sark 208 Report post Posted January 15, 2011 Ötesini Söylemeyeceğim Kırmızı kiremitler üzerine yağmur yağıyor Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz Yağmur yağıyor ve bazı tahtalar vardır Suyun içinde gürül gürül yanan Dudağımı büküyorum ve topladığım çalıları Bekçi Halil’in kız kardeşinin oğluna ait Daha doğrusu halasından kendisine kalacak olan Arsasındaki yıkık duvarın iç tarafına saklıyorum Hiç kimsenin bilmesine imkân yok İmkân ve ihtimal bile yok sizin bilmenize Bay Yabancı Ve yağmur yağıyor ben bir şeyler olacağını biliyorum Ellerime bakıyorum ve ellerimin benden bilgili Bir hayli bilgili olduğunu biliyorum Bilgili fakat parmaklarım ince ve uzun değil Sizin bayanınızınki gibi ince ve uzun değil Annemi babamı karıştırmayın işin içine İnanmazsınız ama onların şuncacık Şuncacık evet şuncacık bir alâkaları bile yok Sizin def olup gitmenizi istiyorum işte o kadar Ali de istiyor ama söylemekten çekiniyor Halbuki siz insanı öldürmezsiniz değil mi? Gidiniz ve öteki yabancıları da beraber götürünüz Tuhaf ve acaip şapkalarınızı da beraber götürünüz emi Boynunuzdaki o uzun ve süslü şeritleri de Kirli çamaşırları tahta döşemelerin Üzerinde bırakmamanızı yalvararak isteyeceğim Yalvararak isteyeceğim diyorum Medenî Adam Siz bilmezsiniz size anlatmak da istemem Kardeşim Ali gömleğinizi mutlaka giyecektir Halbuki ben Bay Fransız sizin gömleğinizi Hatta Matmazel Nikol’un o kırmızı ipekli gömleğini Hani etekleri şöyle kıvrım kıvrımdır ya Bile giymek istemem istemeyeceğim Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz Kibrit gibi iç içe sıkışmış tahtadan Hem şu bildiğiniz usule de lüzum yok Tepesi demir askerleriniz babamı alıp götürmeseler O zaman siz görürsünüz Bay Yabancı Ağaçların tepesine çıkabileceğimizi Ben ve kardeşim Ali’nin anlayabileceğinizi umarım Siz uyuduktan sonra odanıza girebileceğimizi -Ben bunu ispat edeceğim- Hani sizin şu yüzü kurabiye bir bayanınız var ya Beyaz ve yumuşak Hani tepesinde ikisi kısa biri uzun üç tüy var Onu siz başka yerlerden getiriyordunuz Sayın Bayanınızın gözleri çakmak çakmak yanıyordu Siz ötekini Bay Yabancı gizli gizli öpüyordunuz Elinizle onu belinden tutuyordunuz sonra öpüyordunuz Siz bizi görmüyordunuz Biz ağacın tepesinden seyrediyorduk Siz onu çok öpüyordunuz Ötesini söylemeyeceğim Bay Yabancı Ben siz belki bilmezsiniz on yaşındayım Annem böyle konuşmak ayıptır dedi Annem o kadına şeytan diyor Bizim kediler de ona tuhaf tuhaf bakıyorlar Siz şeytanı çok seviyorsunuz galiba Bay Yabancı Siz şeytanı niçin bu kadar çok öpüyorsunuz Kabul ediyorum sizinki bizimkinden daha güzel Ama bizimki sizinkinden daha efendi daha utangaç Onu hiç görmedim o bize hiç gelmiyor Hele yağmur onu hiç deliğinden çıkarmıyor sanıyorum Ben yağmuru çok seviyorum Bay Yabancı Sizin ıslak saçlarınızı hiç sevmiyorum Tunusluların saçlarına benzemiyor sizin saçlarınız Bizim saçlarımıza benzemiyor sizin saçlarınız Ben karayım beni de amcamın oğlu seviyor Sizin o kadını sevmiyor Süleyman Süleyman benden başka kimseyi sevmiyor Ben de onu seviyorum Onu ve bizim evi seviyorum Bizim evin her tarafı tahtadandır Ayrıca matmazelin üzerine Bir akrep atabileceğimi de düşünün Tam karnının beyaz yerinden tutarsanız bir şey yapmaz Ama onu Matmazel bilmez ki o tam kuyruğundan tutar Sizin Matmazel bir ölse siz onu bir daha göremezsiniz Hâlbuki bizim ölülerimizi teyzem görüyor Onlarla konuşuyor onlara ekmek veriyor Onlar ekmek yiyor anladın mı Bay Yabancı Matmazel bir ölse ona kimse ekmek vermez Onun için gidin şapkalarınızı da beraber götürün Melekler bir demir parçasının üzerine oturmuşlar Her biri bir damla atıyor aşağıya İşte yağmur bunun için yağıyor Ben bunun için yağmuru seviyorum Yağmur bizim için yağıyor Çalılar için Süleyman’ın tabancası için Kalkıp gidin kırmızı kiremitler üzerine Bizim tahta evin üzerine yağmur yağıyor Sezai Karakoç Share this post Link to post Share on other sites
sark 208 Report post Posted January 15, 2011 ‘Ötesini Söylemeyeceğim’ Şiirinden Hareketle Sezai Karakoç’un Şiirinde Kadın “Elbet sefîl olursa kadın alçalır beşer.” Tevfik Fikret Türk şiirinde nev’i şahsına münhasır bir yeri olan Sezai Karakoç aynı zamanda ülkesinin ve İslâm dünyasının problemlerinin çözümüne yönelik esaslı fikirler ileri süren önemli bir fikir adamıdır. Karakoç’un ‘Diriliş’ adını verdiği ‘uygarlık tasarımı’ çağın hastalıkları için yazılmış önemli bir reçetedir. Karakoç’un yazı ve şiirleriyle temellendirdiği ‘Diriliş Tezi’ birçok açıdan ele alınan İslâm’ı tarih ve medeniyet perspektifinden açıklıkla ortaya koyma ve İslâm Medeniyeti’nin yeniden doğuş yolunu arama çalışmasıdır.[1] Karakoç’un şiirinde diğer birçok meseleyle birlikte kadın ve aşk konusu da önemli yer tutar. O her şeyden önce hem ‘Monna Rosa’ gibi ‘çağdaş aşk mesnevisi’ diyebileceğimiz bir eserin sahibi hem de Arap İran ve Türk edebiyatlarında birçok üstat şairin kendi üslûplarınca işlediği ‘Leylâ ile Mecnun’ gibi ölümsüz bir aşk destanını 20. yüzyılda tekrar yazabilme başarısı göstermiş biridir. “Cennette tohumlar vardı çocuklar vardı âdeta. Şimdi tohumun gelişmesi ağaç olması çocuğun büyümesi lâzımdı. Bütün bu kapıların açılışı kadının var oluşu ile başlar. Kadının var oluşu hele varlığını duyuruşuyla.”[2] diyerek kadının dünya serüveninin başlangıcındaki rolüne vurgu yapan Karakoç’un aşk ve kadın konusunu ele alış ve işleyişi çağdaşlarından ve kendinden önceki nesilden oldukça farklıdır. Karakoç’un şiirlerinde aşk ve kadın ‘Diriliş Tezi’ne uygun olarak bir medeniyet perspektifinden ele alınıp değerlendirilir. Karakoç’a göre ‘medeniyet’in ne ifade ettiğini bilmek onun kadına ve aşka bakışını anlamaya da yardım edecektir. Karakoç’a göre; “Medeniyet temelde tektir ve medeniyet meşalesi ilk insandan bugüne elden ele taşınarak gelmiştir. Dallara ayrılmış varyasyonları olmuştur. Kimi zaman ekseninden sapmış mecrasından çıkmış bozulmuş yozlaşmıştır. Meşale sönmeğe yüz tutmuş zaman zaman. Ama Allah tekrar parlatmış ve yükseltmiş meşalesini. Kıyamete kadar da bu böyle sürecektir.”[3] Bu ifadelerden Karakoç’un medeniyeti tamamen ilâhî mesajın ışığında ortaya çıkan gelişen ve yayılan bir unsur olarak ele aldığı ilâhî mesajın dışına çıktığı dönemlerde ise aslî hedefinden çıkmış olarak değerlendirdiği görülür. Karakoç medeniyetin olmazsa olmazlarından olan kadını da bu medeniyet anlayışının içinde değerlendirir. “Âdem’in Âdem cennetin cennet olabilmesi için atılan ilk adımdı Havva’nın gelişi.”[4] sözleriyle Karakoç medeniyetin başlatıcısı olan Âdem’in gerçek anlamına Havva’nın yani kadının yaratılmasıyla ulaştığını belirtir. Yaratılışıyla her şeyin yerli yerine oturmasına vesile olan kadın insanın ortaya koyduğu medeniyetlerin mânâsına kavuşmasında ve anlaşılmasında da önemli bir faktördür. Sezai Karakoç’a göre; “Havva Âdem’e bir çıkmadır bir dipnotu(dur). Ama öyle bir çıkma ve dipnotu ki asıl metnin anlaşılması için kaydı gerekli.”dir.[5] Karakoç’un: “Çocukluktan çıkarken cennetten kovulan ve Havva ile yeniden dünyayı aşıp cennete ulaşacak olan Âdemdir insan.”[6] şeklindeki ‘insan’ tanımı; onun kadına bakışını ve dünyayı algılayış biçimini ifade eder. Kadın insanlığın ortaya koyduğu medeniyetlerin en önemli tanığı ve ortağıdır. Dolayısıyla kadına bakarak medeniyeti medeniyete bakarak kadını değerlendirmek bu açıdan mümkündür. Kadına bakışın en maskesiz yüzü aşk anlayışında ortaya çıkar dolayısıyla kadına bakışı değerlendirirken onu aşk gerçeğinden uzak tutmak -hele hele şiirde- çoğunlukla bu konunun eksik ve sığ kalmasına yol açacaktır. Konumuza hareket noktası olarak seçtiğimiz ‘Ötesini Söylemeyeceğim’ şiiri Karakoç’un kadın hususundaki fikirlerinin âdeta çekirdeği hükmündedir. Burada öz hâlinde bulunan çeşitli fikirler diğer şiirlerde farklı zaviyelerden ayrıntılı olarak ele alınmaktadır. Bu şiirdeki ‘kadın’ unsuruna geçmeden önce ‘Ötesini Söylemeyeceğim’ şiirinin bulunduğu kitaba da adını veren ‘Şahdamar’ şiirindeki bir noktayı gözlerden kaçırmamak gerekir. ‘Şahdamar’ şiirinde “kendilerini İslâm ve Müslümanlar karşısında konumlandıran kesimle (şiirde ‘siz’) Müslümanların (şiirde ‘biz’) karşı karşıya getirilip hesaplaşması (yapılır). (Şiirde) ‘siz’ denilenler tamamıyla dünyevî çıkış noktalarına bağlı eğreti ve geçici değer yargılarıyla hayatlarını ören hakikatle bağını koparmış (kişilerken); ‘biz’ kavramı içinde yer alan müminler cemaati ise kendilerine ve dinlerine yapılan saldırılar zulümler yok etme çabaları karşısında salt dudak büküp hayret etmekle yetinen mahcup ve onurlu çocuklardır.”[7] Bu kitabın diğer bazı şiirlerinde görüldüğü gibi ‘Ötesini Söylemeyeceğim’ şiirinde de ‘biz’ ve ‘ötekiler’ vardır. Şiirin genel havasından anlaşıldığı kadarıyla bu şiirdeki ‘biz’ bir ülkenin veya bölgenin yerli halkı; ‘Bay Yabancı’ ‘Medenî Adam’ olarak nitelenen ‘ötekiler’ ise bazı çıkarları için teknolojik güç ve kuvvetlerine güvenerek bir ülkeyi veya bölgeyi işgal etmiş emperyalistlerdir. Şiirinin yazılma tarihi (1953) ile ‘Bay Fransız’ ‘Tunusluların saçları’ ‘Matmazel Nikol’ gibi isim ve ifadeler dikkate alındığında bu emperyalist gücün Fransa; işgal altındaki halkın da Tunus halkı olduğu anlaşılır. Bu şiirde ‘biz’ ile ‘öteki’ ayrımın en bariz yapıldığı yerler iki farklı medeniyetin kadınlarının karşılaştırıldığı bölümlerdir. Şiir on yaşındaki bir kız çocuğun diliyle yazılmıştır. Şairin bu üslûbu tercih etmesi şiirde anlatılan hâdiseleri bir çocuk saflığıyla dolaysız anlatma isteğinden olabilir. Şiirde ‘yerli kadın’ ile ‘yabancı kadın’; fizikî ahlakî açıdan ifade ettikleri anlamlar ve erkekle münasebetleri açısından karşılaştırılır: Yerli kadının elleri bazı hususlarda maharetli olmakla birlikte parmakları yabancı kadının parmakları gibi ince ve uzun değildir. ‘Bay Yabancı’nın ‘kurabiye yüzlü’ ‘beyaz ve yumuşak’ bir bayanı vardır; fakat bununla birlikte ‘Bay Yabancı’ başka bir kadının beline sarılmakta onu gizli gizli öpmekte yani kadınını başka bir kadınla aldatmaktadır. ‘Bay Yabancı’ ‘öteki kadın’la farklı şeyler de yapmaktadır; fakat çocuk ilerisini söylemeyeceğini çünkü böyle şeyleri söylemenin annesi tarafından ‘ayıp’ olarak görüldüğünü belirtmektedir. Çocuğun annesi bu kadının ahlakî bozukluğunu ifade etmek için ona ‘şeytan’ demektedir. Çocuk ‘Bay Yabancı’ya ‘Siz şeytanı çok seviyorsunuz galiba Bay Yabancı’[8] diyerek adamdaki ahlâk zafiyetine de bir gönderme yapmaktadır. “Kabul ediyorum sizinki bizimkinden daha güzel Ama bizimki sizinkinden daha efendi daha utangaç” mısralarında fizikî bakımdan güzel lâkin ahlâkî değerler bakımından yozlaşmış ‘öteki’nin kadını ile; yabancı kadar güzel olamayan ama ‘efendi ve utangaç’ olan ‘biz’in kadını resmedilmektedir. Bu nitelendirmeler iki farklı kültürün hayat tarzlarına uygundur. Şiirde ‘biz’in aşkı “Süleyman benden başka kimseyi sevmiyor Ben de onu seviyorum” mısralarıyla dile getirilmiştir.Şiirde ‘öteki’nin bedenî hazlara hapsolmuş ilişkisine karşılık ‘biz’in temiz aşkı bir çocuk masumiyetiyle yüceltilmektedir. “Sizin Matmazel bir ölse siz onu bir daha göremezsiniz Hâlbuki bizim ölülerimizi teyzem görüyor Onlarla konuşuyor onlara ekmek veriyor Onlar ekmek yiyor anladın mı Bay Yabancı Matmazel bir ölse ona kimse ekmek vermez” mısralarındaki karşılaştırmalar dünya hayatından çok ‘ölümden sonraki hayata’ göndermeler yapmaktadır. ‘Ölen yakınları teyzenin görmesi onlarla konuşup onlara ekmek vermesi’ ölümün bir yok oluş olmadığını ve ölülerin ardından yapılan iyilikleri çağrıştırdığı gibi ‘Matmazel öldüğünde onun bir daha görülemeyecek olması’ da ‘Bay Yabancı’nın öte dünya inancının olmadığına işaret etmektedir. Bütün bunlardan sonra iki farklı medeniyetin kadınlarının davranış tarzlarının sebebi daha iyi anlaşılmaktadır. Yabancı kadın hayatı bu dünyadan ibaret gördüğünden arzu ve istekleri doğrultusunda serbestçe yaşarken; yerli kadın öte dünya düşüncesiyle hâl ve hareketlerini kontrol etmektedir. Karakoç ahlakî açıdan yozlaşmış değerlerinden uzaklaşmış insanları ‘Şahdamar’ kitabının başka bir şiiri olan ‘Kapalı Çarşı’da da tenkit eder: “Kendi yastıklarına gölge salmasın Çocuklarının öpüşleri onlara anlat” mısralarında gayri meşru hayat yaşayan ‘öteki’lerin aile için kutsal olan bazı unsurları (şiirde yastıktır) yasak ilişkileriyle nasıl kirlettiklerine telmih vardır. Sezai Karakoç ‘Kapalı Çarşı’da; “Onlara anlat yağmur karşılıklı yağar Ruhların içindeki müzikle karşılıklı” mısralarıyla sığ ve bedenî hazlara hapsolmamış ilâhî aşka bir basamak teşkil eden temiz aşkın yüceliğinin altını çizer. Sezai Karakoç şiirlerinde ahlâkî açıdan yozlaşmış insanların ilişkilerini uzun uzadıya anlatmaz. Bu açıdan ‘Ötesini Söylemeyeceğim’ ifadesi Karakoç’un bu husustaki genel hassasiyetini ortaya koyar. O ‘biz’e ait kadın ve aşk anlayışını şiirlerinde geniş olarak ele alırken yozlaşmış insanların ilişkilerinin ‘ötesini söylemez.’ Diğer bir ifadeyle Karakoç şiir ve yazılarında hiçbir zaman aşkı ‘cinsel’ anlamlar ve bedenî hazlar ifade edecek şekilde ele almaz. O aşkı insanın kendi dar kalıplarını aşmasına vesile olan metafizik tasavvufî ve platonik çağrışımlar yapan bir unsur olarak ele alır. Bu tavır ‘Havva’nın anlamını Âdem’in anlamı’[9] olarak yorumlayan Sezai Karakoç’un dünya görüşüne uygundur. Lakin Sezai Karakoç’un kadına bakış açısındaki farkı ve aşk anlayışındaki derinliği görmek için kendinden önceki neslin ve kendi neslinin şairlerinin -diğer bir ifadeyle ‘ötesini söyleyen’ şairlerin- kadına ve aşka bakış açısını bilmek gerekir. Ahmet Haşim’in ‘O Belde’ şiirinde ‘Melâli anlamayan nesle âşina değiliz’ mısraıyla sitem ettikten sonra; “Sana yalnız bir ince taze kadın Bana yalnızca eski bir budala Diyen bugünkü beşer Bu sefil iştiha bu kirli nazar Bulamaz sende bende bir mânâ” diyerek kadına bakış açılarını ‘sefil iştaha’ ve ‘kirli nazar’ olarak nitelediği bir nesil artık şiirde de köşe başlarını tutmuştur. Ülkenin büyük sorunlarla uğraştığı bir dönemde bütün ciddi meseleleri bir tarafa bırakan Orhan Veli vesikalı yârine “Alnımdaki bıçak yarası senin yüzünden Tabakam senin yadigârın İki elin kanda olsa gel diyor telgrafın Seni nasıl unuturum ben vesikalı yârim.” şeklinde şiirler yazmakta; kadını ‘kısrak’ olarak niteleyen Bedri Rahmi ‘Bahçeler Dolusu’ şiirinde bir tecavüz sahnesini âdeta haz alarak anlatmakta; Cemal Süreya ‘Üvercinka’da cinsî temayüllerle karışık olarak sevgilisinin boynuna övgüler düzmekte (Süreya birçok şiirinde cinselliği daha uç noktalarıyla ele alır); Turgut Uyar ‘Dünyanın En Güzel Arabistanı’nda bir kadının kocasını kocasının arkadaşıyla nasıl aldattığının tasvirini yapmaktadır. “Kadını yücelten ona ulvî bir yer ayıran Karakoç kadına duyulan aşkın ve sevginin alabildiğine yozlaştırıldığı ve bazı duygulara bir basamak olarak kullanıldığı bir dönemde kadının yüceliğinden safiyetinden ve güzel duygularının körletilmemişliğinden bahsetmektedir.”[10] Erkek özle dişi öz arasındaki diyaloğun yabancı düşünce ve ülkülerin tarlası olmaya elverişli olduğunu belirten Karakoç bu diyaloğu her zaman insanın Ahsen-i takvîm sırrına mazhar bir varlık olduğunu unutmadan ele almıştır. Karakoç’un şiirlerini ‘Son derece utandırılmış aşk şiirleri’ olarak tarif eden Cemal Süreya’nın yaklaşımı hatalıdır. Bu şiirlerde suçüstü yakalanmış bir insanın utangaçlığı değil kökü insanlık kadar eski bir din ve ahlâk anlayışının terbiye izleri vardır. Kadının salt vücuduyla değerlendirildiği bir dönemde Karakoç kadının ruh güzelliğini öne çıkarmıştır.”Karakoç’a göre ten insanın ayağını bağlayan bir bağdır kişiyi toprağa rapteden yücelmekten alıkoyan ruhun büyük şuuruna engel olan günahların kaynağıdır. Ruh onlardan kurtuldukça ve sıyrıldıkça ilerleyecek ve hakikate ulaşacaktır.”[11] Karakoç; sevgi aşk beden ve ruh münasebetine ‘Leyla ile Mecnun’da güzel bir yorum getirir: “Sevgi gözde değil gönüldedir Vücut değil ruhtur aşka kâdir” Aşka ve sevgiliye verilen değer aslında kadına verilmiş değerdir. Kadının erkek için hayatla ölüm arasına gerili bir keman olduğunu belirten ve erkeğin doğumdan ölüme kadar kadına yaklaşmalarının katılmalarının ve ondan kopmalarının sürüp gideceğini ifade eden Sezai Karakoç’un şiirlerinde kadına ruhça en temiz yaklaşma biçimi olan aşk geniş yer bulur. Erdem Beyazıt’ın ifadesiyle “Ondaki aşk evrensel bir düzeyde madde ötesi bir bölgede ölümsüz değerlerin geçerli olduğu bir dünyada soluk alır filizlenir yeşerir.” Karakoç’un ‘aşk’ı çağının aşk anlayışının çok ötesine ve derinlere taşıdığı aşağıdaki mısralarında Orhan Veli ve neslinin ‘Seni nasıl unuturum ben vesikalı yârim’ mısralarından sonra kadının yükseltildiği yer çok önemlidir: “Ben çiçek gibi taşımıyorum göğsümde aşkı Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum Gelmiş dayanmışım demir kapısına sevdanın Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum.” Karakoç’un ‘Köşe’ şiirindeki; “Fabrika dumanlarında resmin Kirli ve temiz haritaları doldurmuşsun Hatırasız ve geleceksiz bir iç deniz gibi Aşka veda etmiş topraklarda doğmuşsun” mısralarını ‘kadın’ için yorumladığımızda bu mısralar eski yerleşik değerlere aşka ve kadına bir mersiye hususiyeti arz eder. ‘Çağdaş bir aşk mesnevisi’ diyebileceğimiz ‘Monna Rosa’da Karakoç dönemin önde gelen şairlerinin cinsel fantezilerle yaklaştıkları kadını çok müstesna belki de gerçekte layık olduğu yere taşır: “Açma pencereni perdeleri çek Monna Rosa seni görmemeliyim. Bir bakışın ölmem için yetecek; Anla Monna Rosa ben öteliyim” Bu mısralarda bedenî hazdan ziyade ruhî ıstırap; teşhir etmekten ziyade koruma ve sahip çıkma; hakir görmekten ziyade yüceltme söz konusudur. Aşkının ‘bin bir köşeli’ olduğunu belirten Karakoç Monna Rosa’da aşkın ve kalbin farklı boyutlarına dikkatleri çeker kadına (sevgiliye) verilen değeri farklı bir açıdan ele alır: “Bir tren ışığına güneşe çekmek seni Ve bir şehir yaratmak ruhundan Gülce diye. Parçalanan gemiyi ve yırtılan yelkeni Katıvermek sessizce söylenen bir türküye. Ve sonra bir köşede öldürmek ölmeyeni Ve son vermek bitmeyen bu bitmeyen şarkıya.” Sezai Karakoç’un Arap Fars ve Türk edebiyatlarında çokça işlenen klâsik edebiyatın önemli konularından biri olan Leylâ ile Mecnun hikâyesini ele alması Leylâ ile Mecnun’daki aşkın günümüz insanının oldukça uzak kaldığı bir kültürün ürünü olması itibariyle oldukça anlamlıdır. Kendi ifadesiyle ‘çağın geçer akça konuları dururken/bu ateşten işe girişmesi’ “insanlığın uyanması hayat bulması için ilk ve son nokta ve tek hakikatin aşk olduğu”[13] düşüncesindendir. Sezai Karakoç Leyla ile Mecnun hikâyesinde aşka yeni tanımlar getirir: “Aşk ki ezelî tanışıklıktır Doğmadan önce başlamışlıktır İlk bakışta ve ilk tanışmada duyurmaz mı kendini Ve gün gün büyümez mi memedeki bir çocuk gibi.” Leyla ile Mecnun mesnevisinde; “Kays gecelerden bile kıskanıyordu O’nu Gece ki koynuna alıyordu O’nu” mısralarıyla anlatılan aşk son derece derindir. Sezai Karakoç’un klâsik edebiyatta birçok defa işlenmiş olan bu konuyu ele alma sebeplerinden biri de her şeyin temelinde aşkı görmesidir. Nitekim Karakoç ölüm hürriyet ve yaşayışla birlikte ‘aşk’ı da var olmanın dinamitlendiği noktalardan görmektedir. Karakoç ‘Monna Rosa’daki coşkun ve kabına sığmayan aşka ‘Leyla ile Mecnun’da belirli bir yön tayin etme gayretindedir. Monna Rosa’da; “Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa: Henüz dinlemedin benden türküler Benim aşkım uymaz öyle her saza En güzel şarkıyı bir kurşun söyler… Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.” şeklinde sınır tanımayan ve âdeta tehdit edici bir boyuta kayan hissî coşkunluk; Leyla ile Mecnun’da; “Ruh hürdür Tanrı sevgisiyle Bağlı değil zaman ve yer ilgisiyle Artık buluşmuşlardır Tanrı katında Bir yersizlik ve zamansızlık saltanatında Bir şey değişmez gelse de gelmese de Leyla Fark etmez gitse de gitmese de Mecnun ona” şeklinde daha dingin ve kadere razı oluş şeklinde karşımıza çıkar. Bu değişiklik Sezai Karakoç’un yürüdüğü hedefle ilgilidir. Bu yürüyüşün hedefi kalp medeniyetidir. Leyla ile Mecnun hikâyesinde aşkın ikliminde bir ruh ve gönül terbiyesi yapılmaktadır. Fânî olandan ‘aşkın’ olana bir yükseliş vardır. Leyla’nın evlenme haberini alan Mecnun’un sergilediği tavır çok enteresandır. Normal şartlarda eserde anlatıldığı gibi büyük aşk yaşayan birinin bu olay karşısında feryad ü figan etmesi gerekir. Lakin Karakoç bu hâdiseyi sıradan bir haber gibi anlatır: “Bir gün Leyla’nın evlendiğini duydu İçinde bir ses dedi: ne acı düğün bu Başkaldırdı bu sese: hayır hayır dedi Kendine şeytana karşı haykır dedi Lekeleri gitti lekelenmez ismin Öyleyse alkış tut öyleyse Mecnun sevin.” Bu mısralarda başkasıyla evlenen sevgiliye karşı sergilenen tavır kendini feda ediş Nazım Hikmet’in narsizm kokan ve sevgiliyi tahkir eden ‘O Mavi Gözlü Bir Devdi’ şiirindeki aşağıdaki mısraları okuyunca daha iyi anlaşılır: “O mavi gözlü bir devdi. Minnacık bir kadın sevdi. Mini minnacıktı kadın. Rahata acıktı kadın Yoruldu devin büyük yolunda. Ve elveda! deyip mavi gözlü deve Girdi zengin bir cücenin kolunda Bahçesinde ebruli Hanımeli Açan eve.” Karakoç’un eserlerinde hem aşkın yönü hem de kadına verilen değer kültürel değerlerimize uygundur. Karakoç’un ‘Hızırla Kırk Saat’teki “Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı Günlere geldim bunu bana öğretmediniz” mısralarında dile getirilen ‘kadının üstün olmasına rağmen mutlu olmaması’ durumu çağımız aydınınca üzerinde ciddi olarak düşünülmesi ve psikolojik açıdan analiz edilmesi gereken bir husustur. Karakoç kadını sadece ‘aşk alt başlığı’ altında ele almaz; dinine milliyetine ve ırkına bakmadan dünya üzerinde acı çeken kadınların acısına da yer verir şiirlerinde. O Kızıl Ordu’nun Polonya işgali esnasında işkence gören Leh kadınlarının acısına ‘Kan İçinde Güneş’ şiirindeki “Elektrik lâmbalarının altında Kadın kanları Kadınlar susmuştu Konuşan erkekti Kadın gömlekleri yırtılıyordu Anne gömlekleri Ve mesut dakikaları beklemiş Bütün saatler Tırak deyip durdu” mısralarıyla ortak olurken; Cezayir’de Fransız sömürüsü altındaki Müslüman kadınların acı ve dertlerini de ‘Kutsal At’ şiirindeki “Ölüler evlerden Çıkmaz girer Gençlik açlık masalı Kadınlar Cezayir’de Fransa anlamıyor.” mısralarıyla paylaşır. Sezai Karakoç’un ‘Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine’ başlıklı şiirinin dördüncü bölümünde ‘çağdaş Kudüs’le Meryem’i; ‘sırrını gönlünde taşıyan Mısır’la Züleyha’yı zengin çağrışımlara imkân verecek şekilde özdeşleştirmesi onun hem kadına verdiği ehemmiyeti hem de buralarda ortaya çıkıp gelişen medeniyetlerin temelinde yatan kadın harcını göstermesi açısından önemlidir. Kadını değerli kılan özelliklerin başında annelik vasfı gelir. Hz. Peygamberin (sas); “Cennet anaların ayakları altındadır.” hadîsindeki ‘cennet’ ve ‘anne’ motifini ‘Gül Muştusu’nda; “Leylâk kadından düşen şafak Ve kadın Anneden çocuğa akan Bir şelâle belki dünya kayalıklarından Ta.. cennete dökülecek” şeklinde yeni bir tarzla yorumlayan Sezai Karakoç kadına yücelik kazandıran bir vasıf olarak gördüğü anneliği şiirlerinde çeşitli boyutlarıyla işler. “Bir kadını al onu yont yont anne olsun Her kadın acıma anıtı bir anne olsun” mısralarından da anlaşılacağı gibi Karakoç anneyi kadından daha yüce bir konumda değerlendirmektedir. Anneyi ‘çocuklara açılan mavi kırmızı pencere’ olarak tanımlayan Karakoç şiirlerinde annesiyle ilgili hatıralara da yer verir: “Annemin bana öğrettiği ilk kelime Allah şahdamarımdan yakın bana benim içimde Annem bana gülü şöyle öğretti Gül Onun o sonsuz iyilik güneşinin teriydi Annem gizli gizli ağlardı dilinde Yunus Ağaçlar ağlardı gök koyulaşırdı güneş ve ay mahpus.” Karakoç’un ‘Anneler ve Çocuklar’ başlıklı şiirinde anneyle çocuk arasındaki münasebeti ele alış biçimi insan ruhuna ve gerçeklere tamamen uygundur: “Anne öldü mü çocuk Bahçenin en yalnız köşesinde Elinde siyah bir çubuk Ağzında küçük bir leke Çocuk öldü mü güneş Simsiyah görünür gözüne Elinde bir ip nereye Bilmez bağlayacağını anne Kaçar herkesten Durmaz bir yerde Anne ölünce çocuk Çocuk ölünce anne.” Sezai Karakoç ‘anne’ motifine Leyla ile Mecnun’da da başvurur. Annesi Mecnun’da bazı değişiklikler görünce eşinin de isteği üzerine oğlunun ağzını arar. Ona evlenme yaşının geldiğini söyleyerek gönlünün kimde olduğunu usulünce sorar. “Karakoç burada anlattıkları içinde Mecnun’un annesi kişiliğinde eksiksiz bir Anadolu kadını görüntüsü çizmiştir. Oğlunun derdine ortak olmak isteyişi onun evlenme konusundaki niyeti ve evleneceği kızı öğrenmedeki tutumu bugün hâlâ devam eden bir anlayışla evlenerek çoğalmayı bir güç vesilesi görmesi annelik duyarlığı merhameti ve bütün bunların ötesinde kadınca sezgisiyle (eserde) sanki yüzyıllar önce yaşanmış bir aşk hikâyesindeki kahramanın annesinden değil de günümüzde pek çok örneği ile karşılaşabileceğimiz bir Anadolu kadınından söz edilmektedir.” Kadını bir medeniyet anlayışı içinde ele alan Karakoç’un ideal kadınını anne de tam olarak karşılamamaktadır. Karakoç ‘Samanyolu’nda Veba’ şiirinde eskinin zarif ve lâtif annelerinin kaybolduğunu anlatma babında onlara ne olduğunu sorar: “Önceden bilen ölüş şartlarını çocukların Elleriyle değen koklayan hazırlayan âdeta Sebebine ermeden erişmeden Korkan ilerdeki korkularla N’oldu zarif lâtif anneler n’oldular.” Burada”N’oldu zarif lâtif anneler n’oldular” şeklinde ortaya çıkan sitem Karakoç’un kadının özünde aradığını tam olarak annede de -en azından günümüz annesinde- bulamadığını göstermektedir. “Bir kadını al onu yont yont anne olsun” şeklinde öze doğru yapılan yolculuk ideal kadın olarak ‘Meryem’ sembolünde müşahhaslaşır. Anneden Meryem sembolüne uzanma anne sembolüne bir halel vermez tam tersine ona derinlik kazandırır; çünkü Meryem de her şeyden önce bir annedir. Karakoç’un ideal kadının remzi olarak gördüğü Hz. Meryem’in İslâm’da önemli bir yeri vardır adına bir sûre[15] bulunan ve Kur’ân-ı Kerîm’de ismi geçen tek kadın (otuz altı defa) olan Hz. Meryem Hz. Peygamberin “…Fatıma İmran kızı Meryem dışında cennet kadınlarının seyyidesidir.” gibi hadîsleriyle Müslümanların kalbinde devamlı kendine has yerini korumuştur. Hz. Davut’un soyundan İmran’ın kızı olan Meryem doğumundan itibaren Hz. Zekeriya’nın terbiyesi altında yetiştirilir. Genç kızlığında Allah’ın çeşitli lütuflarına mazhar olan Hz. Meryem bir gün Cebrail tarafından eteğine üflenerek Hz. İsa’ya gebe kalır. Bu hâdise bir mucizedir. Hz. Meryem’in Hz. İsa’ya bu mucizevî hamile kalış biçimi tarih boyunca şairlerin dikkatini çekmiş ve bu durum şiirde çeşitli özellikleri itibariyle kendine yer bulmuştur. Klâsik edebiyatımızda da Hz. İsa’yla birlikte çeşitli çağrışımlarıyla kullanılan Meryem sembolü “Yankı yapan kutlu kadın muştu sana Bir meleğin bir sözünden gebe kalan kutlu kadın Ayrılığın şiddetinden gebe kaldın Aydınlığın artışından oldu İsa” gibi mısralarla Sezai Karakoç’la âdeta yeniden dirilmiştir. Karakoç’a göre “İsa’nın doğum şekli babayı (pater) putlaştıran Roma’ya karşı ilâhî bir ironidir.”[16] Sezai Karakoç Hz. İsa’ya hamile kalış şekline gönderme yapacak şekilde de kullandığı Meryem motifini genellikle saflığın temizliğin ve duruluğun sembolü olarak ele alır. Hz. Meryem dünyaya bir çocuk getirmekle birlikte saflığından duruluğundan hiçbir şey kaybetmemiştir. Bu açıdan o bütün annelerden ayrılmaktadır. Karakoç Meryem sembolüne de belirli bir anlayışın penceresinden bakar. Karakoç’a göre diriliş Meryem gibi temiz ve masum kadınlar vesilesiyle olacaktır: “Sonra Kur’ân okudular ayıldık Öyle aydınlandık ki Doğudan da batıdan da Birden gün doğmuştu sanki İki güneş dört ay dede Birden doğmuştu sanki İşte o vakit kadınlar belirdi Hepsinin adı Meryem’di İlk defa evlendiler bizimle.” Bu mısralarda ‘diriliş nesli’nin kaynaklarına gönderme yapılarak bu misyonda vazife alacak kadınların masumiyeti nazarlara sunulmak istenmektedir. Yukarıdaki mısralarda geçen ‘güneşin batıdan doğması’ sembolü İslâm inanışındaki kıyamete yakın bir zamanda güneşin batıdan doğmasıyla ilgili olabilir. Nitekim ‘hepsinin adı Meryem olan’ kadınların ‘biz’le evlenmesi de yine bu inanışı kuvvetlendirmektedir. Çünkü Müslümanlar arasında kıyamete yakın bir zamanda Hıristiyanların İslâm’ı kabul edeceği inanışı yaygındır. Bütün bu çağrışımlar Karakoç’un ‘Diriliş Tezi’ne uygundur. “Karakoç’un ‘Diriliş’in kadınlarının hepsinin adını ‘Meryem’ olarak kaydetmesi kendi idealiyle ilgilidir. Bir temenniyi de barındıran bu yaklaşım Hz. Meryem’in masumiyeti üzerinde yükselmektedir.”[17] Karakoç; ‘an’ın içinden perdeleri aralaya aralaya öze yolculuk yapan bir medeniyet yolcusudur. O kendi şiiriyle uzaklarda kalan bir medeniyetin özlü cevherlerine ulaşmaya çalıştığı gibi ötelerden damıttığı özle de şiirini billurlaştırmaya çalışır. Karakoç’un şiirinde derin mânâsıyla aşk bütün köşeleri tutan hayatî bir hususiyet taşır. ‘Aşk’ın kadına bakan yönüyle birlikte onu aşan mahiyetine de Karakoç’ta sık rastlanır. Onun hem Allah hem de peygamber sevgisine yorumlanabilecek olan “Bütün şiirlerde söylediğim sensin Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome’nin Belkıs’ın” mısraları aşkının yönünü itiraf özelliği arz eder. Dolayısıyla Karakoç’un kadına bakışını tam olarak anlayabilmek için onun ‘Diriliş’ adını verdiği ‘uygarlık tasarımını’ bilmek gerekir. [1] Lekesiz Ömer. “Diriliş ve Uygarlık” ‘Hece Dergisi’ s. 21 Ank. Ocak 2003. [2] Karakoç Sezai. ‘Yitik Cennet’ s. 16 Diriliş Yay. İst. 1979. [3] Lekesiz Ömer. “Diriliş ve Uygarlık” ‘Hece Dergisi’ s. 21 Ank. Ocak 2003. [4] Karakoç Sezai. ‘Yitik Cennet’ s. 16 Diriliş Yay. İst. 1979. [5] Karakoç Sezai. ‘Yitik Cennet’ s. 15 Diriliş Yay. İst. 1979. [6] Karakoç Sezai. ‘Yitik Cennet’ s.. 17 Diriliş Yay. İst. 1979. [7] Sönmez Murat. “Şahdamar” ‘Hece Dergisi’ s.147–148Ank. Ocak 2003. [8] Sezai Karakoç’un şiirleri ‘Gün Doğmadan’ isimli kitabın Ocak 2003 basımlı nüshasından alınmıştır. [9] Karakoç Sezai. ‘Yitik Cennet’ s. 14 Diriliş Yay. İst. 1979. [10] Diclehan Şakir. ‘Sanat ve Düşünce Dünyasında Sezai Karakoç’ Piran yay. s. 46 İst. 1980. [11] Diclehan Şakir. ‘Sanat ve Düşünce Dünyasında Sezai Karakoç’ s. 49 Piran yay. İst. 1980. Beyazıt Erdem. “Sezai Karakoç’un Şiirine Giriş” ‘Deneme Dergisi’ s.13 Ank. 1972. [13] Kaplan Ramazan. “Çağdaş Bir Leylâ ve Mecnun Hikâyesi: Sezai Karakoç’un Leylâ ve Mecnun’u” ‘Hece Dergisi’ s. 252 Ank. Ocak 2003. Kaplan Ramazan. “Çağdaş Bir Leylâ ve Mecnun Hikâyesi: Sezai Karakoç’un Leylâ ve Mecnun’u” ‘Hece Dergisi’ s. 246 Ankara Ocak 2003. [15] Kur’ân-ı Kerîm’in 19. sûresi Meryem Sûresi’dir. [16] Karakoç Sezai. ‘Yitik Cennet’ s. 111 Diriliş Yay. İstanbul 1979. [17] Coşkun Sezai. “Sezai Karakoç’un Şiirlerinde Hz. Îsâ-Hz. Meryem” ‘Yağmur Dergisi’ 20. sayı Temmuz-Ağustos-Eylül İzmir 2003. 1 Share this post Link to post Share on other sites
mumin 414 Report post Posted February 16, 2013 Bu şiire hayranım ben, bitiriyor noktayı koyuyor. Bu şiir tarih kokuyor, koca mahçup bir medeniyet barındırıyor her mısrasında. Mesele Bay Yabancı değil, Matmazel değil, Süleyman hiç değil. Burada karakterler konuşuyor, çağlar dile geliyor on yaşında kızın dilinden.. Teşbihler o kadar dokunaklı, o kadar yaralıyıcı ki işledi ya içime. Allah başımızdan eksik etmesin Üstad Karakoç. Değeri ölmeden anlaşılan adam, sizin gibi konuşan, düşünen adamlara öyle açız ki..Aradığımız, kaybettiğimiz kimliğe şahsiyet üfleyen sizler, elbet şair Allah'ın hikmetini yazan olandı. Dağıldım ya müthiş. Share this post Link to post Share on other sites