Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Kalemdar

Yahyalılı Hacı Hasan Efendi (k.s)

Recommended Posts

A - Şemaili

Orta boylu, buğday benizli, kaşları hilâl gibi, alınları pırıl pırıl, lâtif bir sîmâya sahip idi.

 

B - Doğumu ve Nesebi

H. Hasan Efendi (K.S.) 1339 (M. 1914) Kayseri'nin Yahyalı İlçesi. Kayacık Mahallesi'nde dünyaya geldi. Büyük dedesi seyyidlerden. Hacı Os-manzâde, dedesi H. Ahmed Efendi, babaannesi de Ümmügülsüm Hanımdır. Babaları, Erbilli Muhammed Esad Efendi (K.S.) hz.'nin halifesi Mustafa Hulusi Efendi, anneleri de Baba Hocalardan H. Mehmed Hoca'nın kızı Ayşe hanımdır.

 

Her iki yönden, Peygamberimiz (s.a.v.)'in nur nesline dayanan asil bir ailedendir.

 

C - Çocukluk Dönemi

Yakînen tanıyanların ifadesine göre, üç yaşında başından geçenleri hatırlayacak kadar keskin bir zekaya, ruhunun derinliklerinde taşıdığı ulvî seciye ve yüksek karakteri aksettiren bir olgunluğa sahipti. Kötü söz duyulmazdı ağzından. Kimseyle dövüşüp çekişmez, sokak çocuklarıyla oynamazdı. Arkadaşlarıyla oynarken dizdiği taşlarda bile bir düzen bir intizam bulunurdu. Altı-yedi yaşlarında mahallenin yakınındaki Deve Kayası denen bir taştan düşüp ayağı kırıldığında duygularını şu dörtlüklerle dile getirmiştir:

Tıfl iken cezbe buldum

Musibetle ibtilâ oldum,

Şükür olsun sabır kıldım

Hamdimiz Mevlâya olsun.

 

Cesedim kayadan düştü,

Ciğerim yandı tutuştu,

Mürşidim geldi yetişti,

Hamdimiz Mevlâya olrun

 

Sabî idim sabreyledim,

Her dâim şükreyledim,

Allah'tan hediye bildim,

Hamdimiz Mevlâya olsun.

 

 

 

D - Gençliği

"On dörtte vurdular mânevi aşı.

Durmadan akardı gözümün yaşı." dizeleriyle başlayan şiirlerinden anlaşıldığına göre on dört yaşında babalarından ders alarak fiilen tasavvuf yoluna girerler. Dersler... Zikirler... Sohbetler...

 

Kılavuz Hafız isimli bir arkadaşı can dostudur. Her dem beraberler... Allah için sevmenin, onun için dost olmanın örneğini sergilerler. Mustafa Hulusi Efendiyi maddi anlamda bir baba olmaktan öte, manevi bir baba, bir önder olarak çok sevmişlerdi. İkaz anlamı taşıyan ciddi bir üslûpla, "Hasan!" dese, gayretinden bayılacak gibi olurlardı.

 

Giyim, kuşam ve temizlik konusunda da son derece dikkatlidirler. Dışlarında da içlerindeki gibi bir düzen ve tertip hakimdi. Zamanın âlimlerinden Muştan Hoca Efendinin fıkıh derslerine katılırlar bir süre. Oldukça zeki ve kabiliyetlidirler.

 

Birgün Kılavuz Hafızla birlikte Adana'ya giderken başlarından şöyle bir olay geçer: Niğde hududlarında bir köy. Gece orada misafir kalacaklar. Akşam ezanı sırasında köyün camiine varıyorlar. İmam Efendi, her şeyi en iyi kendisinin bildiğini zanneden, herkese tepeden bakan, fötr şapkalı tipik bir adam. İmam, ezanı okuyup inerken, avluda bekleyen tanımadığı iki genci görüce duraklıyor. Tuhaf tuhaf yüzlerine bakıyor. Sonra da in misiniz, cin misiniz? der gibi, "Necisiniz?" diye soruyor. Bu garip davranışa Hadis-i Şerifle cevap veriyor H. Hasan Efendi "Mü'mi-nin ferasetinden sakınınız! Çünkü o, Allah'ın nuruyla nazar eder." Hoca beklemediği bu cevap karşısında şaşkına dönüyor, fakat inadından vazgeçmiyor. İllâ bilgiçliğini ortaya koyma veya karşısındakini mat etme çabasında. Akşam misafir oldukları evde, köylülerin yanında yine sataşma. Sigaranın hükmünü soruyor ve imtihan ediyor aklınca. Fakat aldığı anlamlı cevaplar karşısında, daha fazla rezil olmamak için çareyi kaçmakta buluyor. Ve Efendi hz.'leri bu olayı daha sonra hikâye ederken, tevazuan aşağıdaki mısralarla yorumluyorlar:

"Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere

Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu."

E - Evlenmesi

Babaları Şeyh Mustafa Efendi, Adana yöresinden Ali Hoca isimli bir aşiretle Yahyalı'da, Yahya Efendi Medresesinde birlikte tahsil yapıyorlar. Ali Hoca çok saygı duyduğu Mustafa Efendi ile akraba olmak ister ve Şeyh Mustafa Efendi'nin kitabının arasına bir kağıt bırakır. "Kızımı, oğlun Ha-san'a vermek istiyorum." yazılıdır kağıtta. Konu aile meclisinde konuşulur. Fizikî cazibesi, edebi, ahlâkı ve asaleti sebebiyle kızını vermek isteyenler çok. Ancak Mustafa Efendi. Meryem Hanımı oğluna alarak, onu, göçebe hayatın zor şartlarından kurtarmak istemektedir. Anneleri de uygun görür. Böylece evlilik kararı verilir. Fakat Ayşe Hanım, kıymetli evladının mürüvvetini göremeden, düğünden altı ay önce vefat eder. Edep ve haya timsali bu muhtereme Hanım, ileride M. Sami Ramazanoğlu (K.S.) hz.'lerinin de ziyaret edeceği Yahyalı Derebağ Kasabasındaki mezarda medfûndur.

 

Diğer taraftan Ali Hoca kızını eliyle getirip teslim eder. Birkaç ay nişanlı kaldıktan sonra düğün yapılır. Çeyiz eşyası: bir yorgan, halı, heybe, yastık ve birkaç parça kabdan ibarettir.

 

Halen hayatta olan, üç erkek, dört kız evladı bu evlilikten olmuştur.

F - Askerliği

1939 yılında askere gidiyorlar. İlk durak Adana-Dörtyol. Kışlaya teslim olmadan önce Sami Efendi (K.S.) hz.'leriyle görüşüp dualarını alırlar.Dörtyol'da ricâlullahtan Fırıncı Mehmet Efendi ile tanışırlar. Askerlik yaparken bile manevi hizmetlerden geri kalmamışlardı. Zaman zaman komutanlarından izin alınarak camilere vaaz u nasihata götürülüyor, dua ettiriliyor, ağlayanlar, inleyenler, bayılanlar oluyor.

 

O sıralarda Sami Efendi (K.S.) Hazretlerine kutbiyet makamı veriliyor. H. Hasan Efendi bunu manen hissedip beyitler yazıyordu.

 

Daha sonra İstanbul Yalova'ya dağıtım yapıldı. Askerliği boyunca inancından taviz vermeden, herkesle güzel geçinip takdir topluyorlardı. Hiç izin kullanmadığı askerliğini bitirirken, komutanlarına hitaben yazdığı veda şiirini okuyunca; komutanları böyle bir askerden ayrılmanın üzüntüsünü yüreklerinde derinden hissederler.

 

Memleketine dönüşünde büyük bir sevinçle karşılanır. Derin sevgileri ifade eden şiirler yazar sevenleri

 

G - İlim Tahsili

Dinî eğitimin yasak olduğu zulüm dönemlerinde Mustafa Hulusi Efendi endişelenir, evladımızı nasıl yetiştireceğiz diye. Annesi Ayşe Hanım cevap verir: "Telaş etme efendi, ben evladımı rüyamda Rasûlullah (S.A.V.) Efendimizin dizinin dibinde okurken gördüm."

 

Fıtratında yaratılıştan gelen bir ayrıcalık, aşk ve rikkat vardı. İstanbul'dan Esad Efendi hz.'lerini ziyaretten dönen babalarını yoğun bir kalabalıkla birlikte karşılarken büyük bir heyecan ve feyz hisseder, içinde... Akan gözyaşlarını gizlerler, kırk yaşındaki insan gibidir sanki. . On-oniki yaşlarında annesi onun yanında rastgele konuşmaktan çekinmeye başlamıştır.

 

Yaylada iken bir rüya görürler. Uyanınca ilk sözleri "Babacığım, kutb-u cihan, gavsül-a'zâm kime denir?" olmuştur. Hayal dünyası evliyâullahın hasreti ve muhabbetiyle doluydu. Anne ve babasının manevi sohbetlerinden ve zikir meclislerinden hiç ayrılmazlardı.

 

H - Manevî Emanetin Verilmesi

Sami Ramazanoğlu (k.s.)'nun Kayseri'nin ilçesi Yeşilhisar ve şifalı suyun bulunduğu içmeceye teşriflerinde babaları Şeyh Mustafa Hulusi (k.s.), kayınpederleri Ali Koca Hoca Efendi ve Kılavuz Hafızla kendilerini ziyaretine giderler. Yolda babaları vazifelerini sorar hepsi tek tek derslerini anlatırlar. H. Hasan Efendi ise: "Ben halimi üstadımıza arzederim" buyurur. Ziyaret esnasında yolda geçen bu hâdise Sami Ramazanoğlu (k.s)'na anlatılınca, H. Hasan Efendiyle hususi görüşür. Şeyh Mustafa (k.s.)'ya "Mustafa Efendi, Hacı Hasan Efendi ve icazet veriyorum, bundan sonra ihvanın derslerini sormaya, vazife vermeye kendilerini tayin ediyorum" buyururlar. Bu icazetin ardından H.Hasan Efendi çok ağlarlar. Babaları sebebini sorunca; "Baba, bana sizin irtihaliniz ilham oluyor" buyururlar. Hakikaten de öyle olur. Bu hadiseden on üç gün sonra bir Cumartesi günü Fecr suresinin 27-30 ayeti celilelerini okuyarak Rabbimize kavuşurlar. H. Hasan Efendimiz (k.s.)'in icazet aldığı tarih 1939'dur.

 

Kâdirî icazetnamelerini de yine aynı mevkide Yeşilhisar'ın şifalı sularının bulunduğu içmecede (1965) yılında alırlar.

Bununla alakalı bir hadiseyi Hacı Hasan Efendi şöyle anlatırlardı: "Efendimiz bizi çadırlarına aldılar. Hasan Efendi! Abdülkadir Geylâni (k.s.)'nin emriyle yazılan Kâdirî icazetnamemiz budur, sizi de bu hususta vekil tayin ediyorum. Kadınlar (500), erkekler (1000) Tevhid okusunlar, her yüz tevhidde bir defa da 'Muhammedurrasulullah' desinler" buyurdular. Üstadımız bize. "Efendimize inanmıyormu idik ki Kâdirî icazetlerini gösterdiler? Böyle bir emir geldi deseler biz yine inanırdık" buyurdular. Hacı Hasan Efedi bu hadiseyi hatırladıkça "Acaba teslimiyetimizde mi bir eksiklik var?" diye üzülürlerdi.

Halkı irşad için de Sami Ramazanoğlu (k.s.) "Üç ihlas bir fatiha oku ruhlara gönder Hasan Efendi" buyururlar. Cami, vesair yerlerde yapmış oldukları vaaz ve sohbetlerde binlerce kişi hakikati görür.

 

1955 yılında adana Şeyhoğlu Camii'nde Ramazan-ı Şerifteki vaazlarında cemaatin onbin kişi olduğunu, fellahların imana geldiğini, fuhuş mahalline giden kadınların tesadüfen Hocaefendinin vaazlarını işitip oldukları yere, ağlayarak yığılıp kaldıklarını, "Allah'ım bizi affetmez mi?" diyerek Adana'nın müftüsü Abdullah Develioğlu'na müracaat ettiklerini anlatırlar. Abdullah Develioğlu da şöyle nakleder: "Ben Hasan Efendi'yi okutmaya-cakmısın Mustafa Efendi diye pederlerine sorduğumda; "Biz onu manen okutuyoruz" demişlerdi. Binlerce insanın irşadını görünce hakikati anladım. Adana'daki vaazlarında Hocaefendiyi mütevazi bir şekilde sağ taraflarından Peygamberimiz (s.a.v.)'in tuttuğunu, sol taraflarından da Sami Efendi'nin tuttuğunu düşünerek giderler, daha yürürken gözyaşlarını tutamayanlar çok olur. Kürsüye çıktıklarında kendileri de cemaat de on dakika kadar ağlardı. Hacı Hasan Efendi'nin gördükleri başkalarının ise görmedikleri bir zât da "iftihar etme Hasan efendi, aman!" der ve kaybolur. Sami Ramazanoğlu (k.s.) o günlerde "Adana'da çok feyz var" buyururlar.

 

Babaları Şeyh Mustafa (k.s.) hanımları Aişe valideye durumun müsait olmamasından dolayı evladımı tam manasıyla okutamadım deyince, Valide Sultan "Üstadım, oğlumuz Hasan Efendi için endişe etme, mânâ aleminde Peygamberimiz (s.a.v.)'in mübarek dizlerine koymuş ben onu kitabını okurken gördüm" der. Son anlarında H. Hasan Efendi yakınlarından birine "Her hoca bizi dinliyor, sebebi nedir bilir misiniz?" dediklerinde "Hayır Efendim, bilmiyoruz" deyince: "Bize harflerin talimini Peygamberimiz (s.a.v.) öğretti" buyururlar. Emir Buhâri hazretlerinin buyurduğu gibi kendini hesaba çekmeye çalışan sonunda da mahcup olan hocalar "Babam! Bir kimsenin medresesi Arş-ı A'zam, Hocası Fahr-i âlem olursa, O'na kimin gücü yeter?" der. H. Hasan Efendi de aynı sırlara mazhar olunca bizim gibi acizler onun hakkında neyi anlatabilirler? Ancak deryadan bir damlayı sunabiliyoruz. Zahirde gördüklerimiz bu, batında olanlar Hakk ile kendi aralarında.

 

Nakşî ve Kâdirî icazetleri olan Hacı Hasan Efendi bu vesikaların yanında iki lütfa daha mazhardırlar. O da mahviyyet ve mahfiyyet. Mahviyyet, gönülden Allah'tan başka şeylerin silinmesidir. Mahfiyyet ise gizliliktir. Enbiyadan biri vahyi rüya yoluyla alır. Mevlâmız bu altın tası gizlemesini emreder. Ne kadar gizlese de ortaya çıkar. Sebebini sorunca Allah (c.c), "Bu güzel amellerdir, kişi ne kadar gizlese yine zahir olur" buyurur. Hacı Hasan Efendi de aynen öyle kendini gizler, zahiri iltifatlardan hoşlanmazlardı. Medine-i münevvere'den Mersinli Yusuf Amcadan hediye geldi. Üzerinde Yahyalı'lı Nakşi halifesi Hasan Efendi'ye verilecek yazılıydı. Hacı Hasan Efendi "Ne halifesi, biz Cenâb-ı Hak'ın en aciz kuluyuz" diye ifade etmişlerdi. (1976) Sami Efendi "Medine-i Münevvere'de Nakşî Halifelerinden Hasan Efendi duâ buyuracak" dediklerinde Hacı Hasan Efendi, "Nakşi halifesi dediklerinde haya ve utancımdan sanki belkemiğim sızladı" buyurmuşlardı. Kendilerini hiçbir şeye layık görmezlerdi. Manevi iltifatlara da layık değildik, ama Cenab-ı Hakk lütfetti" buyurmuşlardı.

 

Sami Ramazanoğlu (k.s.) 1978 yılında mümtaz bir topluluğun huzurunda üç defa "vekilimsin" buyururlar. Medine-i Münevvere'ye hicretlerinde de yakınlarına "Hasan Efendi'yi her beldeden grup grup ziyaret etsinler. O bir beldeye gelirse sohbetine iştirak etsinler" buyurur. 1980 yılında Hacı Hasan Efendi umreye gittiklerinde Sami Ramazanoğlu (k.s.)'nu ziyaret etmek için pekçok kişi müracaat eder ancak izin alınamaz. H. Hasan Efendiye ziyaret arzusunu söyleyince kabul buyururlar. Hacı Hasan Efendimize pek çok ikramlar yapılır. Ayrılacakları zaman üç defa müsafaha ederler. Her defasında Hacı Hasan Efendi geriye doğru çekilirken Hasan Efendi tekrar müsafaha edelim, buyurur. Her bir defasında "vekilimsin" derler. Damatları Ömer Kirazoğlu "Bu iltifat hiçbir kimseye yapılmadı, siz sevinmiyor musunuz?" deyince, "Ömer Bey kusurlarım gözlerimin önüne geliyor" buyururlar.

 

I - İrşad ve Cihad Dönemi

Askerlik dönüşü bir taraftan geçimlerini levha yazarak temin ederken bir taraftan da manevi hizmetlerine devam ediyorlar. 1946'da yanlarında halaları olduğu halde, gemi ile hacca giderler. 93 gün süren bu hac yolculuğu sonrasında da aşk ve şevk dolu hizmetlerine devam eder.

 

1955 yılında Adana Şeyhoğlu Camiinde iki yıl üst üste vaaz etmişlerdi. Daha sonra bu vaazlar Ceyhan, Kozan, Niğde, Develi gibi çevre yerleşim merkezlerinde devam etti. Bir ara Yahyalı'nın Yerköy köyüne yerleştiler. İrşad niyetiyle dört yıl kadar burada kaldılar. Köyde daha önce birkaç kişi namaz kılarken; kadın, erkek, çoluk-çocuk bütün köy halkı namaza başlamıştı. Ayrıca kendi beldeleri Yahyalı'da 10 yıla yakın fahri vaizlik yaparken, bir taraftan da tasavvufi sohbetler devam ediyordu. Vaazını dinleyen, sohbetinde bulunan nice insanlar, eşkiya gibi iken evliya gibi, odun gibi iken ipek gibi oluyorlardı. Çünkü yaşayarak örnek oluyorlar, üstadlarından aldıkları terbiye ile hayatta kimseyi incitmiyor, herkese faydalı olmak için çırpınıyorlardı.

 

Aile fertlerinden birisi şöyle anlatıyor: Çocukları yatırdıktan sonra gaz-lambasının ışığında gece yarılarına kadar kitap okurlardı. Yatılı misafirleriyle candan ilgilenir, geç saatlere kadar sohbet, zikir, fikir, tefekkürle manevî ziyafetler verirlerdi. Yakın akrabalarına çok ilgi gösterir, imkan nisbetinde ihtiyaçlarını giderirlerdi. Fakat fukarayı gözetir, evde pişen yemeklerden tabak tabak komşularına gönderirlerdi. "Bir mahallede zengin uarsa fakir yok, fakir uarsa zengin yoktur. " buyururlardı. Nerede bir hasta var. mutlaka ziyaret eder. cenaze sahiplerine taziyede bulunmayı ihmal etmezlerdi.

 

Son derece temiz, düzenli ve planlı bir hayatları vardı. Dışardan gelen misafirler, eşraftan insanlar Onda misafir kalırlardı.

 

 

 

İ - Hastalığı ve İrtihali

Cenab-ı Hak sevdiklerine derdi çok veriyor, Efendi hazretlerinin de bir çok rahatsızlıkları olduğu halde hizmetlerini ihmal etmemeye çalışırlardı. Doktora ve ilaca başvurmakla beraber tabiî tedavi metodlarını uygularlardı. Romatizma için Ilgın, Haymana ve Bursa kaplıcalarına giderlerdi.

 

1976'da şeker hastalığından ciddi şekilde rahatsızlandılar Şeker 450"ye çıkmış. Fakat Efendi hazretlerinde davranışlar ve konuşma normal. Doktorlar hayret içinde: ''Bu şekerle bu denge mümkün değil!" derler. 15 gün Ankara Numune hastanesinde tedavi görürler. Akın akın ziyaretler olur, hastalarda ve hasta bakıcılarda güzel değişmeler meydana gelir. 1982'de Ankara'da gözlerinden katarakt ameliyatı olurlar. 1984'den itibaren kendisine sık sık şeker ve kalp tedavisi yapılır, zaman zaman hastanede yatarak tedavi görürlerdi.

 

Kayseri Tıp Fakültesi hastanesinde kalbinden rahatsız olarak yatarken, başına toplanan tıp öğrencilerine, ziyaretçilere ve hizmet eden hastane personeline sohbet etmeyi, dini öğütler vermeyi de ihmal etmiyorlardı.

 

Hastanede ziyaret edip de serumlar, iğneler takılı bir vaziyette gören ve kendisini çok seven asker arkadaşı Dereköylü Ömer Amca gözyaşları içinde Cenab-ı Hakk'a yalvarır, derin bir samimiyet, coşkun bir muhabbetle:

- Allah'ım! Benim ömrümü al, Efendime ver. Onu o durumdan kurtar ya Rabbî! diye niyazda bulunur.

Ve ertesi gün Ömer Amca aniden beklenmedik bir şekilde vefat eder.

 

1987 yılı. Efendi Hazretleri Kayseri Tıp Fakültesi Hastanesinde yoğun bakımdadır. Doktorlar her türlü tedavi imkanlarını kullanmışlar ancak fazla bir değişiklik yok. Durumları kritik olduğu halde ısrarla hastaneden çıkmak istemektedir.

 

Ve 27 Ocak 1987 yılı akşam saat 22.00 ...

Yatmakta oldukları bir ihvanın evinde, ellerini açarak dudakları kıpırdayarak dünya hayatına veda ederler.

Acı haber derhal duyulur. Ertesi günden itibaren Türkiye'nin dört bucağından dalga dalga insanlar Yahyalı'ya akın eder.

 

Muazzam bir kalabalığın ve bir çok seçkin insanın katıldığı ve İpek Hoca (Hasan Türkmenoğlu)'nın kıldırdığı cenaze namazından sonra kendilerinin yaptırdığı Yahyalı Kavacık Mahallesindeki Kalender Camii'ne defnedilmiştir.

Share this post


Link to post
Share on other sites

ŞİİRLERİ

----------

 

ZİYARET ÂDÂBI

 

Huzura abdestli varın

Gayet hafif selam verin

Yedine varınca erin

Yüksek söyleme sözünü

 

Göstediği yere otur

Nefsini önüne yatır

Kalbin bir araya getir.

Her yere eğme özünü

 

Kardeş gölgesine basma

Huzurda kimseyi kesme

Zahmet etme o nur yüzüne

Dağıtma orda ağzını

 

Kalksa yerine oturma

Gam verecek söz götürme

Çok bakıp edep yitirme

Daima dikme gözünü

 

İncitecek işi yapma

Öyle bir kutuptan şaşma

Huzurda başka el öpme

Dönderme şaşkın yüzünü

 

İzin almadan gidene

Ne deyim zahmet edene

Kılıçlar vurur bedene

Yarama atma tuzunu

 

Aman az olsun kelamın

Feyz almaksa emelin

Muhkem kurulsun temelin

Kurban et oğlun, kızını

 

Kalkmak için ta’cil eyle

Müşkilin var ise söyle

Mürşidine edep böyle

Uzak, yakın çök dizini

 

Ele söyler kendini bilmez

Nefsi serkeş, yola gelmez

Kalemdar bu böyle olmaz

Başkaya açma ra’zını

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

VASİYET

Vasiyet ederim size

Abdest alın taze taze

İçi fena, güzel yüze

Yapma işte riyadır bu

 

İlim, edep, takva olsun

Gönlünüze feyiz dolsun

Kov istemem, ihvan bilsin

Söz getirmek fenadır bu

 

Sünnete temessük edin

Cami, cemaate gidin

Emir tutman, "ihvan" adın

Saliklere muzırdır bu

 

Fıkıh ile hadis öğren

Nefsini yıkmaya davran

Mürşide binde bir uğran

Sakal altı sualdir bu.

 

Cahil sofulara varma

Bağlandığın ipi kırma

Huzurda boynunu burma

Görür içi, röntgendir bu.

 

Şöhreti talep eyleme

Sakın, cahîmi boylama

Dersini ele söyleme

Mıntıkada lekedir bu

 

Halkın içine karışma

Şeytan ile hiç barışma

İhvanlar ile çekişme

Fena ahlak, sıfırdır bu

 

Halvette kadınla oturma

Kalb gülistanın batırma

Ordan ora laf götürme

İçimizde nemmamdır bu

 

Zenginler ardına düşme

Tamah edip yoldan şaşma

Kimselere kuyu eşme

Kendi kazıp düşendir bu.

Share this post


Link to post
Share on other sites

SAKINMAK GEREK

 

Beş şey kalbi öldürür,

Zikrin gülünü soldurur,

Gaflet içine daldırır,

Bunlardan sakınmak gerek.

 

Evvelkisi fazla yemek

İkincisi çok uyumak

Üçüncüsü gıybet demek

İşte bundan hazer gerek

 

Dördüncüsü pek gülmesi

Beşincisi rızık kaygısı

Yoldan çıkarır, çok nası

Emrazını bilmek gerek.

 

Beş şey kalbini taş eder

Böyle dedi büyük peder

Sakınmazsan cevher gider

Muhafaza etmek gerek.

 

Birisi günah kesreti

İkinci, tokluk zulmeti

Üçüncü zulüm gayreti

Hadisleri bilmek gerek.

 

Dördüncü, namaz geçirmek

Beşinci, sol elle yemek

Yapsan bunu gider emek

Sünnete riayet gerek.

 

Münafıkda, üç alâmet

Herkes bunu eder nefret

Boşa çekilmesin zahmet

Kendini veznetmek gerek.

 

Söylerse ol, yalan söyler

Va'deylese hulf eyler

Emanete hiyanet eder

Bu fiilden uzak gerek.

 

Şu beş eve melek girmez

Aklı olan sûret komaz

Pis içkiye, iyi demez

Bundan çok sakınmak gerek.

 

Ebeveyne âsî olma

Misafiri geri kovma

Köpekler eve koyma

Meleklere ta'zim gerek.

 

Dört alâmet akıllıda

Feyizden alır ol gıda

Allah için ağlar dîde

Gözden yaşlar dökmek gerek.

 

Evvel, gelmeyene gider

Zulmedenleri affeder

Vermeyene ita eder

Kötülüğe iyilik gerek.

 

Kalemdâr ahlâkın fena

Bu fiille gitme sine

tutar bunu, akîldâne

Ahlâk güzel olmak gerek.

 

Kalemdar

Share this post


Link to post
Share on other sites

GENÇ VAR Kİ

Genç var ki imanı kuvvetli,

Din-i âli’ye hizmetli,

Büyüklerine hürmetli,

Adam olacağı belli…

 

Genç var ki imana gelmiyor,

Öğüt versen tesiri olmuyor,

Büyük, küçüğü bilmiyor,

İnsan olmayacağı belli…

 

Genç var ki abdestini alıyor,

Beş vakit namazını kılıyor,

Halis müminleri buluyor,

Adam olacağı belli…

 

Genç var ki cami görmemiş,

Secdeye yüzün sürmemiş,

Âlim yanında durmamış,

İnsan olmayacağı belli…

 

Genç var ki kuran elinde,

Allah’ın zikri dilinde,

Büyük zatların yolunda,

Adam olacağı belli…

 

Genç var ki kahvede yatar,

Evin eşyasını satar,

Derya-ı günaha batar,

İnsan olmayacağı belli…

 

Genç var ki ilme çalışır,

Vaaz vermeye alışır,

Büyük zatlarla buluşur,

Adam olacağı belli…

 

Genç var ki sinema işi,

Yitirmiş ekmeği, aşı,

Geçiyor kıymetli yaşı,

İnsan olmayacağı belli…

 

Genç var ki camiden çıkmaz,

Elin namusuna bakmaz,

Fanilere boyun bükmez,

Adam olacağı belli…

 

Genç var ki namazdan kaçar

Korkmaz Haktan, içki içer,

Salyasın etrafa saçar,

İnsan olmayacağı belli…

 

Genç var ki anneyi kırmaz,

Babasına karşı durmaz,

Sigaraya para vermez,

Adam olacağı belli…

 

Genç var ki babasını döver,

Din, iman anneye söver,

Para için insan boğar,

İnsan olmayacağı belli…

 

Genç var ki söylersen tutar,

Gayet tevazulu yürür,

Din yolunda canın verir,

Adam olacağı belli…

 

Genç var ki gayet açık suçu,

Danslarda ağarmış saçı,

Siyonizmi sever içi,

İnsan olmayacağı belli…

 

Genç var ki kürsüye çıkar,

Sözü müminleri yakar,

Gözlerinden yaşlar döker,

Adam olacağı belli…

 

Genç var ki açık bacağı, başı,

Şeytanın tam olmuş eşi,

Gece gündüz kumar işi,

İnsan olmayacağı belli…

 

Yahyalılı Hacı Hasan Efendi Ks.

Share this post


Link to post
Share on other sites

ŞİFA TARİFESİ

Besmele geçsin başına

Gelsin mü'minler hoşuna

Geçirme ömrün boşuna

Kur'anına devam lâzım.

 

ALLAH'a hamdeder kulu

Peygamber göstermiş yolu

Şükre devam eyle, ulu

Bu nimeti bilmek lâzım.

 

Gelip kıldırdı dumanı

Kula öğretti imanı

Resul'dür etme gümanı

Salavata devam lâzım

 

Bilin Muhammed Mustafa (a.s.)

Vazifeyi etti îfa,

Al-i Ashab ruha safa

Yollarından gitmek lâzım.

 

Namaz, İslâm'ın binası

Şahâdet oldu hanesi

Tenvir etti, uyan nası

Tehvid'e çalışmak lâzım.

 

Savm ile kır nefsin belini

HAK sever zekat veren kulunu

Hacc et, gör Mekke ilini

Farz olana gitmek lâzım.

 

Evvelâ ilim olmalı

Amel nehrinden dolmalı

İhlâs bahrine dalmalı

Bu işe ihtimam lâzım.

 

Tarikat temeli bunlar

Rabıtayla kalbi dinler

Teslim olup işi anlar

Meyyit gibi olmak lâzım.

 

Tarifeye hile etme

Eksik yahut fazla gitme

Kendi fikrin sözün tutma

Başını indirmek lâzım.

 

Letâif dersini alan

Mahsun olma, geri kalan

Riyakârlar bela bulan

Yokluğa atılmak lâzım.

 

Kardeş gel benliği bırak

Gerek gayet temiz yürek

Yakın sanma, yol çok ırak

Tedarikin görmek llâzım.

 

Kalbin zikri soldan başlar

Ruh'un dahi, sağdan işler

Sır çalışır, olur üçler

Tarifeyi tutmak lâzım.

 

Hafî, sağ memenin üstü,

Ahfa'nın, Muhammed dostu

İhvanın tez geçmek kasdı

Lâkin burda durmak lâzım.

 

Beşini bir eyle burda

Daima kalbinden kur da

Çok durdukça şifa derde

Temel muhkem olmak lâzım.

 

Söylemeden tez tez geçme

Tarifçiye yara açma

Her arkın suyundan içme

Menbaını bulmak lâzım.

 

Beş'den sonra alna çıkan

Adû nefse zincir takan

Zikrin aleviyle yakan

Rabıta çok olmak lâzım.

 

Şeytan, dünya hücum eder

Meyledersen zikir gider

Yetişen var etme keder

Hazrete çağırmak lâzım.

 

Bundan sonra zikr-i kül'e

Bir sızı çökmeli bele

Zikir hiç gelemez dile

Cemi' âza demek lâzım.

 

Zikr-i sultanî'ye dönen

Mâ, hevâ, nâr, turab binan

Bütün vücud bir dil sanan

Yarenlarla sohbet lâzım.

 

Bundan sonra nefy-ü isbat

Gelir tevhid, gider zulmez

Lâkin çok istermiş gayret

Fikren buna devam lâzım.

 

Nefesini çeken içe

Tek olacak, varın üçe

Yirmi bire yol aça

Maksut, matlub, rıza lâzım.

 

Yazmakla bu iş bilinmez

Sadr'a yazılır silinmez

Bu ders herkesde bulunmaz

Lâkin tarif etmek lâzım.

 

Gir murakabe içine

Katın ebrarlar göçüne

Bunlar gelmesin hiçine

Hedefin gözetmek lâzım.

 

Kalbin arşa tam açmalı

ALLAH'ın feyzini içmeli

Fena ahlâktan geçmeli

Nefsini çiğnemek lazım.

 

Üç şey bu derslere zarar

Hasta, derde deva arar

Üstazımız vermiş karar

Reçetesin tutmak lâzım.

 

Şeriatsız işi yapmak

Fenalık ardına kopmak

İğne kadar haktan sapmak

Zararını bilmek lâzım.

 

Şeriatsız tarîk olmaz

Cahil sofu dinin bilmez

Belki camiye de gelmez

Bu kavimden kaçmak lâzım.

 

Kadınla zikre oturur

'Helâl' der, dînin yitirir

Girdiği köyü batırır

Namusu korumak lâzım.

 

Ekserî cahil toplanır

Varır ilmeye saplanır

Yumurta olsan kulplanır

Cahillerden kaçmak lâzım.

 

Böyle olur kerametten azan

Şeriat, elde bir mizan

Aldatır, 'sen de keramez kazan'

Her şahsı bir tartmak lâzım.

 

İkinci, gafille sohbet

Aman, bu işten et nefret

Sana lâzım gözüm uzlet

Halvete çekilmek lâzım.

 

Üçüncü, dünyayı sevmek

Kalbine sevgisin koymak

Daima lâfını etmek

Bu sözlerden hazer lâzım.

 

Kalemdar, kusurun dolu

Bu üç şey sende var, belî

Öyle ise niden eli

Kendini düşünmek lâzım.

 

Kalemdar

Share this post


Link to post
Share on other sites

Tercüme-i Hal

 

Besmele, hamdele başladım söze,

Mevlâ fütühat lûtfetsin bize.

 

Muhammed Mustafa'ya salavât olsun,

Âl ve Ashab'ı bizleri bulsun.

 

Geçirdiğim gözden devr-i alemi

Bi-izni Hüda, çektim kalemi.

 

Yakın elli'ye, sorman yaşımdan,

Geçti çok şeyler dahi başımdan.

 

Beş-altı yaşımda vardım hocaya,

Elifi bitirdim, geçtim heceye.

 

Okudum Kur'an-ı yedi yaşımda,

Var idi bir sevda dahi başımda.

 

Gayet sever idim zikir çekmeyi,

O güzel mecliste boyun bükmeyi.

 

Kadrî'yle nakşî'den halife peder,

Bu aciz oğluna teveccüh eder.

 

Sekiz ile dokuz, on'u bitirdim,

İlmihâlimi çok şükür yetirdim.

 

Onbir onikide sohbet arardım,

Pederimden müşkillerim sorardım.

 

Onüç dedim, maneviyat açıldı,

Gönül alemine ferah saçıldı.

 

Ondörtte vurdular manevi aşı,

Durmadan akardı gözümün yaşı.

 

Kötü akrandan daim kaçardım,

Rabıtada füyuzatlar içerdim.

 

Onbeş ile yirminin arası,

Nefs-i emmarenin çoktur yarası.

 

Basınca kardeşim yirmibire,

Muayene oldum, o hazık Pîr'e.

 

Ramazanoğludur tabibin adı,

Gönüllerde yaşar bu zatın tadı.

 

Hastahanesine girenler bilir,

Emretse, bu fakir uğrunda ölür.

 

Ayetle hadisten recete yazdı,

Evrad-u Ezkâr'dan ilaçlar dizdi.

 

Yirmider otuzuna varınca,

Herkes imrenirdi bizi görünce.

 

Bu arada askerliği bitirdim,

Bilirim ya tecrübemi artırdım.

 

Halam ilim düştük hicaz yoluna,

Çok şükür kavuştuk cihan gülüne.

 

Evimizi yaptırdım bu arada,

Fışkırırdı sevgiler bu sırada.

 

Otuzdan kırka vadık, on sene,

Vaaz verip hizmet ettim bu dîne,

 

Otuz sene kürsülerde konuştum,

Sebeb oldu çok insanla tanıştım.

 

Bu arada levha yazdım, doldurdum...

Muterizin sözlerini kaldırdım.

 

Hak, rızkımı bu sebeple taşırdı,

Rahatlığı başımızdan aşırdı.

 

Sayısızca şükür olsun yaradan,

Esirgesin hıgıd, ucub, riyadan,

 

Lakin ahret derdi düştü içime,

Tövbe olsun yaptıtklarım suçuma.

 

Düşüncem hele imanla ölmek,

Halık-ı Barî'nin rızasın bulmak.

 

Ziyaretci üst üstüne gelirdi,

Sohbetlerde feyz-i Rahman alırdı.

 

Fırsat yoktu dışarıya çıkmaya,

Kardeşlerim lâyıktı bakmaya.

 

Ayrı ayrı derslerini sorardım,

Tomur tomur güllerini dererdim.

 

Hafta geçmez tekrar gelip görüşür,

Edep ile letâifin danışır.

 

Cümlesinden razı olsun yaradan,

Dünya ahret seçme bizi aradan.

 

Yalvarırım, iman ile ölelim,

Mevlâmızın rızasını bulalım.

 

Kırkı bitirdik, yaklaştık elli,

Devr-i mezalim olduğu belli.

 

Kurtulur haksız, haklı dövülür,

Alim yobazdır(!), cahil övülür.

 

Genç nesil bozuldu, etmez itaat,

Şimdi mübah oldu; menhiyyat.

 

Çıkmaz kahveden evi orası,

Şeytan ile gayet iyi arası.

 

Korkmaz Allah'tan içki içiyor,

Duyunca ezanı, nasıl kaçıyor.

 

 

Halık'ımız ıslah eylesin sizi,

Mümkün değil ise kurtarsın bizi.

 

Bu sene hicazdan nasip açıldı,

Gönül alemine ferah saçıldı.

 

Salih refiklerle beraber gittik,

Ederken tavaf, üstada yettik.

 

Kayseri vilayet, Yahyalı kazam,

Binüçüzotuz tevellüt yazam.

 

Kavacık mahallem, doğdum burada,

Mevlâmız halketmiş böyle sırada.

 

Yahyalılı Hacı Hasan Efendi (k.s.)

Share this post


Link to post
Share on other sites

KURBAN OLDUĞUM

 

Evvela besmele yazar

Salikine eder nazar

Ol ser’i semada gezer

Başına kurban olduğum

 

Cümleden fazla hayâsı

Durmaz irşad eder nası

Alnında güneş ziyası

Kaşına kurban olduğum

 

Mevlasına yanmış özü

Kalbi irşad ede sözü

Dürr’ü mercan döker gözü

Yaşına kurban olduğum

 

Salikine pek hoş bakar

Kemendi beline takar

Feminden bir rayha çıkar

Dişine kurban olduğum

 

Allah’ın indinde kadri

Zannettik semanın bedri

Arş-ı azam olmuş sadrı

Döşüne kurban olduğum

 

Kalbinden feyiz alınır

Çar-i Yâr ile salınır

Rasulullah'la bulunur

Eşine kurban olduğum

 

Mekke Medine’de bazı

Bir hatvedir hem yeryüzü

İçi güneşin has yüzü

Dışına kurban olduğum

 

Nefsin binaların yıkar

Kılıçla demini döker

Mahşerde evladın çeker

Peşine kurban olduğum

 

Kalemdar’ım aciz gedâ

Himmetinden gelsin gıda

Ömrün uzun etsin hüdâ

Yaşına kurban olduğum

 

KALEMDAR

Share this post


Link to post
Share on other sites

YAKMA YARABBİ

 

Seherlerde açılan güller hürmetine,

Rükûu da bükülen beller hürmetine

Zikrinle dönen diller hürmetine,

Cehennem narında yakma yarabbi

 

Yakma ya rabbi, yakma ya rabbi,

Cehennem narına atma ya rabbi

(Muhammed(s.a.v) aşkına yakma ya rabbi)

 

Secdeye kapanan başlar hürmetine

Aşkınla sızlayan kalpler hürmetine,

Gecelerde dökülen yaşlar hürmetine

Gazabınla bize bakma ya rabbi

 

Yolunda kaim kullar hürmetine

Rızana giden yollar hürmetine

Arşına açılan eller hürmetine

Cahimin içine sokma ya rabbi

 

Muhammet Mustafa(s.a.v) özü hürmetine

Fatima’tuz Zehra kızı hürmetine

Yetim yetemanın yüzü hürmetine

Huzurundan bizi kovma ya rabbi

 

 

Cemii peygamberlerin cani hürmetine

Cihar-i yar-i guzinin dini hürmetine

Uhud şehitlerinin kanı hürmetine

SUÇLARIMIZI BASA KALKMA Ya Rabbi

SUALDE BIZLERI FAZLA SIKMA Ya Rabbi

 

 

Muhammed aşkına yakma Ya Rabbi

Kabe aşkına yakma Ya Rabbi

Kur’an aşkına yakma Ya Rabbi

Yakma Ya Rabbi..

 

KALEMDAR

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yahu Nerdesin?

 

Aşık maşukunu durmadan arar

Muhabbetsiz geçen gün ihvan zarar

Tabi bu meslekten etmedin firar

Gel bir görüşelim yahu nerdesin?

 

 

İstihare ile bulmuştun bizi

Bekliyor yolunu acizin gözü

Ölsem de terketmem kardeşim sizi

Gel bir bilişelim yahu nerdesin?

 

 

Yüzünü görmüyor, soruyom elden

Geçen günler ise düşmezdin dilden

Sağlam teslimiyet, bağlansan belden

Gel bir buluşalım yahu nerdesin?

 

 

Geçtik mektubundan, gelmiyor selam

Hak, Rezzak-ı Alem çekmeyin elem

Mevla huzurunda şahittir kalem

Gel bir sarışalım yahu nerdesin?

 

 

Yaz-kış demeyip her an koşarken

Muhabbette ihvanları aşarken

Ağlayarak sohbetlerde düşerken

Gel bir alışalım yahu nerdesin?

 

 

Dersini alırken çöktüğün dizler

Kardeş, nereye gitti o kadar sözler?

Bekleyi bekleyi kırıldık bizler

Gel bir barışalım yahu nerdesin?

 

 

Sizi bizden sorar bazı yarenler

Bu meslek içinde gonca derenler

Bizi çok ileri geçti erenler

Gel bir erişelim yahu nerdesin?

 

 

Hubb-u dünyaya nefsimiz kandı

Acep bu alemde ölmek mi sandı

Yıkıldı herhalde feyziyin bendi

Gel bir çalışalım yahu nerdesin?

 

 

 

“Ölsem ihvanlardan ayrılmam” derdin

Halin inkar etme çok şeyler gördün

Acep nerden artıyor senin bu derdin?

Gel bir bilişelim yahu nerdesin?

 

 

Kalemdâr gibi kendini vurma

Bilen var derdini, ağyardan sorma

Küsüpte yakana, yalnız durma

Gel bir sarışalım yahu nerdesin?

 

 

Hacı Hasan Efendi (k.s.)(1914-1987)

Share this post


Link to post
Share on other sites

***ALTIN SİLSİLE***

 

Hâlık-ı arz u semâya eyleriz hamd ü senâ

Ahmed-i Muhtâr'ı kıldı âleme nûr-ı hüda

 

Hazret-i Sıddîk u Selmân, Kâsım u Ca'fer gibi

Eylemiş neşr-i hakîkat Bâyezîd-i reh-nümâ

 

Bü'l-Hasen zât-ı mükerrem Bû Ali kân-ı kerem

Yûsuf-i vâlâ-şiyem sâlâr-ı ceyş-i asfiyâ

 

Hâce Abdü'l-hâlik oldu Ârif ü Mahmûd'a pîr

Şeyh Alî, Baba, Külâl etti cihânı rûşenâ

 

Vâris-i taht-ı tarîkat şâh-ı âlem Nakşbend

Eyledi Hâce Alâu'd-din'i halka pîşuvâ

 

Oldu Ya'kûb'e Ubeydullâh-ı Ahrârî halef

Hazret-i Zâhid'le geldi âleme zevk u safâ

 

Nûr-i ceşm-i ma'rifet Dervîş Muhammed, Hâcegî

Feyz-i Bâkî'le cihân-ı ma'nevî buldu bekâ

 

Hazret-i Ahmed müceddid Urvetü'l-vüskâ olup

Şeyh Seyfü'd-dîn ü Seyyîd Nûr'a nûr-ı i'tilâ

 

Şâh-ı Mazhar şâh-ı Abdullâh-ı pîr-i Dehlevî

Hazret-i Hâlid'le oldu kalb-i sâlik pür-zıyâ

 

Seyyid-i âlî-neseb Tâha'l-Hakkarî'den sonra

Pîrimiz Tâha'l-Harîrî oldu kutbi evliyâ

 

Eyleriz arz-ı dehâlet dergeh-i sâdâta biz

Es'ad u ihvân-ı dîne mağfiret kıl ey Hudâ

 

Hamd ederiz Zü'l-Celâle halk eyledi şems-i rûh

Rabt-ı kalp yaptıkça verir feyzi ol Sâmi-i ûla

 

Oldu Kalemdar serçeşme-i hakîkat bizlere

Buldu feyzi ihvan bâ-safâ ânınla daima

 

Ya Rab! Salli alâ Nûr-il Hûda Şemsid-duhâ Hayril-verâ

Ve alâ âlihî ve sahbihî limen bi iktidâ.

 

Ruh-u şerifleri için Üç İhlas Bir Fatiha

Share this post


Link to post
Share on other sites

***SOHBETLERİ***

Bir Kamil Mürşide Varmadan Olmaz

Kıymetli Kardeşlerim! Kalplerimizin salih olması için gayret etmeliyiz. Kalbin anahtarı kutb-ı cihânın elindedir. Verdiği zikirle kalpleri açar kutb-ı cihân. “Allah, Allah, Allah” derken zikirle şifa bulur kalp. Kalbin devası zikrullah iledir. Bütün iş kalbin düzelmesinde kardeşlerim. Kardeşlerim, kalbimizle güzelleştirmek için gayret edelim.

 

Pekiyi efendim bu nasıl olacak, neyle olacak?

Reçetemizi doğru kullanmakla olacak.

Nasıl ki midemiz ağrıyınca doktora gideriz. Doktora gitmekle de kalmayız doktorun verdiği tedaviyi uygularız. İşte böyle kalbimiz hastalanınca da tabib-i hazık olan mürşid-i kamile gitmeliyiz. Mürşid-i kâmil kalbimizdeki hırs, tamah, riya, süm’a, buhul, adavet, kin, buğz, haset, kin, kibir gibi hastalıkları tedaviye başlar. Tedavisi için bizlere bir reçete verir. Bütün bu ahlak-ı zemimeyi kaldırmak için kesinlikle tabib-i hâzıka muhtacız. Onların sohbetlerine gidip huzurlarında mutlaka bulunmalıyız.

Pekiyi hasta olduğumuzu nasıl anlayacağız?

 

“Ballardan daha tatlı olan Kur’an-ı Kerimi okuyamıyorum bir eringeçlik geliyor. Ballardan daha tatlı olan zikri yaparken uykum geliyor.” diyorsan bil ki hastalanmışsın. Canın, lafza-yı celâli, Kur’an-ı Kerim’i istemedi mi; bil ki kötü bir hastalığın var. Kalbin hasta. Bu hastalık öldürürse kötü öldürür. Allah bizi bu dertle öldürmesin. (Âmin)

 

Şeriat demiryolu gibidir. Şeriatta küçük bir gevşeklik olursa treni devirirsin, mahvolursun. Es’ad Erbilî, kıymetli pederime şöyle demişti: “Mustafa Efendi, size şu icazetnameyi veriyorum ama şeriattan ufak bir noktaya halel getirecek olursan tarikatımdan merdudsun.” Büyüklerimiz böyle diyor daha işin başında. Tarikat için şeriat bu kadar önemli. Şeriat “demiryolu” dedik. Tarikatla hakikat şeriatın hizmetçisi. Tren ray olmadan bir adım bile ilerleyemez. Önce yola gireceksin. Sonra kancanı vagonlardan birine takacaksın. Aksi takdirde treni emmare, levvame, mülhime istasyonundan öteye götürmeye imkân yok.

 

Niceleri gittiler mürşid arayı

Arayanlar buldu derde devayı,

Yüzbin okurısan akdan kareyi

Bir kâmil mürşide varmayınca olmaz.

 

Kadılar müftüler cümle geldiler

Kitapların hep bir araya yığdılar.

Sen bu ilmi kimden aldın dediler

Bir kâmil mürşide varmayınca olmaz

 

Bunları sade şiir gözüyle görmemek lâzım. Ayetlerin lisanından konuşur Hak şairinin şiirleri. Yukarıdaki şiir, “Li küllin cealnâ minkum şir’aten ve minhâcâ” (Maide, 48) yani “Her biriniz için bir şeriat ve münevver bir yol tayin ettik ayet-i celilesini tefsir ediyor adeta.

 

Üstadımız buyuruyorlar ki “Benim ihvanımın semtine şeytan yaklaşamaz.” Böyle büyük, emniyetli bir yoldayız. Makinistimiz işinin kâmilen ehli bir Hak dostu. Allâh yolumuzdan ayırmasın, kıymetini bilmek nasip etsin, hak yolda kâim eylesin inşallah.

 

Hamd olsun âlemlerin Rabbi olan Allâh’a. (Âmin)

 

Yahyalılı Hacı Hasan Efendi (k.s.)

Share this post


Link to post
Share on other sites

DİN NASİHATA KAİMDİR

Hâlık-ı Zülcelal ve Tekaddes Hazretleri bir kısa âyet-i celîle-i cemîlede şöyle buyuruyor: “Habibim Ahmed, Resûlum ya Muhammed! Va’z u nasihat et, şüphesiz öğüt mü’min olanlara fayda verir.” (Zariyat, 51/55). Mü’min olmayanlara vaaz menfaat vermez dikenlerini büyütür. Amma rahmet yağdı mı ikilenmiş üçlenmiş bir tarlaya attığın buğday tohumu gibi, onlara hayat verdiği gibi zamanın münafıklarının da dikenlerini büyütür onların da hacılara hocalara karşı itirazları çoğalır, ama mü’min olanlara menfaat verir… Bu âyet-i celîle-i cemîleden hareketle Efendimiz (sav) de üç defa “Din nasihattır, din nasihattır, din nasihattır.” buyuruyor. Ne demek? Din nasihatla kuvvetleşir, insan ibret alır da ıslah olur. Vaaz u nasihat dinlerken, büyük bir zatın sohbetini dinlerken ibretengiz neler söyleniyor, onları duyar ve ibret alır.

 

Büyüklerimizden Zünnûn-i Mısrî, Allah (c.c) şefaatine nail etsin, anlatıyor: “Malik bin Dînar, birkaç aylık yola denizin üstünden döşemeden gider gibi gitmiş. Geçtikten sonra bakmış ki sekiz dokuz yaşında bir çocuk, toprak savuruyor. Toprak savururken de hüngür hüngür ağlıyor, bazen de gülüyor, hem gülüyor hem ağlıyor. Şu çocuğa selam versem mi, vermesem mi diyor. Oraya vardığında:

 

- Esselamu aleyküm yavrum, deyince, çocuk;

 

- Ve aleykümselam ya Malik ibni Dînar, diyor.

 

- Oğlum ben buraya yeni geldim. Beni kimse görmedi, ismim de belli değil, nerden biliyorsun sen.”

 

- Seni âlem-i ervahtan biliyorum ben! diye cevap veriyor.

 

Bunun örneği çok. Abdülkadir Geylani (k.s) Efendimiz birine ilk defa karşılaştığı birine ismiyle hitap ediyorlar. “Efendim adımı nerden biliyorsunuz?” denildiğinde, “Ta âlem-i ervahtan biliyorum ben sizi” diyorlar. Allah (c.c.) şefaatlerine nail etsin.

 

Malik bin Dînar Efendimiz, “Acep bunun dediği doğru mu, bir sual sorayım bakalım.”, diyor:

 

- Oğlum, insana nefsi ne yapar, aklı ne yapar. Çocuk da:

 

- Nefsi size yaptığı gibi yapar, aklı da size yaptığı gibi yapar, cevabını veriyor.

 

- Ne yaptı ki!..

 

- İşte şuradan gelirken “Selam versem mi” diyen aklındı, “Selam vermesem mi” diyen de nefsindi. Nefis daima isyanı emreder, akıl daima iyiliği emreder.

 

- Sonra da aklınla “selam vereyim” dedin. Gelince de selam verdin, aklın daima nefsine galip geliyor.

Kardeşlerim, Halık-ı Zülcelal’in verdiği imanın yanında akıl da başvekildir. Aklımızın dediği yere gidelim, nefsimizin dediği yere gitmeyelim.

 

Allah (c.c.) aklımızı nefsimize daima galip etsin inşaallah.

 

Hamdolsun âlemlerin Rabbi Allah’a.

 

Yahyalılı Hacı Hasan Efendi (k.s.)

Share this post


Link to post
Share on other sites

AZ ODUN SU KAYNATMAZ

Bir ihvan neden terakki etmez, derseniz, bugün size bundan bahsedeyim. Efendimizin misallerini vereyim size. Çok güzel güzel misaller getirirdi Sami Efendimiz. Bir gün bir ihvanı geliyor, “Efendim, bir türlü ilerleyemiyorum.” diyor, Efendimiz de: “Ocağının altında odunlar az, rabıtan az da ondan. Kaynatmıyor, o çarkı döndürmüyor attığın odunlar.” diye cevap veriyor. Açıktan görüyor hâlini ve derdini söylüyor. Efendimiz söylüyor ben de haber veriyorum.

 

Meselâ: Elma, armut vs. meyveleri düşünün. Bunları birbirine aşılamak istediğinizde hem meyve aşılanmaya müsait olacak, hem de mahir bir aşıcıya ihtiyacınız var. Yoksa ne yeni bir meyve oluşur, ne de eski meyveden bir tat kalır. Tatsız, kokusuz, zehir gibi acı bir şey çıkar ortaya. Yenmez, zayi olur. Meyve sulu olacak, aşıcı sulu olacak. Ham olduğunu bile bile tarikat yolu gösterilmez insana. Mukaddime verilmeli önce. Bir zaman bekletmeli. İmanının sıhhatini ve ihlâsını iyice tecrübe etmesi lazım bu yola tâlip olan kişinin.

 

Efendimiz diyor ki; “Duvara birkaç defa vurun da, kırılmayan testileri alın” “Hemen kırılıveren adamları almayın” diyor. Şöyle diyor: “Kalplerin şifası Allah Allah Allah Allah” demektir. Ağacın yaralı dalı varsa rabıta kalemi ile sararsın. Gereken dalları budarsın. Ne kadar kötü ahlâkı olsa da kalbinde halis bir teslimiyet taşıyan kişi bu yolda kemâle erer. Cansız dalları budanır, taze filizler vermeye başlar; göverir.

 

Efendimiz derdi ki: “Bizim huzurumuzda dursun da, o kişinin kalbine manevî tohum düşmesin; bu mümkün olmaz. Tohumun tutacağından kimse şüphe etmesin…”

Ama burada bir incelik var. Eğer tarla temizlenmemişse, ayrık otları toplanmamışsa, manevî tohumla birlikte bu otlar da büyür. Onun için mücahit çapasını eline alacak, o kötü ahlakları bir güzel çapalayacak. Çapalama işini, çabalama işini kişi kendi yapacak. Bizi ileri göndermeyen kötü ahlaklar. Cihat edin kötü ahlâklarınızla. “Siz çapalama işini güzel yaparsanız, füyûzat suyunu da ben koyarım”, derdi Efendimiz.

 

Hırsını, tamahını, buhlunü, adavâtını, kinini, buğzunu, riyasını, süm’asını, kişi kendi gayretiyle yenmeye çalışacak. Büyüklerimiz, su vermeye hazır bekliyorlar. Amma bakıyorlar, tarla temizlenmemiş. Su verseler ayrık otları da boy atacak. Çapalama kesintisiz olacak, rabıta kalemi de sıkı duracak; o zaman o gönülden kaynak suları fışkırır. Çaputlarımızı atamıyoruz, ahlâkımızı çapalamıyoruz, emeğimizi riya, süm’a, nefis, şeytan rüzgarları alıp götürüyor. Bunun için terakki edemiyoruz. Fidanı sıkı bağlayacağız; sağa sola meyil vermeyecek. Neyle bağlayacağız: Emri bi’l marûf nehyi ani’l-münker ile. Allah’ın emrettiklerini tutup nehy ettiklerinden kaçmak suretiyle iyice bağlayacağız. Rüzgar esse bile üzerinden geçer gider o zaman, bağlı kazığa zarar veremez. O ağaçtan artık zamanla irfan meyvaları toplanmaya başlanır. Rabıtaya sıkı tutunup “Allah Allah Allah” demeye devam edin, bakın nasıl meyva verecek o ağaç.

 

Es’ad Erbili (k.s.) 69. mektubunda şöyle buyurmuş: “Muhabbet-i masivaya meftun bir kalp ile mahbûb-ı hakikinin huzuruna varılmaz” Üstâd-ı Ekrem Efendimiz (k.s) bunu Yüksek İslâm Enstitüsü’nden bir Hocaefendiye yazmış. Biz, köylümüze konuşuyoruz. Dağda çoban olsa sözümüzden anlaması ve hazzetmesi lâzım. Sözü büyükler sarf etmeli, en küçüklerimiz de anlamalı. Onun için sözü döndürüp konuşuyorum.

 

Mahbub-û Hakikimiz Allah celle celaluhu. Sevgilimiz, Allâhımız. Bizden razı olduğu gün kurtuluruz. Hiç başka türlü ibadetin faydası olmaz. Baş olayım, ayak olayım. Cennete gireyim. Şunu bulayım. Hiç bunun için ibadet etmeyin. Kalbinizde başka bir şeyin muhabbetiyle Allah’a ibadet etmeyin. Sırf Rıza-yı İlahiyeyi istediğimiz için Allah’a ibadet edelim inşallah.

 

Hamd olsun âlemlerin Rabbi olan Allâh’a.

Share this post


Link to post
Share on other sites

SEYRÜ SULUKTA TESLİMİYET VE SABIR

 

Kıymetli kardeşlerim!

Azgın nefsimizi terbiye etmek için mürşide teslimiyet gerekir. Mürşid-i kâmilin nefsimizin ıslahı için bizleri tâbî tuttuğu her türlü imtihana da sabretmek gerekir. Nefis terbiyesinde teslimiyet ve sabır çok önemlidir. Sizlere bu meseleyi daha da kolaylaştırmak için, uzun yıllar şeyhlerine hizmet eden iki müridin menkıbesini nakledeyim:

 

Şeyh efendi, bir gün, yatsı namazını kıldırmak üzere imamete geçer. Efendi hazretleri namaza başlamak üzere iftitah tekbirini "Allahu Ekber!" diyerek alır. Arkasında cemaat olan iki müridi ise tekbir almak için ellerini kaldırırlar. Aman Yâ Rabbi! Bir de ne görsünler? Şeyh efendinin kulaklarının yerinde iki tane merkep kulağı var. Nefislerinin verdiği vesveseyle kendi kendilerine söylenmeye başlarlar "Allah Allah, keşfimiz açıldı, şeyh deyip kendisine intisap edip dersini çektiğimiz manâ âleminde merkepmiş meğer."

 

Namaz sona erdikten sonra birisi diğerine "Yazık söyleyelim de tövbe etsin, kurtulsun." der.

-Efendim! Kusura bakmayın da bizim keşif gözlerimiz açıldı. Biz, sizin kulaklarınızın yerinde iki merkep kulağı görüyoruz.

 

-Vah vah. Öyle mi evladım. O zaman şu ustura bıçağını alında bari, ben namaza durunca yine gözükürse kesin atın o kulakları oradan.

 

Şeyh efendi namaza durmuş, kulaklar çıkıvermiş, müridler de kesivermişler. Namaz biter bitmez; şeyh efendi geriye dönmüş, iki müridinin de üstü başı kan olmuş. Meğer onlar, kendi kulaklarını kesip atmışlar. Aynada kendilerini görüyorlarmış.

 

Şeyh efendi onlara, "Ben sizi nefsinizi tebdil ede ede, kötü huylarınızı iyileştire iyileştire, sizin nefsinizi insaniyete çevirecektim. Nefsinizi millete menfaati olan merkebe tahvil ettim idi. Ama sizler sabredemediniz. Sabırsız dervişler bu kapıya layık değildir. Şeyhine su-i zanda bulunan dervişlerle bizim işimiz olmaz. Çıkın dışarı! Çıkın! Kabul etmiyorum, reddediyorum sizi!" der ve onları huzurundan kovar.

 

Hem mürşid-i kâmil demişler, hem istihare etmişler, sonra da intisab etmişler, fakat tahlil edememişler meseleyi.

Neden? Çünkü ilim ehli değiller. Tarikat için ilim lazım.

Es’ad-ı Erbilî hazretleri de aynı şekilde kıymetli pederim Şeyh Mustafa Hulûsî’nin nefsini katletmişti. Bu olayın olduğu gün sevgili anneciğim bir rüya görmüş. Rüyasının akabinde başlamış ağlamaya. Ağıtına büyükannem uyanmış.

-Niye ağlıyorsun kızım?

-Rüyamda şeyhi oğlunuzun boğazını kesti, kan oluk oluk akıyordu. Dayanamadım, ağlıyorum.

Büyükannem velî bir hanımdı. Rüyâ’yı hemen yorumlamış.

-Şeyhi oğlumun nefsini bugün katletti. Islah etti.

Bu azgın nefsi kesmek, ıslah etmek bizlerin elinden gelmez. Ancak nefs-i emmâre, bir mürşid-i kâmilin hakîkat kılıcıyla kesilirse nefs-i mutmainneye, nefs-i râziyeye, nefs-i merziyyeye dönüşür. Mürşid-i kâmile teslim olmalı iyice. O, akıl, zikir, hilm, sabır, kanaat, tevekkül, tevazu ile kötü huylarımızı iyileştiriverir. Bizlerde hırs var, tama var, buhl var, adâvet var, buğz var, haset var, kibir var, yalan var. "Yok, yok!" diyoruz ama kendi kendine patlak veriyor, ortaya çıkıyor. Yaralarımız çok. Bunlardan kurtulmamız içinse bir tabib-i hâzık, bir manevî doktora muayene olmalıyız. Manevî doktorun Kur’ân-ı Kerîm’den ve hadîs-i şerîflerden çıkardığı reçetelerle devâ bulmalıyız. Bu ilaçları, istenildiği kadar -tadı acı olsa da- deva için içmeliyiz.

Allah Teâlâ hazretleri manevî hastalıklarından kurtulan ve kendisine hakîkî kul olanlardan eylesin bizleri.

Hamd olsun âlemlerin Rabbi olan Allah’a. (Amin)

Share this post


Link to post
Share on other sites

BU KAPIYA EĞRİ ODUN YARAŞMAZ

 

Kıymetli Kardeşlerim;

 

Hazreti Ali Efendimiz (k.v.): “Soru sormak ilmin yarısıdır.” buyurur. Sizlere, bir hanım annenin, âlim bir zâtı sorularıyla nasıl müşkil bir duruma soktuğunu nakledeceğim. Şayet gönül açık olursa söz de yerini bulur.

 

Bir kadın, Hayyan ismindeki alim bir zâtın bulunduğu meclise gelir:

 

- “Bir müşkilim var, sormak istiyorum. İçinizde ehliyetli bir kimse var mı?” der. Mecliste bulunanlar Hayyan’ı gösterirler. Kadın işaret edilen şahsın yanına gider ve aralarında şöyle bir konuşma geçer:

 

- Hoca efendi! Sizce sehâvet (cömertlik) nedir?

 

- İ'ta, bezl (esirgemeden kendi isteği ile verme) ve îsardan ibarettir.

 

- Bu sözünde ne demek istedin?

 

- İ'’ta, vermek demektir. Bezl etmek, ondan sonra gelir. İsar; kendine lazım olanı, ihtiyacından dolayı bir başkasına vermektir.

 

Hoca efendinin vermiş olduğu cevapla yetinmeyen kadın sözüne şöyle devam eder:

 

- “O senin söylediğin dünyadaki sehâdır, asıl dîne göre sehâ nedir?”

 

- Cenâb-ı Hakk’a, hiçbir ağırlık hissetmeksizin, sehâ-yı kalb ile ibadet etmektir. Kişi kaza namazı kılar yorulmaz, Kur’an okur bıkkınlık gelmez, tevhid ve Lafza-i Celal okur usanmaz; işte böylece, hiç ağırlık hissetmeksizin Allah’a ibadet etmeye sehâ denir; dinde sehâ budur.

 

- Efendim! Siz Hakk’tan ibadet mukabilinde mükafat talebinde bulunur musunuz?

 

- Tabi ki hemşire hanım. Çünkü Allah u Teala bir haseneye on misli sevap vaat etmektedir. Binaenaleyh biz kullar da bu mükafatı arzular ve taleb ederiz.

 

- Fesubhânallah; Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim ki, bir verip de on aldıktan sonra verme işi şaşılacak bir şey. (Bakınız kadın nasıl taaccüp ediyor) Siz birisine bir lira verseniz de ondan on lira alsanız bu sehâvet mi olur dilencilik mi? Allah’a bir verip de on aldıktan sonra kulun sehâveti nerde kalır? Rızâ-yı bârî bu amelin neresindedir?

 

- “O halde sizin indinizde sehâ nedir? Ben de sizden soruyorum, hanım bacım?”

 

- Cenâb-ı Hakk’a mütenâim ve mütelezziz olup, Allah’a itaat ederek lezzet alıp, hiçbir kerâhet hissetmeksizin ibadette bulunmaktır. Sehâvet işte budur! Şu halde ki, kul ibadeti mukabilinde hiçbir ecir istemezse, Mevla-yı Zü’l-Celâl o kul hakkında istediğini yapar. Meselâ, evladı babasından bazı isteklerde bulunsa; baba beni evlendir, bana ev yap, iş bul diyecek olsa, baba evladının itaatli olup-olmadığına bakar. Eğer evladı itaatli ise, ona, asi evladına davrandığı gibi davranmaz, onun isteklerini yerine getirir. Allah’a itaati olmayan kimse, yüz bin yıl ibadet yapsa Allah razı olmadıktan sonra bir şey verir mi? Onun ibadeti ne işe yarar ki? İbadet ancak cennette dereceyi artırır. Aslında imandır cennetin anahtarı. Cennette ebedi durmak imanda ebedi durmaktır. Cennette derece amellerdedir. Ey Hoca efendi, Cenâb-ı Hakk’tan haya etmez misiniz ki kalbinize nazar buyursun da sizin bir şey mukabilinde bir şey istediğinize muttali olsun. Bu, dünyada bile hoş görülmez.

 

Yunus kırk yedi yıl şeyhine hizmet etti de, şeyhi: “Çık git bu dem, hizmete dayanamadın.” dedi. Yani kırk yedi yıl hizmet etmiş de dervişler demiş ki: “Kızını alacak da onun için hizmet ediyor.” Yunus Emre dergah için dağlardan odun toplarmış. Efendisi Taptuk Emre âma bir zât.

 

-“Evladım! Dağlarda eğri odun yok mu?” diye sorar. Yunus ihvana ibret olsun diye:

 

-Hepsi eğri Efendim. Ancak bu kapıya eğri odun yaraşmaz, doğrusu yakışır. Arayı arayı doğrusunu seçerim, bu kapıya eğrisi olmaz, der. Hazreti Yunus kendi kendine de kızıp durur; kızını isteyerek bu iş olmaz der, derûnundan. Fakat Yunus’un niyetindeki istikameti gören şeyhi, kızıyla izdivac eyler onu. Hanım anne sözüne devamla şöyle der:

 

-Bir insana bile lâyık görmediğimiz bir hususu Allah (c.c.) için nasıl uygun görebiliriz. Cennetini ver, hurini ver, köşklerini ver, diye ona nasıl ibadet ederiz? İbadetlerde böyle bir niyet asla söz konusu olamaz.

 

Hayyan ve yanındakiler bu hanım annenin sözleri karşısında ne söyleyeceklerini bilemezler ve şaşakalırlar. Hayyan kadına teşekkür eder ve ayrıca ondan özür diler.

 

Evet kardeşlerim! Niyetimiz, Allah (c.c.)’a karşı sahih ve düzgün olursa böylece bütün bir mahlûkata karşı da samîmi ve gönülden olur.

 

Allah (c.c.) cümlemize, bu hanım annemizin bahsini etttiği, niyet-i hâliseyi lütfetsin. (Âmin)

 

Velhamdü lillâhi Rabbi’l-Âlemîn.

Share this post


Link to post
Share on other sites

ALLAH, KULUNA MÜJDELER VERİYOR

Kıymetli Kardeşlerim… Cenâb-ı Hakk, Hadis-i Kutsî’de “Ben kulumun zannı üzereyim.” buyurmaktadır.

Bir kulun hesabı görülüyor. Sonunda cehenneme gitmesine karar veriliyor. Bu kul, cehenneme giderken kendi kendine, “Ben böyle bilmezdim.” diyerek gidiyor.

 

Allah Teâlâ bildiği halde meleklere, “Ne diyor kulum?” diye soruyor. Melekler, “Ben böyle bilmezdim.” diyor ya Rabbi, diyorlar. Kul sözlerinin devamında, “Allah (cc), beni cennete götürür zannediyordum, şimdi cehenneme gidiyorum, günahım ağır geldi.” diyor.

 

Allah (cc), kuluna, “Öyle mi zannederdin.” diye sorduğunda o da, “Evet ya Rabbi!” diye cevap veriyor. Rabbimiz (cc), “Öyleyse kulumu cennet-i a’laya götürün. Ben kulumun zannı üzereyim.” buyuruyor.

 

İstirham ediyorum kötü zan üzere olmayalım. Yani, istiğfar ettiğimiz zaman, Allah beni affeder, diye düşünürsek o zaman Allah (cc) bizi affeder. Öyleyse bu düşünce üzere istiğfarda bulunalım. Bu hadis-i kutsî, kurban olduğum Allah’ın kullarına mükâfatıdır. Müjdelemeyelim de korkutalım mı? Herkesin kulağını müjdeyle doyuralım inşallah.

 

Allah Teâlâ bu hadis-i kutsîde biz kullarına şu müjdeleri veriyor: Kulum, dua ettiği zaman kabûlümü umarsa zannettiği gibi kendisine tecelli ederim. Kulum, “Allahım! Şu evlatlarımı ıslah et.” derse, Ben onun evlatlarını ıslah ederim. Çünkü anne-babanın duası bir peygamberin ümmetine yaptığı dua gibidir.

 

Kulum, “Allah (cc) bana merhamet eder, kendisine giden yola muvaffak kılar.” diye umarsa, Ben ona yardım eder, merhamet eder, onu kendi yoluma gitmeye muvaffak ederim. Ona, eski kötülüklerini terk ettiririm, onun içine kötülüklere karşı nefret veririm, diyor. Hayranım bu hadise. Allah buyuruyor çünkü. Ben öyleyimdir. O, beni zikredince Ben onunla beraberim. O Beni tek başına zikrederse Ben de onu yalnız zikrederim. Tek başına zikrettiğinde ben de ona, “Kulum! Kulum! Affettim kulum!” diye karşılık veririm.

 

Kendimizi böyle teraziye koyalım. O, Beni bir cemaat içinde anarsa, Ben de onu, onunkinden daha hayırlı bir cemaat içinde anarım. Kulum! Senin zikrinden maksat, “Beni cennetine kabul et, girdir.” demekse, kabul ediyorum, sana cennetimi vaad ediyorum. Kulum sadaka verir, zekât verir, fakirlerin elinden tutar, onlara yardım eder. Her nasıl itaatle olursa olsun Bana doğru bir karış gelirse, Ben ona bir arşın yaklaşırım. “Neyin yaklaşır ya Rabbi?” Rızam yaklaşır. Râzı olurum o kulumdan.

 

Bunları hep Hazin Tefsiri’nden aktarıyorum. O her ne zaman ki Bana itaati artırırsa; kaza namazı, kuşluk, evvâbin, teheccüd namazı kılar, ibadetlerini, zikrini artırırsa Ben de ona verdiğim feyiz ve bolluğu artırırım. Evine bereket, geçim veririm. Biz başka başka yerlerde arıyoruz bolluğu. Biz bolluğu; bankada, faizde, haksızlıkta arıyoruz. Bolluğu, evladımıza verdiğimiz sözden dönmede arıyoruz. Hâlbuki bolluk, Allah’a itaattedir. O, bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak giderim.” (Buhari, Tevhid 50; Müslim, Zikr 2, Tirmizi, Da’avat, 142)

Kulum yürüyerek gelirse ki nereye; İmam Hatip’e, camiye, Medine’ye, Ben de ona koşarak gelirim. Bana, yürüyerek ibadete gelirse, Benim rızam da ona koşarak gelir. Razıyım Ben senden, derim.

 

Kulum Bana karşı olan vazifelerinde çok dikkat ederse; orucuna, teravihine, zekâtına, görevlerine, anasına-babasına saygıya, çocuklarının hakkını gözetmeye riâyetkâr olursa, Ben de onun üzerine feyiz ve bereketimi döktükçe dökerim. Mevlâ bizleri bu müjdelere nâil olan kullarından eylesin. (Âmin)

Share this post


Link to post
Share on other sites

HELAL RIZIK VE NAMAZ

Şâh-ı Nakşbend (k.s.), namazı huzurla kılmak istiyorsanız şu üç hususa dikkat edin buyurmuş:

 

Birincisi: Kazancınız mutlaka helâlinden olsun. Bir lokma haram kırk gün ameli, duayı durdurur.

 

İkincisi Allah’ın verdiği rızkı helal yemek, huzurla yemek. İnşallah u Teâla bu hususu açıklayacağız.

 

Mühim olan kimin verdiğini bilerek yemektir. Şehvetle arzuyla istekle değil; ibadet niyetiyle yemek. Yani vücûdum ibadet etsin diyerek yemek. Eskiden ekmeği Allah Allah diyerek çiğnerdik.

 

İhvandan birisi, “Efendim bir haftadır yediklerim hep huzurlu hiç rahatsızlık bilmem.” Böyle huzurla yedim mi yediklerin hep vücutta nur oluyor.

 

Sami Efendimiz (k.s.) buyurmuşlardı, "Huzur lokması huzur olur. Şehvet lokması kazurat olur." Onun için huzurla yemek lazım.

 

Bir defasında Ziya Paşa Köşkü'nde Hacı Es'ad Erbilî Efendimiz (k.s.)'in ziyaretinde otuzun üzerinde misafiri bulunuyormuş. Oğlu Ali Efendi babasına, "Efendim! Cemaati dağıtalım, kanunlar buna müsait değil." demiş. Es'ad Efendimiz (k.s.) ise:

 

"Ali, evladım! Bu kapıyı Mevlâ açtı o kapamayana kadar ben kapatamam. Bu kardeşlerimiz bize babalarından daha muhabbetliler." buyurmuşlar.

 

Mânevî baba evladını yerden âlâ-yı ıllîyyîne çıkarıyor, maddî baba âlâ-yı illîyyînden yeryüzüne indiriyor. Yere indirenin hakkı mı yoksa böyle âlim eden, kâmil eden zâtın hakkı mı daha fazla. Allah bizi onların içinden seçip ayırmasın. (Âmin.)

 

Hocan olmasa burayı bulamazdın, bilemezdin. Hoca yol gösteriyor ki geliyorsun. Onlar önder oldular da yolumuzu bulduk.

 

Kardeşimiz anlatıyor, o Ziya Paşa Köşkü'nde bir hafta durduk yediklerimiz hep huzur oluyor. Hicaz'da da öyle oluyor insan. Bir ilaç almaya gidiyordum. Yolda kerameten Sahan Efendi rast geldi. Dönün geriye ilaç almaya hacet yok. Tekkede kutbu cihânın yemeğini huzurla yiyorsunuz da nur oluyor, bir sıkıntı olmaz biiznillah.

 

Bu haller bizde çok olurdu. Akşam bir bardak bal şerbeti içerdik. Zikr ile meşgul olurduk. Biz bunları yaşaya yaşaya geldik bu güne. Şimdi de iş göremez olduk; o günlerin hasretini çekiyoruz. Hiç değilse eski günleri size duyurmuş olalım.

 

Rızık helâlinden olacak, yediğin lokma huzurlu olacak. Abdest alırken baştan başlayıp ayağa gelene kadar her âza ile yaptığın günaha tevbe edeceksin. Ondan sonra iftitah tekbirinde Allah hatırında olarak, elimin dışıyla dünyayı geriye attım diyerek Allah u Ekber dedin mi, ben huzur bulacağım deme, huzur kendi gelir. "Men lem yezuk lem ya'rif." "Tatmayan bilmez." denmiş. Bizzat yaşadık da elimizden alınan şeyler bunlar. Size tavsiye ederim. Allah rızası için böyle namaza durdun mu huzuru düşünmeye hacet yok huzur kendi gelir. Namazı anlatmak çok zor.

 

Haram lokma yiyerek, ibadetten-taatten uzaklaşarak nefsinin esiri olan insanları anlatıp da meclisimizin tadını kaçırmak istemiyorum. Bu tür insanları zikretmekte fayda yok, hatta kalbleri kara insanların zikri meclise ağırlık verir. Vaazın, sohbetin tesirini ortadan kaldırır. Kâfirden, zâlimden ne diye örnek alalım bizim menkıbelerimiz varken.

 

Atâullah İskenderî Hazretleri (k.s.)'nin Tâcu'l-Arûs adlı eserini mütâla ediyorum. Buyuruyor ki: "Masiyetten kalbleri kararmış insanların kalb kokularından dolayı nice büyük evliyaullah vardır ki kırk yıl cemaati terk etmişlerdir."

 

Râbiatü'l-Adeviyye annemize, "Şeytanı düşman ittihaz eder misin?" diye sormuşlar, yok demiş. Kur'an-ı Kerim'de delilleriyle sabit, düşmana buğz etmez misin, diye sorduklarında, "Allah'a sevgiden kalbim lebâleb dolmuş da düşmana adâvete yer bulamıyorum." demiş.

 

O kadar menâkıble, evliyâullah sözleri dolu iken onlara yer yok, alan alsın.

 

Mevlâ iyilerin meclisinde bulunmayı, huzurla yiyip huşûyla namaz kılmayı, aşk-ı İlâhi ile dolmayı nasib buyursun.

 

Hamd olsun âlemlerin Rabb'i olan Allah'a.

Share this post


Link to post
Share on other sites

İLİM NURANİ BİR PERDEDİR

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Allah u Teâlâ’nın nûrdan ve zulmetten yetmiş perdesi vardır.” İnsanların kimileri bu zulmânî perdelerle, kimileri ise nurânî perdelerle perdelenmiştir. İlim ise nurânî bir perdedir ve bazen kişiyi yoldan alı kor. Hakk’a vâsıl olmağa engel olur. Onun için büyüklerimiz “Keşke ‘kâle yekûlu’ bilmeseydiniz, evladım!” demişlerdir. Böyle kimselerin seyr ü süluku çok zordur. İhlassız ilim zararlıdır. Okumalı, ilim elde etmeli ama çok da tevazulu olmalı. Kibirden kaçınmalı.

 

Bu mevzûyu daha güzel izah etmek için size Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinden bir menkıbe nakledeceğim. Mevlânâ Hâlid (k.s.), Çeştî, Kâdirî, Kübreviyye tarîkatlerinden icâzet almış, hâfız-ı Kur’ân, muhaddis, müfessir, fakîh, bir büyüğümüz. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde bir zirve. Bu mıntıkaya Nakşi tarikını saçan o oldu. Âlicenâb idi. Ahlâk-ı hamide sahibi idi. Allah yolunda kınayıcının kınamasından korkmazdı. Kendisine halktan gelen ezâlara katlanır sabrederdi. Gönlü Hak yolunda sabit, açık ve anlaşılır bir lisanla konuşan, tatlı dilli hoş sohbet bir kimse idi. Ruhsatla amel etmezdi. Azimetle amel ederdi. Hastaları ziyaret ederdi. Dul ve yetimleri gözetirdi.

 

Mevlânâ Hâlid (k.s.)’in öyle bir ilmi vardı ki, kuşu kapan ırmak, hızla yağan yağmur, sahili bulunmayan bir deniz gibiydi. Ama bir türlü mutmain olamıyordu. Kendisine perde olan bu ilmin yerine ledünnî bir ilme sahip olmak istiyordu. Bu da ancak bir mürşid-i kâmil sayesinde olurdu. Hindistan, Cihanabad, Dihle şehrinde Abdullah Dehlevî hazretlerine gitti. Abdullah Dehlevî (k.s.)’nin dergâhına girdi. Kendini tanıttı: “Süleymâniye, Bağdat ve Şam âlimlerinden Mevlânâ Halid!” dedi. Abdullah Dehlevî (k.s.) önce onu, dergâhın abdesthanelerinin temizliğine gönderdi. “O, pis taşları yıkasın, temizlesin!” dedi. Hazret-i Hâlid (k.s.) hiç itiraz etmeden elde süpürge ve su kovası hizmete başladı. Bir gün yorgunluk anında nefsi, onu zayıf bularak yüklendi:

 

-Ey Bağdat ve Şam diyarlarının büyük âlimi Mevlânâ Hâlid! Deli mi veli mi belli olmayan bir kişinin sözüyle kalkmış, dağlar diyarlar aşmış, aradığını bulamamışsın. Hani mürşid-i kâmil? Durmadan sana pislik temizlettiriyorlar. Bunun ledünnî ilmi nerede? Seyr ü sülûku nerede? Sahili olmayan bir umman gibi ilmi olan, muhaddis, müfessir, bir adama cahillerin kapısında pislikleri temizlettiriyorlar. Bu cahillerden ayrıl git!

 

Halidi Bağdadî (k.s.) hemen nefsine karşı gelir:

 

-“Nefis! Uzatma! Gerekirse sakalımla temizlerim!” der ve işine ihlasla devam eder. Abdullah Dehlevî (k.s.) o esnada pencereden bakmaktadır. Halid’in elindeki süpürgeyi ve kovayı melekler taşıdığını görür. Onu çağırır ve şöyle söyler:

 

-Oğlum Hâlid! İlmin cihanı tutmuş, bilgin dünyaya kafi. Tek noksanın bunlardan kaynaklanan nefsinin gururu ve kibri idi. Onu ayaklar altına aldın. Artık işini melekler görür oldu. Bağlı olduğumuz efendilerimiz şeriat, tarikat, ve marifetle hakikate erenlerdir. Sen de artık gidip bütün iklimleri irşat edebilirsin.

 

İşte kardeşlerim; mürid olup murada ermedikçe vuslat gerçekleşmez. Büyüklenmekle, kibirlenmekle seyr ü sülûk olmaz. Ancak tevazuyla vâsıl-ı ilallah olunur. Yok olacaksın da var olacaksın. Yok olmayınca var olunmaz.

 

Cenab-ı Hakk, büyüklerimizin ruhaniyetini üzerimizden eksik buyurmasın. Bizleri âlim ve muhlis kulları zümresine ilhak buyursun. (Âmin)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Allah’ı ve Ölümü Tefekkür!..

 

Kıymetli Kardeşlerim.

 

Bize şahdamarımızdan daha yakın olan Allah u Zü’l-Celâl Hazretleri şöyle buyuruyor: Her nefis ölümü tadıcıdır; sonra ancak bize döndürüleceksiniz. (Ankebût: 29/57) Nerede olursanız olun, (hatta) yüksek kalelerde bile olsanız, ölüm size yetişir. (Nisâ: 4/78)

 

Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin! (Ahzâb: 33/41) Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur. (Ra’d: 13/28)

 

Bedenimizin hastalıkları olduğu gibi kalbimizin de hastalıkları vardır. Kalbî hastalıklar, Allah’ı çokça zikir ve ölümü dâima tefekkür etmek suretiyle şifa bulur. Tarîkat-ı Aliyye’de ölüm tefekkürü, sâlikin âlî makâmlara yükselmesine vesile olur. Ölüm tefekkürü; bizleri, daha bu dünyada iken “ölmeden önce ölmenin” sırrına vâkıf kılar. Dünya muhabbeti ile hastalanan kalbin şifası için âriflerin reçetesi, ölüm tefekkürüdür. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir Hadîs-i Şerif’lerinde, “Kalpten dünya muhabbetini sökücü ölümü çokça zikredin.” buyuruyor. Kalp evi, dünya ve onun içindeki kaygılardan temizlenince Pâdişâh-ı Âlem orayı teşrif eder.

 

Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hakk

Padişâh konmaz saraya hâne ma’mûr olmadan

 

Yunus ko yalan da’vâyı gel ortaya ko sivâyı

Temiz et gönül evini dost gelicek kondurmaya

 

Müridân rabıtadan lezzet alamıyorsa, bu, onların, ölüm tefekkürünü iyi yapamamalarından kaynaklanmaktadır. Tefekkür-i mevtimizi; canımızın bedenimizden yavaş yavaş çekildiğini, teneşir tahtasında gassâlın soğuk ellerinin bedenimize dokunduğunu, kabirde bize sorulacak zorlu suallerin neler olacağını, haşr için kalkınca sûretimizin ne şekilde görüneceğini, amel defteri, sağdan verilen bahtiyar kullardan mı yoksa soldan verilen bedbaht kullardan mı olacağımızı, amellerimizin mizan terazisine konulduğunda hangi tarafın ağır geleceğini düşüne düşüne yaparsak gerçek mânâda bir ölüm tefekkürü yapmış oluruz. Yevm-i Kıyâmette mizanın sağ tarafında Âlemlerin Efendisi Muhammed Mustafa (s.a.v.) oturacak. Şayet günahlarımız ağır basarsa, ümmeti olduğumuz O Güzel Nebî’ye karşı yüzlerimizin etleri utançtan dökülmez mi?

 

Kardeşlerim, hacalet nârı cehennem nârından daha şiddetlidir. Utanmak ateşi, nâr-ı cehennemde yanmaktan daha zordur.

 

Seherde açılan güller hürmetine

Zikrinle dönen diller hürmetine

Rükûa bükülen beller hürmetine

Hacâlet nârına yakma Yâ Rabbi

 

 

Kâmil bir ölüm tefekkürü sayesinde, zikrin ve rabıtanın tesiri kalpte daha iyi hissedilir. Hatırımızda “Allah” ve “ölüm” durmuyorsa, bu hâl nefsimizin mertebesinin aşağı oluşundandır. Nefs-i emmâre, levvâme, mülhime kalbe Allah (c.c.)’ın muhabbetini, O (c.c.)’nu düşünmeyi koydurmaz. Nefs-i mutmainneye erişince letâif-i hamse-i âlem-i emr (kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ) biter, letâif-i hamse-i âlem-i halk (hava, su, toprak, ateş, nefis) biter, nefy ü isbat biter. Bu mânevî sırları elde ettikten sonra da “Allah’ı hatırımdan çıkarayım.” desen bile çıkmaz. Zirâ gönlün içine işlemiştir O (c.c.)’nun sevgisi. Mevlâ bizlere Zâtının sevgisini lütfetsin de huzur-ı İlâhi’de utançtan yerlere geçmeyelim.

 

Hamd olsun âlemlerin Rabb’i olan Allah’a.

Share this post


Link to post
Share on other sites

SALAVAT' A DEVAM LAZIM

Bazı insanların imansız öleceğine işaret eder

kitaplar. Ben en mühim şu üç maddeyi zikredeceğim.

Birincisi, Allah’ın verdiği iman

nimetine şükretmeyenin, ikincisi gücünün

yettiğine zulmedenin, üçüncüsü de ölürken

imanla mı ölürüm, imansız mı ölürüm diye

kaygı çekmeyenin imansız ölmesi muhtemeldir.

İmanına şükredemeyen, gece kalkıp

da ağlamayan, “Ya Rabbi” o kadar Yahudi,

o kadar Nasrani, o kadar Mecusi, o kadar

komünist, o kadar mason, o kadar aptal, her

biri bir türlü halketmişsin de benim annemi

Aişe, babamı Şıh Mustafa Efendi etmişsin.

Çok şükür ya Rabbi! demezsem; şükrünü,

miras kalmış gibi bir şey zannedersem,

ölürken “üüüf” dedim mi şeytan imanımı alır,

geçer gider.

 

Onun için Allah’ımız cümlemizin imanını

Şeytanın hilesinden muhafaza buyursun.

Sözlerin seyyidi Allah demek, Kur'an okumak

ve salâvatı şerife getirmektir:

 

Lailahe illallah, Muhammeden Resulullah

“Allahümme salli ala seyidine Muhammed

ve ala alihi ve sallihi ve sellim”. Birisi tavaf

ederken böyle diyormuş. Abdullah İbn-i Mübarek

Hazretleri dayanamamış “Her şavtın

her kıyamın bir duası var onu yapsana yavrum.”

Demiş. Genç: “Yok, ben salavatı şerife

okurum” demiş. Ne diye? Babamla beraber

hacca geliyorduk; çadırın içinde babam vefat

edince suratı hayvan suretine dönüverdi.

 

Merkep sıfatında oldu. Şeriata çok inatlaşırdı

da onun için oldu. Ağladım, ağladım. Kimseye

duyuramadım. Çadırın içinde gece baştan

aşağıya yemyeşil bir nura sarılmış birisi

geldi, yüzü güneş gibi parlıyor, babamı baştan

aşağıya sıvadı, böyle nura tebdil oluverdi.

Tuttum eteğinden; kurbanın olayım. Şu

sıkı zamanıma yetişen, sen kimsin de beni

kurtardın bugün. Babamı yarın merkep suretinde

çıkarsam utanacaktım, dedim. “Ben

Muhammed Mustafa’yım” dedi. “Allahümme

salli ala seyyidina Muhammed.” Ümmetim

sıkıştı mı böyle yetişirim ben.

 

O bana her gün yatsıdan sonra yüz defa “Allahümme

salli ala seyyidina Muhammedin

ve ala alihi ve sahbihi ve sellim” okurdu.

Bugün okuması gelmedi dedim; melekler

öldü Ya Resulallah. Suratı da bozuldu, hayvan

suretine döndü.” dediler. O beni unutmadı

ben de bugün onu unutmam dedi.

Geldim, sığadım, nura gark oldu…

 

Bunu böyle görünce başka duayla niye

meşgul olayım. Salavat getirdik mi bir melaike

oturuyor. Hepimizin ismini birer birer

biliyor, sayıyor. “Ya Rasulullah bir mecliste

sana şunlar, şunlar, şunlar, salâvat gönderdiler;

kabul et.” “Kabul ettim. Benden de onlara

selam olsun, selamet olsun.” diye Peygamberimiz

ordan bizim selametimize dua

ediyor, elhamdülillah. Mevlamız şefaatlerinden

mahrum etmesin.

 

Hamdolsun âlemlerin Rabbi olan Allah’a.

 

 

 

Yahyalılı Hacı Hasan Efendi K.S (Kalemdar)

Share this post


Link to post
Share on other sites

SALAVAT' A DEVAM LAZIM

Bazı insanların imansız öleceğine işaret eder

kitaplar. Ben en mühim şu üç maddeyi zikredeceğim.

Birincisi, Allah’ın verdiği iman

nimetine şükretmeyenin, ikincisi gücünün

yettiğine zulmedenin, üçüncüsü de ölürken

imanla mı ölürüm, imansız mı ölürüm diye

kaygı çekmeyenin imansız ölmesi muhtemeldir.

İmanına şükredemeyen, gece kalkıp

da ağlamayan, “Ya Rabbi” o kadar Yahudi,

o kadar Nasrani, o kadar Mecusi, o kadar

komünist, o kadar mason, o kadar aptal, her

biri bir türlü halketmişsin de benim annemi

Aişe, babamı Şıh Mustafa Efendi etmişsin.

Çok şükür ya Rabbi! demezsem; şükrünü,

miras kalmış gibi bir şey zannedersem,

ölürken “üüüf” dedim mi şeytan imanımı alır,

geçer gider.

 

Onun için Allah’ımız cümlemizin imanını

Şeytanın hilesinden muhafaza buyursun.

Sözlerin seyyidi Allah demek, Kur'an okumak

ve salâvatı şerife getirmektir:

 

Lailahe illallah, Muhammeden Resulullah

“Allahümme salli ala seyidine Muhammed

ve ala alihi ve sallihi ve sellim”. Birisi tavaf

ederken böyle diyormuş. Abdullah İbn-i Mübarek

Hazretleri dayanamamış “Her şavtın

her kıyamın bir duası var onu yapsana yavrum.”

Demiş. Genç: “Yok, ben salavatı şerife

okurum” demiş. Ne diye? Babamla beraber

hacca geliyorduk; çadırın içinde babam vefat

edince suratı hayvan suretine dönüverdi.

 

Merkep sıfatında oldu. Şeriata çok inatlaşırdı

da onun için oldu. Ağladım, ağladım. Kimseye

duyuramadım. Çadırın içinde gece baştan

aşağıya yemyeşil bir nura sarılmış birisi

geldi, yüzü güneş gibi parlıyor, babamı baştan

aşağıya sıvadı, böyle nura tebdil oluverdi.

Tuttum eteğinden; kurbanın olayım. Şu

sıkı zamanıma yetişen, sen kimsin de beni

kurtardın bugün. Babamı yarın merkep suretinde

çıkarsam utanacaktım, dedim. “Ben

Muhammed Mustafa’yım” dedi. “Allahümme

salli ala seyyidina Muhammed.” Ümmetim

sıkıştı mı böyle yetişirim ben.

 

O bana her gün yatsıdan sonra yüz defa “Allahümme

salli ala seyyidina Muhammedin

ve ala alihi ve sahbihi ve sellim” okurdu.

Bugün okuması gelmedi dedim; melekler

öldü Ya Resulallah. Suratı da bozuldu, hayvan

suretine döndü.” dediler. O beni unutmadı

ben de bugün onu unutmam dedi.

Geldim, sığadım, nura gark oldu…

 

Bunu böyle görünce başka duayla niye

meşgul olayım. Salavat getirdik mi bir melaike

oturuyor. Hepimizin ismini birer birer

biliyor, sayıyor. “Ya Rasulullah bir mecliste

sana şunlar, şunlar, şunlar, salâvat gönderdiler;

kabul et.” “Kabul ettim. Benden de onlara

selam olsun, selamet olsun.” diye Peygamberimiz

ordan bizim selametimize dua

ediyor, elhamdülillah. Mevlamız şefaatlerinden

mahrum etmesin.

 

Hamdolsun âlemlerin Rabbi olan Allah’a.

 

 

 

Yahyalılı Hacı Hasan Efendi K.S (Kalemdar)

bahsettiginiz hangi silsiledir?

Share this post


Link to post
Share on other sites
***ALTIN SİLSİLE***

 

Hâlık-ı arz u semâya eyleriz hamd ü senâ

Ahmed-i Muhtâr'ı kıldı âleme nûr-ı hüda

 

Hazret-i Sıddîk u Selmân, Kâsım u Ca'fer gibi

Eylemiş neşr-i hakîkat Bâyezîd-i reh-nümâ

 

Bü'l-Hasen zât-ı mükerrem Bû Ali kân-ı kerem

Yûsuf-i vâlâ-şiyem sâlâr-ı ceyş-i asfiyâ

 

Hâce Abdü'l-hâlik oldu Ârif ü Mahmûd'a pîr

Şeyh Alî, Baba, Külâl etti cihânı rûşenâ

 

Vâris-i taht-ı tarîkat şâh-ı âlem Nakşbend

Eyledi Hâce Alâu'd-din'i halka pîşuvâ

 

Oldu Ya'kûb'e Ubeydullâh-ı Ahrârî halef

Hazret-i Zâhid'le geldi âleme zevk u safâ

 

Nûr-i ceşm-i ma'rifet Dervîş Muhammed, Hâcegî

Feyz-i Bâkî'le cihân-ı ma'nevî buldu bekâ

 

Hazret-i Ahmed müceddid Urvetü'l-vüskâ olup

Şeyh Seyfü'd-dîn ü Seyyîd Nûr'a nûr-ı i'tilâ

 

Şâh-ı Mazhar şâh-ı Abdullâh-ı pîr-i Dehlevî

Hazret-i Hâlid'le oldu kalb-i sâlik pür-zıyâ

 

Seyyid-i âlî-neseb Tâha'l-Hakkarî'den sonra

Pîrimiz Tâha'l-Harîrî oldu kutbi evliyâ

 

Eyleriz arz-ı dehâlet dergeh-i sâdâta biz

Es'ad u ihvân-ı dîne mağfiret kıl ey Hudâ

 

Hamd ederiz Zü'l-Celâle halk eyledi şems-i rûh

Rabt-ı kalp yaptıkça verir feyzi ol Sâmi-i ûla

 

Oldu Kalemdar serçeşme-i hakîkat bizlere

Buldu feyzi ihvan bâ-safâ ânınla daima

 

Ya Rab! Salli alâ Nûr-il Hûda Şemsid-duhâ Hayril-verâ

Ve alâ âlihî ve sahbihî limen bi iktidâ.

 

Ruh-u şerifleri için Üç İhlas Bir Fatiha

 

Mahmut Sami Ramazanoğlu (K.S) efendimizden sonra kol ikiye ayrılmıştır.Sultanımız kendisinden sonra iki halifesine icazet vermiştir.Bunlardan birisi İstanbul koludur Musa Topbaş (K.S),

bir diğeride Kayseri koludur.Yahyalı Hacı Hasan Dinç (K.S) efendimizdir.Silsilenin istinad noktası Şah-ı Nakşibend Hz.dir.Tarikimiz hamdü senalar olsun Nakşibendi tarikidir.

Share this post


Link to post
Share on other sites
Mahmut Sami Ramazanoğlu (K.S) efendimizden sonra kol ikiye ayrılmıştır.Sultanımız kendisinden sonra iki halifesine icazet vermiştir.Bunlardan birisi İstanbul koludur Mahmut Topbaş (K.S),

bir diğeride Kayseri koludur.Yahyalı Hacı Hasan Dinç (K.S) efendimizdir.Silsilenin istinad noktası Şah-ı Nakşibend Hz.dir.Tarikimiz hamdü senalar olsun Nakşibendi tarikidir.

anlasıldı. sagolun

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mahmut Topbaş dediğiniz ve (muhtemelen) elinizin sürçtüğü zat aslında; Osman Nuri Topbaş (k.s.)un Peder Beyleri Merhum Musa Topbaş (k.s.)tur.

Mahmut Topbaş, Milli Gazete'de köşe yazarlığı yaptı veya yapmaya devam ediyor. Ayrıca Kur'an-ı Kerim meali olarak da bir paylaşımı bulunmaktadır, paylaşımları uzatılabilir..

Share this post


Link to post
Share on other sites

×
×
  • Create New...