında asla bir şey düşünmeyiz. Çocuklarına yönelik en küçük bir kaygı içerisinde bulunmamalıdır. Çocukları okullarına gitsin.” diye haber gönderdim. Ama herhalde vicdanı çok rahat etmedi, bir trafik kazasında çok ciddi şekilde ağır yaralandı, arkasından da, vefat ettiğini duydum.

     

    Dürüst Oktay?

     

    O hâlâ görevli.

     

    Hiç yüz yüze gelmediniz mi?

     

    Hayır.

     

    Bana niye bunu yaptın, ne hissettin, bunu nasıl yapabildin, sen insan mısın vs. demek istemediniz mi?

     

    Bunlar sorulmalı, hala soruyoruz ama ben yasanın dışında bir şey düşünmedim. Yasal yönden de yapacağımız kadarın yaptık. İkisi hakkında dava açtım ama bunu nasıl delillendireceksiniz? Ben savcılığa başvurdum. Mahkemeye gelen doktor raporlarında kafamda bir yarık, parmağımda yanık izi, ayak tırnağımın deforme olduğu, kollarımın altında, omuzumda çürümelerin olduğu yazılmış. Ama mahkeme “Bunların işkenceden dolayı bir iz olduklarına dair delile rastlanmamıştır” diyor. O zamanki savcı Nurettin Soyer’in, işkence sırasında yüzünü gördüğümü, gözlerim bağlıyken ayakkabısı ve pantolonunu gördüğümü, sonra bir ara falaka sırasında yüzünü gördüğümü ifade ettim. “Peki bunu delillendirebilir misin?” diyorlar. Ben kiminle delillendireyim?

     

    Beraat ettiler.

     

    Beraati bırakın, soruşturma bile açılmadı. Yargılanmadılar. Ben koğuşa geldiğimde kapıya çıkartılıyordum Mamak’ta. Dışarıya güneşe karşı oturtuluyorum. Ayaklarımın altını güneşe tutuyorlar. Ayaklarımın altı üç defa kavladı benim. Her tarafımdan cerahatler akmaya başladı.

     

    Niye öyle yapıyorlar?

     

    Tedavi olsun diye! İşkenceden geldiğim için cereyandan dolayı susuz kalıyordu vücudumuz, bir de ayaklarımızın altına vurulduğu için onlar böyle yapıyordu.

     

    Yine de inanamıyorum, niye yüzleşmek istemediniz? Yani kaba kuvvet göstermek durumunda değildiniz. Gel bakayım, ilaç mı alıyordun, ne düşünüyordun demediniz. İşkence öğretiliyor herhalde. Yahut ilaç mı veriyorlar onlara?

     

    Bilmiyorum. 79’da Ankara Emniyeti’ne götürülürken kapının önünde benim kolumdan tuttu bir polis, dedim ki “Benim kolumdan tutma. Ben Türk gençliğini temsil ediyorum. Hırsız değilim, terörist değilim, vatan haini değilim.” O zaman bir komiser dedi ki: “Bırak kardeşim dokunma, zaten bıraksan da kaçmaz.” Asansöre bindim aynı polisle, yukarı çıkıyoruz. “Sen kolundan tutulamaz adam mısın?” dedi. Hiç seslenmedim, gözüne baktım sadece. “Bakma gözüme” dedi. Sonra da geldi bir başka görevli, “Dokunma kardeşim, sen buraya kadar getirirsin, buraya teslim ettiğine göre seni ilgilendirmez” dedi. 12 Eylül’den sonra C 5’teyim. Birden bire mideme güm güm vuruldu. Bütün organlarım ağzımdan çıktı zannettim. Sonra dedi ki vuran: “Bir zamanlar kolundan tutulamazdı.”

     

    –Aa aynı adam!

     

    –“Sen” dedi, “Bir zamanlar kartaldın. ‘Kolumdan tutulamaz’ dedin.” Gitti geldi, fırsat buldukça vurdu bana. O “Bir zamanlar kolundan tutulamazdı” sözü, 79’u hatırlattı. O zaman kolumdan tutan kişi, sarı, yüzünde çiller bulunan, uzun boylu, saçları dökük, asker tıraşı gibi saçlarını tıraş eden bir polisti.

     

    Öğrendiniz mi sonra kim olduğunu?

     

    Öğrenemedim. Şöyle bir örnek daha vereyim. İstiklal Marşı söylenecek. Hep beraber sıraya geçiriliyoruz. Diyorlar ki, “İstiklal Marşına başla.” Topluca söylüyoruz ama bağırarak söyleyeceksiniz. Birisi elinde copla dürtüklüyor. Şimdi ben İstiklal Marşı için hayatını vermeye hazır birisiyim. Bana İstiklal Marşı zorla söylettiriliyor.

     

    Bu müthiş bir paradoks

     

    Evet. Ben bunun için mücadele ettiğime inanıyorum. Kavgaya bu değerin korunması için girmişim. Ama bana İstiklal Marşı söylettirilmek için cop kullanılıyor. Ben diyorum ki kendime, bunu bağırarak söylesem, korkudan söylemişim gibi algalınır, söylemesem, o zaman darba maruz kalıyorum. Böyle bir ikilem yaşıyorum. Hücrede yatan devrimci bir arkadaşa dedim ki, “Ben senin yerinde olsam çok rahat olurdum. Mesela Rusya’da esir düşsem, Enternasyonal Marşını söyletmek isteseler söylemem. İşkence yapsalar dayanırım, direnirim. Bunun için gerekirse sürünürüm. Söyletemez kimse bana. Ama burada bana İstiklal Marşımı sanki cop kullanarak söyletiyorlar. Bunu içime sindiremiyorum. Sesini hiç çıkartmadı. İstiklal Marşı benim de marşımdır demedi. İstiklal Marşı söylememekten dolayı mahkemeye giden arkadaşlarımız oldu. Hakim bile anlayamıyor bunu. Aslında anlıyor ama sonuçta önüne gelen dosyaya göre davranıyor.

     

    Bütün bu yaşadıklarınızı, Türkiye’de işkencenin bütünüyle ortadan kaldırılması için dava haline getirmemek, bir ufuksuzluk, dar görüşlülük değil mi?

     

    Hayır. Bununla ilgili belli çabalarım oldu dışarı çıktıktan sonra. Ankara’da Abdi İpekçi Parkında ölüm orucu tuttu ailelerimiz. Bunları duyurmak için. Cezaevinde biz açlık grevi yaptık. Tabii ölüm orucu inançlarımıza ters geldiği için biz yapmıyoruz. İnsanın başkasına zulmetmesi ne kadar yanlışsa, kendisine zulmetmesi de aynı derecede yanlış. O yüzden açlık grevi yaptık. Avukatlarımız aracılığıyla haber gönderdik dışarıya ama hiçbir gazetede yayınlattıramadık. Taha Akyol, o zaman Tercüman’da yazıyordu. Haber yolladım ona, dedim ki, hiç olmazsa aileleri karşısına çıkartılıp, Türk’üm, doğruyum, çalışkanım diye ilkokul çocuklarına söylettirilen marşları çocuklarının karşısında nasıl söylediklerini yazsınlar. Onun üzerine Taha Akyol köşesinde yazdı. Sonra ben bu muamelelere maruz kalmış çocukların hukuki durumlarını takip etmek üzere vakıf oluşturdum. Her fırsatta, Meclis’te olduğumuz dönem içerisinde de işkencenin tümüyle ortadan kaldırılması gerektiğini söyledim.

     

    Manisalı Gençler Davası’nda sesinizi çıkardınız mı?

     

    Çıkarttım. Kimsenin işkence yapmış olmaktan dolayı hukuka veya başka bir gerekçeye sığınarak kendisini mazur göstermesini asla kabul etmediğimizi, orada en azından bu talimata direnmesi gerektiğini ifade ettik. Ben cezaevindeyken de solcuların işkence görmesine dayanamayıp, bağırdığım. Solcular için hücrede yattım

     

    Nasıl oldu?

     

    Tecrit hücrelerinde yatıyoruz. Bir gün sol görüşe sahip birini hücrenin içerisinde yatırdılar. Ayağını kapının demir parmaklığı arasından dışarı çıkarttılar. Ayaklarının altına vuruyorlar. Önce hiç sesi çıkmadı. Ondan sonra ufak ufak sesler çıkmaya başladı, sonra bağırmaya başladı. Onun üzerine ben bağırdım hücremden. “Yetti be, yeter artık!” dedim. Geldiler, kapımı açtılar. “Sen ne diyorsun?” dediler. Dedim ki: “Yeter artık, insanız biz.” Kaptılar beni götürdüler. Komutanların karşısına çıkardılar. Bir tanesi dedi ki: “Allah Allah sen Muhsin Yazıcıoğlu’sun öyle mi? Sen niye askere karşı geldin?” Olayı anlattım. “Sana ne?” dedi. Dedim ki: “Ben insanım, biz insanız.” O da diyor ki: “Bu, senin dışarıda dövüştüğün adam.” Ondan sonra da hücre cezasına çarptırıldım.

     

    Sizce işkenceciler özel olarak mı yetiştiriliyor?

     

    Şili’yle ilgili bir film seyretmiştim. O filmde, bir cezaevi yaşantısı gösteriliyordu. Onu seyredince, sanki Mamak’ta biz yaşıyormuşuz gibi hissettim. Demek ki bu daha global bir proje. Türkiye’de de herhalde sorgulama metotları ile ilgili eğitimi bizimkiler biraz dışarıdan alıyor. 12 Eylül öncesinde sağcıları sorgulamak üzere özel bir grup, solcuları sorgulamak üzere özel bir grup oluşturulmuştu. İhtilalden sonra da Ankara’da solcular başka bir yerde sorgulandı, sağcılar Mamak’ta C 5’te sorgulandı. Başka yerlerde de benzeri şeyler yapıldı. Onun için ülkücülerle ilgili görevlendirilmiş polislerde ideolojik husumet de arandı. O bakımdan tesadüfen seçilmiş kişiler olduğu kanaatinde değilim. İşkenceci portresini, işkencecinin kendisine tarif ettirmek lazım. Yani bu her insanın yapabileceği bir iş değil. “Ben kamu görevlisiyim, bana söyleneni yapıyorum” diyemez bir insan. Akşam gidince nasıl çocuklarıyla oturacak, nasıl yemek yiyecek? Yani sağlıklı oldukları kanaatinde değilim. Eğer bütün yaptıklarına rağmen sağlıklı kalabildiyse o zaman bir arıza var onda demektir.

     

    Yani arızalı adamları mı tek tek buldular, yoksa onları senelerce eğittiler mi?

     

    Tabii sistematik bir şey bu, münferit değil. Ben sistematik olarak yetiştirildikleri, eğitildikleri kanaatindeyim.

     

    Şu anda nedir durum?

     

    Şu anda Emniyet’te bir hayli düzelme olduğunu görüyorum. Ama işkencenin tamamen bitirildiğini söylememiz mümkün değil. Yer yer buna benzer şikayetler ulaşıyor.

     

    Kafanızdaki soyut devletle, hayatın somut devleti arasındaki fark, sizi nasıl etkiledi? Bir deprem yaşadınız mı? Biz kandırılmışız dediniz mi?

     

    Yani öpmek istediğimiz bir el tarafından dövüldüğümüz hissine kapıldık mı? Ben aslında öpmek istediğim bir el gibi görmedim. Mücadele hayatımda da, bir yerin görevlisi değildik biz. Spontane bir şekilde çıkmışız, köyden gelmişiz, bir mücadelenin içerisinde kendimizi bulmuşuz. Üniversitelerde, sokaklarda kamplaşmalar oluşmuş. Adeta tam bir milli refleks içinde, yaşamak, okumak için mücadele etmek mecburiyetinde görüyorsunuz kendinizi. Nasıl ki göz kapaklarınız iradeniz dışında herhangi bir tehlikeyi gördüğünde refleks gösterirse, bir milleti de bir vücut gibi gördüğünüzde, onun tabii refleksleri içerisindedir milliyetçiler, ben böyle görüyorum.

     

    Gerçekten devletin sizleri kullandığı hissine kapılmadınız mı?

     

    Kullanıldığınız kavramı biraz ağır buluyorum; ama istismar edildiğimizi görüyorum. Bütün gençlik istismara uğramıştır. Bir zamanlar okullara sığmadık, mahallelere sığmadık, şehirlere sığmadık, Türkiye’ye sığmadık, birbirimizi sığdırmadık. Ama arkasından iki buçuk metrekarelik hücrelere sığdık. Dışarıda birlikte yaşayamayanlar, hücrelerde birlikte yaşamaya mecbur oldular. Dışarıda birlikte yaşamanın yolunu bulamayanlar, hücrede birlikte yaşamanın kültürünü geliştirebildiler. Onun için yeni gençliğe benim tavsiyem, nüansları derinleştirerek farklılığa dönüştürmek ve onları bir çatışma sebebi yapmak yerine, nüanslarımızı zenginlik sayarak, fikirlerimizi, yaşama tarzlarımızı birbirimize dayatmadan, birlikte yaşamanın yolunu bulmak zorundayız.

     

    Ruhunuzda ve bedeninizde ne tür etkiler bıraktı işkence?

     

    Öncelikle müthiş bir tecrübe birikimi oluşturdu, çok acı olsa da. Çünkü kendi bedenlerinde işkenceyi yaşamış, haksızlığı yaşamış insanlar olarak, işkencenin olmadığı bir dünyayı sağlamak istemek ve bunun için, gerekirse her türlü fedakarlığı göze almak kültürünü geliştirdi.

     

    Bu olumlu kısmı, olumsuza gelelim.

     

    Herhalde bunlar bedenimizde zaman içerisinde çıkıyor. Bazı arkadaşlarımız çok erken yaşlarda bunun tahribatlarını yaşıyorlar. Ben bedenen çok şükür sağlıklıyım. Belki iç dünyamızı diri tutan, bizim bir özelliğimiz olan inançlarımızdan kaynaklanan bir sabır kültürü var. İnançlarımız bizi öbürlerinden çok daha fazla korumuştur. Mesela ben beraber yattığım Dev–Genç genel başkanına diyordum ki, şimdi senin işin benden daha zor. Sen cezaevinden çıktığın zaman elli yaşına gelmiş olacaksın, ondan sonraki durumun ne olacak, evlenecek misin, çocukların olacak mı, bütün bunları düşünüyorsun. Çünkü o sabaha kadar çok fazlaca uyumadan kalırdı. Ben kalkıyorum, seccademi seriyorum. Namaza durduğumda başka bir âleme gidiyorum, burada yaşamıyorum. Beni tedavi eden böyle bir avantajım var. Bu da ruhi tedavi imkanı veriyor bize. Dolayısıyla bu ağır travmaya rağmen, hem bedenen, hem de ruhen sağlıklı kaldığımı düşünüyorum.

     

    İşkenceyi önlemek için öneriniz var mı?

     

    İşkenceyi bir metot olmaktan çıkartmak ve en ağır şekilde suç kapsamına sokulmasını sağlamak için bütün siyasi kadrolara çağrıda bulunuyoruz. Onunla ilgili yasal düzenlemeleri Türkiye zaten büyük ölçüde yapma çabası içinde. Ama, bu konu daha somut bir şekilde, Avrupa’nın bir talebi, dışarının bir dayatması olarak değil, Türkiye’nin hem devlet ve hem de millet meselesi olarak ele alınmalı. Cezaevinden çıktıktan sonra, Konya’da bir arkadaşımızın düğününe gitmiştim. Hemen cezaevinden çıktıktan sonraki dönem. Akşam oturduk konuşuyoruz. Hanımlar bir taraftalar, beyler bir tarafta. Sabaha kadar sohbet ettik. Tabii epeyce gülüşmeler falan oldu. Sordular sabahleyin hanımlar, “Niye o kadar güldünüz?” Dedi ki arkadaşlar: “Mamak’ta yaşadıklarımızı anlattık.” “Allah Allah, bizi niye o kadar ağlattınız peki?” Şimdi yaşanmış olan öyle şeyler var ki, çok aşağılayıcı, ruhen ezici şeyler. Ama sonradan anlatırken gülünüyor. Mesela komutan koğuşa girdiğinde demir parayı atıyor yere. Orda duran birine diyor ki “onu al”. Parayı almak için ranzanın altına girmesi lazım. Ranzanın altına girdiği zaman da copla dövüyorlardı....


  4. Sivası tebrik ediyorum ama ben yinede AKP, MHP ve SP ye hiç oy çıkmamasını beklerdim...En azından bu seçimde...Bir nokta daha var; 3 gün boyunca bütün Türkiye gözü yaşlı bir mucize bekledik, Çağlayancerit dağlarından ama olmadı mevla böyle takdir etmiş...Son mitingi yaptığı Çağlayanceritte ise adayını seçmene seçmeni de Allah emanet ederek aramızdan ayrıldı gitti Muhsin Başkan...Ben Çağlayancerit seçmenininin Kendilerine emanet edilen adaya, rekor bir oyla sahip çıkıp vefa göstermelerini beklerdim, gidip başka bir partiye oy atarken insanın biraz eli titrer vicdanı sızlar...İsmini en acı şekilde bütün Türkiyenin öğrendiği Çağlayancerit seçmenini çok yadırgadım ve ayıplıyorum...


  5. Ne söylenebilir bu durumda, kelimeler düğümleniyor...bundan 15 yıl önce Beykoz'a ziyerete geldiğinde ilk kez yakından görmüştüm... Ocağın küçük odasına doluşarak sohbetini dinlemiştik..Ne kadar saf, temiz, içten ve sıcaktı...Ruhunun güzelliği yüz ifadesinde huzur veriyordu bakanlara..Bir türlü istikamet tutmayan partisini, çevresindeki pırıl pırıl gençliğini alarak ayrıldığında ne çok sevinmiştim; Ünv. duvarına Başbuğ Muhsin yazdığımı hatırlıyorum.....Kaza üzerinden 40 saat geçti ne utanç verici bir durum...Ahhh bunca yıldır makamları işgal eden küçük insanlar ne kadar geri bıraktılar şu memleketi,doğru düzgün işleyen tek bir kurum ve icraat göremeyecekmiyiz...Adnan Kahveci ve Recep Yazıcıoğlu geldi aklıma, şimdide Muhsin Yazıcıoğlu...Üç dürüst ve pırıl pırıl insan ve nasıl olduğu belli olmayan üç kaza... Onca çile ve inkisara rağmen dimdik ve dümdüz yürüdü ömrünce, bütün doğruların ve değerlerin tersyüz olduğu rezil politik dünyada, nihayet istikbal ona gülecek diye düşünürken...Allahım bitmesin yürüyüşü muhsin başkanın, Allahım sen kadir-i mutlaksın; onu, sevdikleri hürmetine sevenlerine bağışla, güneşini kapatma, üşümesin Allahım ne olur...


  6. Politika merakı ve ihtirası taşıyan insanların sosyal,kültürel ve psikolojik analizleri yapılsa nasıl bir sonuç çıkar diye merak ettiniz mi? Veya nasıl olması gerektiği konusunda bir fikriniz var mı? Siyasette amaç, millete hizmet bunun da yolu imkanları doğru,faydalı kullanabilme sanatı olması gerektiğine göre, ideal siyasetçi proflini bence şöyle şekillendirebiliriz...

     

    Eğitim( Hizmet edeceği branşta uzman)

    Ahlak (Dürüstlük; kişisel menfaate tamamen kapalı, adil)

    İnsani ilişkilerde başarı

    Yöneticilik vasfı..

    Enerjik bir yapı, hizmet aşkı ve aktivite...

    Ve özellikle Kalite anlayışı...

     

    Son günlerde belediye seçimleri ile ilgili ,sokaklarda sabahtan akşama kadar devam eden, konvoylar, sesli müzik ve mütemadiyen içi boş sloganlardan,eminim hepiniz rahtsızsınızdır. Hiç dikkatinizi çekti mi bilmiyorum bu kadar aday içinde

    Mesleği belediye başkanlığı için uygun,

    Yapacağı ve yapmayacağı işlerle ilgili programı ve ilkeleri belli,İşi bilen,

    Emniyet ve güven telkin eden,

    Gerçekten dürüst ve çalışkan bir imaj çizen,

    Bir adaya rastlayanınız oldu mu?

     

    Şu sloganların kofluğuna bakarmısınız

    Sen …...sin, büyük düşün...

    İlkeli ve dürüst..

    Sizden biri..

    Genç ve dinamik..

    Sorunlarınızı biliyor...

     

    Beni en fazla deli eden şey; seçmenin yarısının oyunu alan iktidar partisinin, milyonlarca seçmeni arasından belediye başkanı yapacak doğru düzgün aday göstermemekteki, inadı ısrarı ve birçok yerde başarısızlıkları tescillenmiş kişileri yeniden aday yapması...

     

    Mekezi hükümetin birçok noktada başarısının sağladığı kredi maalesef hergeçen gün eriyor...

    Belediyelerin genel olarak şimdiye kadar gösterdikleri berbat performans ve neredeyse hepsinde ayyuka çıkan rant merkezli faaliyetler, yolsuzluk şaibeleri AKP' nin sonunu getirecek ama bunu kimse görmüyor,görmek istemiyor veya kimsenin işine mi gelmiyor anlamıyorum, iktidara kayıtsız, şartsız, sınırsız destek veren gazetelerde tek bir eleştiri uyarı görebiliyormusunuz.......bu nasıl iştir...

    Kulakları patlatacak bir sesle bağırmak istiyorum;

    Başta belediyeler olmak üzre, basit,sufli,kalitesiz ve vasıfsız insanlara emanet edilen bütün kurumlarda dönen RANT HESAPLARI, YOLSUZLUKLAR VE BECERİKSİZLİKLER SONUNUZU GETİRECEK...

    Sayın Başbakan ; ne olur artık aç gözlerini,uyan atrık, çevrende pervane olan şarlatanlara kanma ve tedbirlerini yarından itibaren al, Senden beklentimiz ve sana yakışan budur...Sonra çok geç olacak...Yazık olacak herşeye, zira bu millet senden çok şey bekliyor...Tekrar tekrar inkisara uğramaktan bıktık artık...Ne olur ...


  7. Heyecanlı ve akıcı hitabeti ve pervasız uslubü ile dikkat çekici bir yazar...Zaman zaman çok iyi noktalara temas edip takdire değer şeyler söylüyor, bazen yüzeysel ve basit değrlendirmelerle bana göre hatalara düştüğü oluyor...Hemşehrim ama bence bir yekpare bir fikriyata, inanışa ve istikamete sahip değil...En son Ergenekon operasyonuna tenkit edici yaklaşımı ile bunu ispat ediyor...


  8. Evet Uğur Aslan Bey biz de aynı kanaatte idik, ne güzel bir hayra vesile olunmuştu, binlerce yardımsever müslüman, milyonlarca ihtiyaç sahibi insana imkanları nispetinde yardım edebilme huzuruna erişecekti...

    Ama sayısız defa inkisara uğrayan müslümanlar bir kez daha hayal kırıklığına uğradılar;

    Şahsen ben bu şuyuu vukuundan beter hadisede, deniz feneri derneğinin de, daha önce şahit olduğumuz Kombassan,Yimpaş,İhlas,Jetpa v.b. rezaletler gibi- baştan olmasa da, nihayetinde- bir niyet kirliliğine kurban olduğunu düşünüyorum. Varsalyalım ki muhtaç insanlar için toplanan paranın bir kısmı zimmete geçirilmemiş ama Kanal 7 veya AKP'ye aktarılmıştır. Savunulacak tek noktası yoktur ve baştan sona yanlıştır...Eğer Deniz Feneri Derneği haklı olsaydı kıyameti koparır ve tek tek makbuzlarla kuruşu kuruşuna hesapların akıbetini ispatlar ve bunu ard niyetli medyanın gözüne sokardı; Ama adeta suçun ispatı gibi Almanyadaki Deniz Feneri ile hukuki bi bağlantımız yok diye traji komik bir savunma çabasına girdiler...Ne kadar hazin ve acı verici ibretlik bir durum....

    Durum tespiti yaparsak; siyasetin, politikanın, medyanın,partilerin vesile olduğu bulaştığı hiçbir işte, oluşta başarı beklemiyorum; buna o kadar çok şahit oldum ki...Yazık çok yazık...Ama ölüm gerçek ve hesap günü mutlaktır,Allah kimseyi şaşırtmasın...


  9. İşte bütün mesele, en küçük tarafından yanlışı meşru gören zihniyet, nihayetinde meşruiyetin bütün sınırlarını kaldıracaktır.

    Maalesef bugün en büyük problemimiz ahlak... Dış alemde şuna buna tenkit yağdırıken iç dünyamızdaki perişanlığı görmüyoruz...

    Yolsuzluk ve ranta toleransı maalesef bu gidişle AKP nin de sonunu getirecektir.

    İnşallah bunu farkedip tez zamanda hassasiyetleri yeniden gözden geçirirler...


  10. Yukarıdaki arkadaşım da öyle zannediyorum ki konu mesajını amuda kalkarak okumuş. Eğer öyle olmasa idi böyle bir algı garabeti hasıl olmazdı. Yine öyle zannediyorum ki bu algı faciasının en büyük nedeni partizanlığın beyin etrafına ördüğü duvardır. Nasıl ki hücrenin içinde çekirdek çevresinde hücre duvarı var aynen öyle. Ama şu unutulmamalıdır ki bu mevzu bir parti mevzu'u değildir.

    Dostum yanılıyorsun, Eleştirilerimin arka planında bir kişi veya parti fanatikliği yok, böyle bir sığlık ve basitlikten çok şükür uzağım. Tahmininizin aksine 2 seçimdir oyunu AKP ‘ye kullandığımı da ekleyeyim, yani bir AKP düşmanı da değilim. Ben her türlü menfaat ve duygusal tepkilerin ötesinde kişisel fikir dünyama ve doğrularıma göre yorumda bulunuyorum, elbette herkesin düşüncesi, kanaatleri farklı olabilir. Erdoğan hakkında sayın kelimesini kullanmaktanda imtina etmedim ,ama ben dost meclisinde bir yorumda bulundum sadece, Sayın Erdoğan diyemeyecek kadar nezaket mahrumu değilim elbette. Siz arkadaşlarınızla sohbet ederken böyle konuşmuyor musunuz?

    Sizinle politik dünyaya farklı bakıyoruz ;

    Ben bu menfi atmosferde, dünya görüşümü paylaşan insanların bilhassa politik arenada her türlü aidiyetin ötesinde ‘müslüman’ profilinin temsilcileri olduklarına inandığım için kanaatimce zaaf gösterme lüksüne sahip değiller diye düşünüyorum. Eğer yanlışlık ve zaaf görüyorsak tabiî ki herkesten çok biz tenkid edeceğiz ki kusurlar tekrar etmesin. Bu anlamda benim eleştiri noktalarım ;

    Fikirde, Dilde, uslüp ve tavırda örnek olsunlar istiyorum.

    Çok daha önemlisi; mevkileri davaya hizmet aracı olarak görüp her türlü pis menfaat ve çıkar ilişkilerinin ötesinde dümdüz eğilmez bükülmez bir karakter ortaya koysunlar istiyorum.

    Her türlü makam ve mevki emanet kabul edilsin ve sadece ehline teslim edilsin istiyorum.

    Buna mukabil zaaf gösteren parazitler varsa alakasız kalınmasın, aksine hemen tasfiye edilsin istiyorum.

    Merkezi hükümeti her şeye rağmen birçok noktada fevkelade başarılı buluyorum, değindiğim zaaflara dikkat edilirse çok daha iyi olacağını düşünüyorum.

    Meslek icabı sürekli irtibatlı olduğum belediyelerdeki tefessüh ve kokuşmaya şahit olduğum için kusura bakmayın sizin gibi susamıyorum, eleştirilerim yoksa amuda kalkıp dünyayı seyretmekten kaynaklanmıyor kadreşim, bilmem anlatabildim mi ?

    Ayrıca AKP’yi her eleştirene Emin Çölaşan muamelesi yapılmasını çok yanlış bulduğumu söylemek istiyorum..…


  11. Katılıyorum, Tayyip sık sık yaptığı gibi yine yanlış konuştu, Ne demek' velevki simge olsa'; Allah aşkına yeryüzünde siyasi simgedir diye başörtüsü kullanan kaç tane kadın var, veya vamı ki, o istisnalarıda dikkate alarak konuşalım...Fikri derinlik, entellktüel birikim, belagat ve siyasi zeka eksiklikleri Erdoğan'ın dışa vuran en büyük zaafları...Bide CHP zihniyetinin, mal bulmuş mağribi gibi 'Ha şöyle, sonunda türbanın siyasi simge olduğunu kabul ettiler' demesi yok mu; fikir haysiyetinden, hak, adalet,insanlık duygusundan bu çapta mahrum kafaların suratına tükürmek istiyorum...Tuuhhhh size, yazıkları olsun..


  12. İlk icraatle ikinci icraat arasında büyük bir tutarsızlık var gibi sanki. İnsanın sorası geliyor ya hu bu ülkede bir tane bile mi doğru dürüst belediye başkanı yok deyü. Ama tabi adil olmak lazım atıyorsan hepsini at di mi! Ne demiş atalarımız dağa çıktım oduna, eteklerim kestane... İlk icraatten sınıfta kaldınız oturun sıfır üzerinden sıfır. Yüzde yüz başarı. :rolleyes:

     

     

    Siz olsaydınız zaten bilmezdiniz ya da bilirdiniz yapardınız, ya da bilirdinizi yapamazdınız, ya da billmezdiniz yapardınız .... (üç nokta)

     

    Atalrımızı çok rahatsız ediyorum ama ... (üç nokta) Ne demişler? Bekara karı boşamak kolaydır demişler.Siz zaten cumhurbaşkanı ve ya başkapan olsaydınız her şey yerli yerinde olurdu. Bütün ülke güllük gülistanlık olurdu. Ne demişler mevara başkan olursa samanlık pürnar olur. :D

     

    Görürdüm o vakit eteklerinizin nasıl tutuştuğunu, bacaklarınızın nasıl omzunuz etrafında tur attığını, ağzınızın nasıl üç-buçuk attıgını vs. vs. falan filan .... (üç nokta)

    Efendim yanlış anlamayın bu sözler yalnız size değil, sizin şahsınızda tüm atıcılara, tüm çok bilmişlere (meclisten dışarı). Yalnız değilsiniz yani.

     

    Değinmeden geçmeyelim bu arada bir ülke yöneticisi olsak topyekün şer'i hükümlerle donatılmış bir nizam kurma amacında olurduk herhalde.

     

    Muhayyileniz oldukça geniş bunu çok güzel anlatmışsınız helal olsun hoş olsun. Selam olsun...

     

     

    Zülkarneyn dostum!

    Öncelikle bu uslüp ve ağız ile ile, haklı olsanız bile hiçbir davanın veya fikrin müdafii olamazsınız, kimse sizi dikkate almaz ; bu bir...

    Sanırım sizi öfkelendiren nokta İktidara yönelik yapmış olduğum eleştiriler; Öncelikle belirteyim; Asla parti veya kişi fanatiği değilim, hiçbir siyasi parti aktivitem olmadı, olmayacak, kişisel tercih olarak genel seçimde ve bundan önceki seçimde oyumu AKP’ye verdim.( Kanaatimce AKP her şeye rağmen birçok noktada fevkalade başarılı bir performans ortaya koymasına rağmen bir çok noktada da akıl almaz,bir gaflet ve vurdumduymazlık tavrı sergilemektedir.) Ayrıca meslek icabı birçok belediye ile irtibat haldeyim,belediyelerin her biriminden tanıdığım birçok arkadaşım var,belediyelerin hizmet anlayışı ve işleyişleri hakkında yeteri kadar fikir sahibiyim ; yani tenkitlerim arkasında ne parti fanatikliği ne de alakasız bir hayal dünyam var…

    Sanırım anlayamadığınız nokta; aynı dünya görüşünü paylaştığımı düşündüğüm bir kadronun bu iktidar fırsatını en iyi şekilde değerlendirip, görevini bütün yönleriyle mükemmelen icra etmesi ve aksayan bozuk ne kadar mekanizma varsa acilen müdahalede bulunması,üstün bir hizmet anlayışı ile hareket etmesi, ayrıca temel prensip olarak dürüstlük ve adalet ve liyakat ölçülerinden zerre taviz vermemesi gerektiğini düşündüğüm için eleştiriyorum.

    Yanlışlık ve eksiklik görüyorsak tabiî ki tenkitte bulunacağız, hatta herkesten daha keskin ve katı olacağız bu konuda,ortada bir temsil söz konusuysa kadroların zaaf göstermeye hakkı yoktur,varsa çürükler-(ki istisnalar hariç, belediyeler gibi) derhal ayıklanmalıdır diye düşünüyorum. Eleştirilerim Sayın Abdullah Gül’ için değil, yoksa bir Cumhurbaşkanının tabiî ki bütün problemleri çözmesini beklemiyorum…

    Ben Üstadın fikir dünyasından beslenmiş Kadrolarda bir bütün olarak, her türlü sefil çıkar hesaplarının üstünde, pırıl pırıl üstün bir ahlak, kişilik, dava ruhu ve başarı sergilemelerini bekliyorum…

    Rabbim bu hizmet fırsatını her zaman herkese nasip etmez, bu iktidarın, mevki ve yetkilerin hesabı da muhakkak ağır olur…

    Düşüncem budur ve söylediklerimin arkasındayım.


  13. Arızalar saymakla bitmez ama kanaatimce ilkler..

    *Önce ahlak...

    Neredeyse bütün kurumları kuşatan rant,yolsuzluk,rüşvet ve çıkar dünyasını yerle bir etmek

    ilk icraat: bütün belediye başkanlarını içeri tıkmak.

    *Sonra adalet;

    Felç olmuş, kimsenin güveni kalmamış bu hukuk sisteminin komple devrime uğraması şart..

    İlk icraat : mafya,kabadayı tarzı ne kadar yapı varsa bir daha filizlenmeyecek şekilde köküne kiprit suyu..

    * Sonra Asayiş;

    Nekadar kapkaç,hırsızlık,eroin v.s adi suç ve çıkar şebekeleri varsa yoketmek, son ferdine kadar, ebediiyyen bu filleri

    akıllarına getiremeyeck şekilde pişman etmek..

    *Sonra Sağlık

    *Sonra Eğitim

    *Sonra İmar

    * Kısaca her işte kalite anlayışı (en temel eksiğimiz bu)

    Sanırım akla ne kadar gelen kurum,yapı,fiil ve hizmet varsa istisnasız hepsinin devrime uğraması şart. Zira doğru düzgün işleyen tek bir mekanizma yok şu memlekette...

    Not: Bu temel meseleleri başbakanına kadar bütün sorumlu fertler çok iyi biliyor ama....

    Hele, şu rant, yolsuzluk,hırsızlık ve rüşvet olaylarına hükümetin gösterdiği namütenahi hoşgörü, müsamaha, neredeyse takdir,beni deli eden,inkisara uğratan, çıldırtan en önemli nokta..


  14. Ihlamurlar Çiçek Açtığı Zaman

     

    Dilimde sabah keyfiyle yeni bir umut türküsü

    Kar yağmış dağlara, bozulmamış ütüsü

    Rahvan atlar gibi ırgalanan gökyüzü

    Gözlerimi kamaştırsa da geleceğim sana

    Şimdilik bağlayıcı bir takvim sorma bana

    -Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

     

    Ay, şafağa yakın bir mum gibi erimeden

    Dağlar çivilendikleri yerde çürümeden

    Bebekler hayta hayta yürümeden

    Geleceğim diyorum, geleceğim sana

    Ne olur kesin bir takvim sorma bana

    -Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

     

    Beklesen de olur, beklemesen de

    Ben bir gök kuruşum sırmalı kesende

    Gecesi uzun süren karlar-buzlar ülkesinde

    Hangi ses yürekten çağırır beni sana

    Geleceğim diyorum, takvim sorma bana

    -Ihlamur çiçek açtığı zaman.

     

    Bu şiir böyle doğarken dost elin elimdeydi

    Sen bir zümrüd-ü ankaydın, elim tüylerine deydi

    Sevda duvarını aştım, sendeki bu tılsım neydi?

    Başka bir gezegende de olsan dönüşüm hep sana

    Kesin bir gün belirtemem, n`olur takvim sorma bana

    -Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

     

    Eski dikişler sökülür de kanama başlarsa yeniden

    Yaralarıma en acı tütünleri basacağım ben

    Yeter ki bir çağır beni çiçeklendiğin yerden

    Gemileri yaksalar da geleceğim sana

    On iki ayın birisinde, kesin takvim sorma bana

    -Ihlamur çiçek açtığı zaman.

     

    Bak işte, notalar karıştı, ezgiler muhalif

    Hava kurşun gibi ağır, yağmursa arsız

    Ey benim alfabemdeki kadîm Elif

    Ne güzellik, ne de tat var baharsız

    Güzellikleri yaşamak için geleceğim sana

    Geleceğim diyorum, biraz mühlet tanı bana

    -Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

     

    Ihlamurlar çiçek açtığı zaman

    Ben güneş gibi gireceğim her dar kapıdan

    Kimseye uğramam ben sana uğramadan

    Kavlime sâdıkım, sâdıkım sana

    Takvim sorup hudut çizdirme bana

    Ben sana çiçeklerle geleceğim

    -Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

     

    Bahaeddin KARAKOÇ

    (Uzaklara Türkü)


  15. Atılma konusunda takdirinize çokta karışmak istemiyorum,fikrimi beyan ettim...

    Parti konusunda benim bu kanaatimin temel esprisi ;dünya görüşümüze uygunluk,bu anlamda gösterebileceği performans, iç-dış politika,ekonomi şu veya bu değil,benim şu an gördüğüm temel zaaf sadece ahlak...Politikacıların farklı kademelerde yakinen şahit olduğum hususiyetlerinden dolayı, sade insanlardan farklı kanaatler taşıyorum...Yoksa gideceğiz muhtemelen aynı partiye oyumuzu atacağız, ama keşke şöyle olabilselerdi diyeceğim o kadar çok nokta varki, maalesef içim burkulacak oyumu atarken, belki farkımız bu...


  16. Üstad milliyetçilik konusunda da müspet anlamda en nefis tariflerle çerçeveyi çizmiş, hususiyetle gençlik üzerinde çok menfi tesirler gösterme isdidadı olan saf milliyetçiliğin inkişaf etme potansiyelini ortadan kaldırmıştır...

    Birde SM'nin tarifi var saf milliyetçilik hakkında çok hoşuma giden;

    'Milliyetçilik, çayırda zıplayan bir sıpanın fiziki imkanlarından memnuniyet duyması gibi birşeydir' diye...


  17. Ben Üstadı okuyan şuurlu gençliğin, şu veya bu partiyi tutuyorum diyebileceğine pek ihtimal vermiyorum,hele neredeyse istisnasız bütün politikacıların temel hassasiyetlerinin menfaat olduğu bu vasatta...Gideceğiz çokta tasvip ve takdir etmediğimiz halde bir oy atıp döneceğiz...

    ( Bir kurt arkadaşımız vardı parti fanatiği oda atıldı galiba,ama admin arkadaşım ben yine bu atılma olayını tasvip edemiyorum,yanlışta olsa da konuşsun üyeler, galiz ifadeler kullanılmadığı sürece tabiki...)


  18. Üstadın bu nefis yazısı hala taptaze, dün yazılmışta en temel meseleleri teşhis etmiş gibi…

    Şimdi bizde bizi iğrendiren birkaç şey ekleyelim diyorum;

     

    İğreniyorum; mal mevzuunda ilahi hudutları tamamen pas geçip, en kapitalist beyinlere bile parmak ısırtacak bir tamah ve hırsla gözü kararmış ve en büyük haramzade oluğu halde muhafazakar etiketi taşıyan iş adamlarından iğreniyorum…

    İğreniyorum; Makam ve mevki sahibi olupta; En basitinden Allah’a inanan bir insanın, kabiliyet ve sahip olduğu imkanları en hassas bir adalet, hakkaniyet duygusu ile kullanıp, üstün ahlaka bir remz olması gerekirken, bütün imkanları şahsi menfaatine manivela yapan, servetlerini bine katlayan, üstelik bunu mübah gören,sonrada utanmadan dürüstlükten bahseden, şahsiyet fukarası, iman katili, kibir heykeli ve yine maalesef muhafazakar etiketi taşıyan politikacılardan ve istisnasız başkaca bir işlevi kalmayan politikadan iğreniyorum…


  19. Üstadın en zor şartlar altında ve en küçük ümit parıltısını dahi değerlendirmek için nasıl

    çaba sarfettiği görüyoruz. Üstad için çok basit bir mevki görülebilecek olan mebusluk teklifiyle üstadın

    dava adına yaptığı fedakarlığı takdir etmemek elde değil....

    Son kısımdaki ''ellerinizden öperim'' üstada pek yakışmayan bir ifade,acaba bu ifade gerçek mi ?


  20. Bu yazıya nette tesadüfen rastladım;Taka Akyolun Üstad hakkında yaptığı -sıfatlandarıcak kelime bulamıyorum- mide bulandırıcı

    yorumları okuyunca hayret ettim,üzüldüm,sinirlendim ve düşündüm neden!!!...Sözde muhafazakar etiketli bu yazar müsvettesi neden Üstada çamur atıp, küçük gördüğünü bir gazete sütunundan herkese duyursun...Kanaatimce bu liboş, mukadessatçı dünyanın fikir ve aksiyon zirvesine çamur atarak,güya onu küçümseyerek,örneklerle neden müthiş bir ideolog olmadığını ispat (!) ederek,kendisini besleyen efendilerine yağcılık,yalakalık yapmış ve hiç öyle sanıldığı gibi muhfazakar ve sağcı olmadığını ispat etmiştir....Ne ilginç arkadaşlar, Ahmet Hakan çapsızı da aynı yöntemi denemişti, hatırlarsanız...Demek o sefil dünyada üstada hakaret iyi pirim yapıyor....Birde üstadı vefat yıldönümünde rahmetle anıyorum demesi yok mu; suratının ortasına tükürmek isterdim...

    Üstadın değeri ortada, bu seviyesiz yorumlar onun kıymetinden eksiltmez,bilakis bu dönek, karekter ve fikriyat fukarası tiplerin attığı çamur Üstadın büyüklüğünü ve şanını yüceltir....İşte o mel'un yazı...

    ...........................

     

    NECİP Fazıl ve Nâzım Hikmet çok defa bir arada zikredilir. Tabii ikisi de büyük şair; ama Yahya Kemal de Cahit Sıtkı da büyük şairdi... Necip Fazıl'la Nâzım Hikmet'in birlikte zikredilmesinin bir sebebi, ikisinde de ideolojik vasfın çok güçlü olmasıdır.

     

    İdeolog yönleriyle baktığımızda dikkat çeken, ikisinin de şiir dışındaki eserlerinin zayıf olmasıdır.

     

    Mesela roman ve hikâyede, hatta tiyatroda bile ikisi de şiirdeki başarılarını gösteremediler.

     

    İkisi de "araştırma ve inceleme" denilebilecek ve referans gösterilebilecek bir eser yazamadı.

     

    Nâzım Hikmet'in 1936'da yazdığı "Alman Faşizmi ve Irkçılığı" ile "Sovyet Demokrasisi" adlı 'inceleme' kitapları bunun örneğidir. Bu iki kitap sadece 'Nâzım nasıl düşünmüştü?' diye bir araştırma yaparsanız, 'kaynak' değerine sahiptir, o kadar. Stalin Rusya'sında 'demokrasi' gören bu kitap, sadece Nâzım'ın ideolojik tercihini resmeder...

     

     

     

    Edebiyat ve tarih

     

    Necip Fazıl'ın 'araştırma, inceleme' çağrışımı yapan kitaplarından biri, "Ulu Hakan Abdülhamid Han"dır. Bu kitabı yazarken kendisini ziyaret ettiğimde masasının üzerinde üç kitap görmüştüm; Tahsin Paşa'nın "Yıldız Hatıraları", İbnül Emin'in "Son Sadrazamlar"ı ve Ahmet Refik'in eski Türkçe "Sultan Hamid-i Sani'ye Dair" adlı kitabı.

    Tabii başka kitaplara da bakmıştır. Fakat Necip Fazıl'ın bu kitabı, çeşitli kaynaklardan 'gereken' sayfaların kesilip 'üstadın üslubu' ile yeniden yazılmasıdır! Bir araştırma eseri değildir; ideolojik ve edebi bir metindir.

     

    "Vatan Dostu Vahidüddin" kitabının da 'bilimsel' tarihçilik bakımından değeri yoktur.

    Necip Fazıl'ın "Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu" ise gerçekten önemlidir ama bu konudaki akademik çalışmaların hiçbirinin 'kaynakça'sında yer aldığını görmedim.

    "İdeolocya Örgüsü" adı kitabı ise, bir şairin muhayyilesindeki 'Platonik' ve totaliter bir kurgudur.

     

    Uçlarda dolaşmak

     

    Aykırı gitmeyi, uçlarda dolaşmayı severdi. Daha 1936'da "bütün peygamberlere ve ruhi fenomenlere yataklık eden büyük Asya" için şunları yazmıştı:

    "Benim kafamda Asyacılık, eski Yunan'dan beri seyrini, istihalelerini bildiğimiz Avrupa medeniyeti dışında ve ona rakip ayrı bir medeniyet tasavvurudur... Tarihleri, doğuşları ve ruh mayaları bakımından Avrupa camiasının dışında olup da kendilerine yeni, köklü ve şahsiyetli bir tekevvün arayan milletlerce bugün, Avrupalı olmamak şerefini haykıran bir gün."

    Bu satırlar o zamanki 'Yunan-Latin' özentisine karşı tam cepheden 'aykırı' bir duruşun ifadesidir. Zihnimizde bir "Asya" penceresinin sürekli açık olması gerektiğini bugün kimse inkâr edemez, ama Avrupa penceresini kapatmak 'öteki uç'tur.

     

    Şair Necip Fazıl Hayreddin Karaman ve Hamidullah gibi gerçek âlimleri 'tekfir' ediverdi, Vahdettin'den bir kahraman türetti, Abdülhamid'i yüceltmek için Kanuni'yi "Himalaya'nın tepesindeki çöp" diye resmetti, Mehmet Akif'in şairliğini küçümsedi...

     

    Bunlar, uçlarda dolaşmayı seven şair ruhunun mübalağalarıdır; edebi bir özelliktir bu. Ama 'rehber' alınabilir mi?!

    Elbette Nâzım ve Necip Fazıl şair olarak büyüktürler. Şairleri sevelim, kıymetlerini bilelim ama onları "ideoloji rehberi" gibi görmekten sakınalım.

    Vefatının 23. yılında 'Üstad'ı rahmetle anıyorum.

     

     

    Taha Akyol

    Milliyet

    30/05/2006


  21. Bir örnek vereyim-yüzbinlercesi vardır-, Büyükşehir Belediyesi Ulaşım A.Ş. de çalışan bir arkadaş, -tam hatırlamıyourm ama- sanırım 3-4 yıl önce 15000 $ civarında bir para yatırmıştı İhlas Finans Denen (İhlas katili ) kuruma,sonra evlilik hazırlığı yaparken paraya muhtaç olmasına rağmen tek kuruşunu geri alamadı,dost, arkadaş ve akrabalardan borç para almak zorunda kalmıştı, hala para geri alınamadı...neymiş takvime bağlamışlar sırasıyla ödeyeceklermiş...Ama Enver Abi takır takır devre mülk,konut yapıp satıyor,hiç finans sıkıntısı çekmiyor doğal olarak... Kombassan ve Yimpaşı sorarsanız; birinci derece akrabalarım, ne zor şartlarla gurbet elde kazandıkları yüklü miktarda paralarını kaptırdılar ve hala krizin üzerinden 5 yıl geçmesine rağmen tek kuruş geri alamdılar, bırakın parayı geri almayı, muhatap bile bulamıyorsunuz...Kişisel kanaatimdir ;bu sahtekar rezil insanların müslüman kimliğe verdikleri zararı şu memlekette hiç bir ateist ve Allah düşmanı vermemiştir. Bir müslüman için Kelime-i Şehadetten sonra ilk vasfının doğruluk dürüstlük olduğuna inanıyorum, bunu kaybeden insanda iman varlğından sözetmek mümkün değildir. Maalesef politika ve iş dünyasında boy gösteren müslüman kılıklı sahtekarlar- Üstadın söylediği gibi İman banknotunun sahteleri- boy göstermekte ve saf müslümanların iyiniyet madenini sonuna kadar kullanmaktalar...

    Hangi niyetle söylediğini bilmiyorum arkadaşım ama yardım edebileceğin bir nokta varsa açık bilgileri size gönderebilirim...


  22. Üstad'ın resmi ideoloji ve bazı kesimlerce yok sayılması ve unutturulmaya çalışılması, alıştığımız ve bildiğimiz durum ama Zaman Gazetesinin (ek olarak verdiği dergilerinde bile) Üstadı vefat yıldönümünde tek satırla bile hatırlamaması bende derin bir inkisar ve üzüntüye yol açtı. Hiçbir mazareti olamayacak bu durum, maalesef ihmal ve gaflet ötesi bir ihanet intibası vermiştir. Abonesi olduğum Zaman Gazetesini protesto ediyorum.Sizlerle paylaşmak istedim değerli gönüldaşlar...

    Not:Gazeteye bu anlamda mail atabiliriz...


  23. *O bütün cephesiyle hakikati,derin bir idrakle kavradıktan sonra bunu, kitaplık çapta eserleriyle, ''gelmiş ve gelecek zaman boyunca bütün eşya ve hadiseler zeminini kucaklamaya memur bir fikir ağı halinde, yekpare bir inanış ve ölçülendiriş manzumesi'' olarak ortaya koyan ve bize meselelere yaklaşma hassası kazandıran büyük bir mütefekkir...

    * O,hakkında'' bir mısraı bile millete şeref vermeye yeter'' denilecek çapta,şiirin varoluş gayesini hakikate nisbetle ortaya koyan büyük bir şair...

    * O Bütün hayatını davasına vakfeden ve bu uğurda korku ve endişe tanımaz,tavizsiz büyük bir aksiyon adamı...

    *O şiiryle,fikir eserleriyle,konferanslarıyla ve benzersiz, özgün, muhteşem diliyle dünya çapında seçkin bir edebiyatçı...

    *Ve O, en nihayetinde bizim değerlerimizi devşirdiğimiz kaynağımız,sevgili ÜSTAD'ımız..... Dilin,şiirin ve fikrin aşılmaz zirvesi sevgili Üstadım, ebedi mekanın cennet, makamın, sevgililer sevgilisinin yanı olsun...

    Lütfen arkadaşlar, üstadın vaisyetini biliyorsunuz; üzerimizdeki haklarına istinaden sevgili üstadımızın ruhuna en az 11 ihlas ve bir fatiha okuyalım...

×
×
  • Create New...