Kalemdar 293 Report post Posted March 4, 2011 Şemseddin Sivasî (K.S) Asıl adı Ahmed b. Ebu’l-Berekât Muhammed b. Ârif Hasan, Künyesi Ebu’s-Senâ, mahlası Şemsî olan Şemseddin Sivâsî, ekser kanaate göre 926 (1520) yılında Tokat Zile’de doğmuştur. Asıl adı Ahmed b. Ebu’l-Berekât Muhammed b. Ârif Hasan, Künyesi Ebu’s-Senâ, mahlası Şemsî olan Şemseddin Sivâsî, ekser kanaate göre 926 (1520) yılında Tokat Zile’de doğmuştur. Bu nedenle kendisine Zîlî de denmiştir. Biraz esmer oluşu sebebiyle Kara Şems diye şöhret olmuşsa da bugün Sivas’ta Şems-i Aziz adıyla anılmaktadır. Babası Ebu’l-Berekât Muhammed ez-Zîlî’dir. Annesi hakkında kaynaklarda bir bilgi bulunmamaktadır. Yedi yaşındayken babası tarafından duâsını almak için mürşidi Şeyh Hacı Hızır’ın yanına götürülmüş, şeyhin hayır duâsını aldıktan sonra tekrar Zile’ye dönmüş ve ilk tahsiline burada başlamıştır. Daha sonra Tokat’a büyük kardeşleri Muharrem ve İbrahim Efendilerin yanına gönderilerek orada devrin âlimlerinden Arakiyecizâde Şemseddin Mahvî Efendi’den dersler almış, aklî ve naklî ilimlerde büyük bir merhale kat etmiştir. Şemseddin Sivâsî henüz yirmili yaşlarındayken İstanbul’a gelerek Sahn Medreselerinden birinde müderrislik vazifesine başlamış, ancak bir gün kazaskeri ziyarete gittiğinde mevkî ve makam isteyenlerin küçülmelerini, çeşitli hakaretlerle aşağılanmalarını görüp tiksinmiş ve dayanamayarak görevinden ayrılmıştır. Bir müddet sonra Şam’a gitmiş, oradan da hac vazîfesini yerine getirerek Zile’ye geri dönmüştür. Şemseddin Sivâsî Zile’de vaaz etmeye ve talebe yetiştirmeye başlamış, bilâhare Amasya’ya giderek Ezine Pazarı’nda babasının şeyhi Hacı Hızır’ın halîfelerinden Muslihuddin Efendi’ye intisâb etmiştir. Şeyhin vefâtı üzerine önce Tokat’a, sonra da Zile’ye giderek talebe yetiştirmeye devam etmiştir. Sivâsî şeyhi vefât ettikten sonra Tokat’a giderek Kırbâsî diye meşhur olan Şeyh Mustafa Efendi’ye biât etmek istemiş, fakat o ihtiyarlığını ileri sürerek bunu kabul etmemiştir. Ama ona şeyhinin altı ay sonra Tokat’a geleceğini söylemiş, nitekim altı ay sonra da hocası Arakiyecizâde kendisine Şeyh Abdülmecîd Şirvânî’nin Tokat’ta olduğunu haber vermiştir. Şemseddin Sivâsî de otuz yaşlarındayken Tokat’a giderek Abdülmecîd Şirvânî’ye intisâb etmiştir. Altı ay kadar şeyhinin yanında kalan Sivâsî, icâzet alarak Zile’ye dönmüş ve irşâd faaliyetine devam etmiştir. Bu esnada Sivas vâlisi Hasan Paşa tarafından yaptırılan ve bugün Meydan Câmii diye anılan câmiye vâiz olmak üzere davet edilen Şemseddin Sivâsî, âilesi ve talebeleri ile birlikte Sivâs’a göçmüştür. Kendisi için yaptırılan dergâha yerleşerek orada zâhîrî ve bâtınî ilimleri öğretmek sûretiyle pek çok talebe yetiştirmiştir. Bir ara Sivas’a bağlı Karahisar eşrafının daveti üzerine oraya da giderek vaaz u nasihat etmiştir. Şemseddin Sivâsî’nin Eğri Seferi’ne ve Haçova Meydan Muhârebesine katılıp katılmadığı hususu ihtilaflıdır. Sultan III. Mehmed’in bizzat başında bulunduğu Osmanlı ordusu 1005/ 1596’da Eğri Kalesi’ni feth etmiş, aynı yıl içinde Haçova Meydan Muhârebesi’ni kazanmıştı. Şemseddin Sivâsî hakkında yazılan bütün menâkıb kitapları onun, savaştan önce padişaha zaferi müjdelediği, bunun akabinde sultanın arzusu üzerine savaşa katıldığını, bir ara harbin en şiddetli anında ordunun bozulma ihtimâli baş gösterince, duâsı ve üstün gayretleri sonucunda savaşın kazanıldığını kaydederler. Hatta tarih kitaplarında Hoca Sâdettin’e atfedilen gayret ve sözler, bu kitaplarda tamamen Şemseddin Sivâsî’ye isnâd olunmaktadır. Menâkıbnâmeler dışındaki bazı kayıtlar Şemseddin Sivâsî’nin ileri denecek bir yaşta böyle bir sefere iştirâk ettiği, fikrini kuvvetlendirmektedir. Mustafa Selânikî’nin Târîh-i Selânik isimli eserinde şu cümleler mevcuttur: “ 1004 Ramazan-ı Şerîf’in ilk günlerinde Padişahın emriyle Meydân-ı Tîr sahrasında istiskâ namazı kıldılar ve sonunda Sivâsî vâiz Mevlânâ Şemseddin Efendi minbere çıkıp duâ etti.” Târîhî Peçevî’de ise bu hususla alâkalı olarak; “Akşemseddin İstanbul fethinde Sultan Mehmed-i evvel ile bulunmuşlar. Kara Şemseddin Sultan Mehmed-i sâlis ile Eğri’de bulunsalar aceb midir? Buyurdukların nakl ederler idi.” denilmektedir. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Hüseyin Gazi Yurdaydın ve Hammer de kaynak zikretmemekle beraber Sivâsî’nin bu sefere katıldığını ifade etmektedirler. Vasfi Mahir Kocatürk Şemseddin Sivâsî’nin Eğri seferine mânevî şahsiyetiyle katıldığını söylemekte, Hasan Yüksel de bu katılma iddiâsını bir kerâmet söylentisi olarak kabul etmektedir. Şemseddin Sivâsî zaferden sonra İstanbul’da biraz istirahat etmiş ve bilâhare Sivas’a dönmüştür. Sivâsî Sultan III. Mehmed’den dönüş izni istediğinde önce izin alamamış, fakat sonra kendisine izin verilmiştir. Sivas’a dönüşünden bir müddet sonra Şemseddin Sivâsî, 1006 1597 ekim yılının Rebîülevvel ayında vefat etmiştir. Vefat tarihi olarak Mehmed Süreyyâ 1004, Şemseddin Sâmi 1009 senesini verse de düşürülen tarihler ve diğer kaynakların belirttiği tarih 1006’dır. Ölmeden önce de defin, cenâze, türbe, borçlar ve diğer masraflar için Recep Efendi’yi vekil tayin etmiştir. Vefatına düşürülen tarihler şunlardır: İki mısrâ ile Hatîf vefâtına didi târîh Ki her bir mısrâı şeyh-beyt-i şi’r-i şâir oldı Mekân u câyı cilvegâh-ı kurb-ı lâhûtî Tolındı hayf Şems mânâ-yı dîdemden nihân oldu Kadriyâ târih-i fevtini didim Nuh felek Şems tolındı nûr ile Ey Hüsâmî fevtine târîhdür Rûh-i pâk-i Şemsîye Firdevs câ Günümüzde Sivas ve çevresinde önemli bir ziyaret yeri olarak kabul gören Şemseddin Sivâsî’nin türbesi, vefatından üç yıl sonra yaptırılmış olup, Meydan Câmii avlusunun kuzey kısmında bulunmaktadır. Türbesinin kapısı doğu tarafına bakmakta ve kapının üzerindeki kitâbede son mısrâı ebced hesabıyla türbenin yapılış tarihini veren sülüs hatla yazılmış aşağıdaki kıt’a yer almaktadır: Şehr-i Sivâs içre cânâ işbudur Şeyh Şemseddin kutbun meşhedi Didi Fevrî künbedi târîhini Nurla olsun musaffâ merkadi Cenâzesine 60.000’e yakın kişi katılmış ve vasiyeti üzerine türbe-dârlığına Âmâ Mükâşif Mehmed Dede getirilmiştir. Şemseddin Sivâsî iyi huylu, güzel yüzlü, ihsân sahibi, ilim ve irfan ehli, herkese iyilik yapmayı seven, fakirleri doyurmayı, misafire ikrâmı seven biri idi. Olduğu gibi görünen, herkesin de böyle olmasını isteyen biri idi. Eserlerine bakıldığında Kur’ân-ı Kerîm, Hadîs, Fıkıh konusunda âlim olduğu, Farsça’yı da çok iyi bildiği anlaşılmaktadır. Eğri Seferi için İstanbul’a geldiğinde Aziz Mahmud Hüdâî tarafından karşılanmış, Hüdâî’den büyük bir hürmet ve muhabbet görmüş, üç gün bu tekkede kalmış ve burada bulunduğu sırada İstanbul’un ileri gelenleri tarafından ziyaret edilmiştir. Tarikatı Şemseddin Sivâsî Halvetiyye tarikatının kollarından kendi adıyla anılan Şemsiye tarikatının kurucusu olarak kabul edilir. Şemsiye şubesinin tacı üç parça hâlinde sarı çuhadan meydana gelmektedir. Tacın üstünde tepeye doğru gittikçe küçülen üç daire, tepe kısmında da bir düğme yer almaktadır. Bu şubede zikr-i celî esastır ve zikir esnâsında halkalar teşkil edilerek deveran yapılır. Sivâsî Halvetîlikte var olan ve esmâ-i seb’a denilen Lâ ilâhe ill’allah, Allah, Hû, Hakk, Hay, Kayyûm, Kahhâr esmâlarına Kâdir, Kavî, Cebbâr, Mâlik, Vedûd, isimlerini ilave ederek zikre esas olan Esmâü’l-Hüsnâ’yı on ikiye çıkarmıştır. Sivâsî 29 halîfe nasbetmiştir ve onun birçok kerâmeti de dilden dile dolaşmaktadır. Şemsiyye şûbesinde halvet, riyâzet ve mücâhede çok önemlidir. Bu şûbe Sivas ve Zile çevresinde etkili olmuş, Abdülmecid Sivâsî ve Abdülahad Nûri vasıtasıyla İstanbul’da da yayılmıştır. Edebî Şahsiyeti Manzum ve mensûr otuza yakın eser telif eden Şemseddin Sivâsî, hayatının büyük bir kısmını Zile’de geçirmiş, devrin sanat ve edebiyat merkezi olan İstanbul’dan uzak kaldığı için tezkirecilerin gözünden kaçmıştır. Şiirlerinde Sivâsî mahlasını kullanan şairimizi, Divân edebiyatından ziyâde tekke edebiyatına mensub şairler arasında değerlendirmek daha doğru olur. Tasavvuf onun eserlerinde bir süsü, mücerred duyguları ifade etmeye yarayan bir araç değil, adeta o eserlerin varlık sebebidir. Gayesi bu eserler vasıtasıyla halkı irşâd etmek olmuştur. Yer yer Arapça-Farsça terkiblere rastlansa da Şemseddin Sivâsî’nin şiirleri sade Türkçe ile yazılmış olup, yapmacıksız bir ifadeye sahiptir. Girift ifadelere, iç içe girmiş mazmunlara, edebî sanatlara çok fazla rastlanmaz. Umûmiyetle açık ve anlaşılır bir dil kullanmış, sadece bazı dînî muhtevâlı tevhîd, münâcât, nâ’t gibi şiirlerinde Arapça ve Farsça terkîblere yer vermiştir. Aşağıdaki gazel sade Türkçesini, samîmî ve lirik ifâdesini gösteren şiirlerinden biridir: Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan Kenz açılmaz şol gönülde tâ ki pür-nûr olmadan Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hakk Padişah konmaz sarâya hâne ma’mûr olmadan Mûtû kalbe entemûtû sırrına mazhâr olan Gördi anlar haşr ü neşri nefha-i sûr olmadan Hak cemâlin ka’besini kıldı âşıklar tavâf Yerde Ka’be gökyüzünde Beyt-i ma’mûr olmadan Mest hem mestâne geldüm tâ ezelden tâ ebed İçmişem aşkın şarâbın âb-ı engûr olmadan Mest olanların kelâmı kendüden gelmez velî Pes ene’l-hak nice söyler kişi Mansûr olmadan Bir devâsız derde düştü bu dil-i Şems-i müdâm Hakk’a makbûl olmak ister halka menfûr olmadan O’nun şiirlerinde mânâ bütünlüğü görülmektedir ki; şiirlerini umûmiyetle yek-âhenk tarzda söylemiştir. Vezin ve kafiye konusunda zaman zaman zorlamalar görülse de, gazelleri daha akıcı olduğu için bunların bir kısmı bestelenmiştir. “Yâ Rabbî lisânımdan ezkârımı aşk eyle” mısâıyla başlayan gazel Neyzen Tevfik tarafından Rehâvî makamında, “Kapına geldi asiler şefaat Yâ Rasûlallah” mısrâıyla başlayan gazel Şeyh Hüseyin Efendi tarafından Mâye makamında, “Vâsıl olmaz kimse Hakka cümleden dûr olmadan” mısrâıyla başlayan gazel Şeyh Hüseyin Efendi tarafından Mâhur makamında, Hüseyin Saadeddin Arel tarafından Isfahan ve Hüseynî makamında bestelenmiştir. Bunlar gibi daha pek çok eseri bestelenmiştir. Share this post Link to post Share on other sites