Muvazene 190 Report post Posted March 30, 2009 Bu başlık altında, Seyyid Ahmed Arvasi tarafından kaleme alınan 'İlm-i Hâl' isimli eserden iktibaslar yapacağız inşallah. ** RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH'IN ADI İLE... İTHAF Bu kitabımızı, Hicri 15. asrın başlarında, sayıları bir milyara yaklaşmakla birlikte, kara ve kızıl emperyalizmin pençesinde inleyen, kentli arasında parçalanan, «fırka fırka» olan, iç boğuşmalarla ve dış taarruzlarla harap düşen, bütün bu felâketlere rağmen, bir türlü kendine gelemeyen, düşman reçetelerinde şifa arayan, Allah ve Resûlü'nün çizgisine giremeyen, ideolojik bütünlüğünü ve teknolojik üstünlüğünü kaybeden, her türlü maddi ve manevi zenginliğine ve kültür mirasına rağmen, kendi vatanında esir ve parya statüsü içinde yaşayan, muzdarip ve Çaresiz İslâm Dünya'sının — her şeye rağmen— kurtuluş ümidini kaybetmeyen ve yepyeni bir heyecanla yeniden «Kurtuluş islâm'da» diyerek silkinip ayağa kalkmaya çalışan imanlı ve aziz gençliğine ve muzdarip münevverine ithaf ediyoruz. İslâm iman ve ahlâkına sarılanlara müjdeler olsun. S. Ahmet Arvasi Share this post Link to post Share on other sites
Muvazene 190 Report post Posted March 30, 2009 ÖNSÖZ — Bu kitabın yazarı, bir terbiyecidir. O, bütün hayatı gibi, mesleğini de Allah ve Resûlü'nün hizmetine vakfetmiş bulunuyor. Ona göre, son nefesine kadar, bu yolda yürümek ve son nefesini bu uğurda vermek, nimetlerin en büyüğü olacaktır. • Elinizde bulunan bu kitap, çok uzun bir çalışmanın ve araştırmanın mahsulüdür. Bir taraftan «muasır pedagojinin» veri (donné) lerine, diğer taraftan İslâm'ın, ezeli ve ebedi kuşatan, yüce esas ve ölçülerine dayanarak bir senteze ulaşmak gayreti, önceleri bizi çok zorlayacak sanmıştık. Ancak, çalışmalar ve araştırmalar derinleştikçe, hayretle gördük ki, «çağdaşlık» ve «modern pedagoji», sadece, İslâm'ın aydınlığında birer değer haline gelmekte, ondan uzaklaştıkça veya ondan uzak düştükçe gerçek mânâsını kaybetmektedir. — Bazı kimselerin, «ilm-i Hâl» mefhumundaki derin ve ulvî mânâyı idrak etmeksizin, tam bir küçümseme edası içinde «Canım, malum ilmihâl bilgileri!» deyip geçtiği saha, meğer ne muhteşem imiş. Şuuruna varma dan. aceleden «ilmihâl» biçiminde söylenen şey, meğer «ilm-i hâl» imiş. Evet, ne güzel terkib... — «İlm-l Hâl», bir bakıma, bir müminin hayatını «beşikten mezara kadar» kuşatan İslâmî inançlar, emirler ve yasaklar nizamı demektir. Yani, bütün ihtişamı ile İslâm Nizam'ında İslâm terbiyesi... — «İlm-i Hâl», bir bakıma, bir müminin, «doğum öncesinden başlayarak ölüm sonrasına kadar», bütün hayatını, İslâmî iman ve atmosfer içinde mânâlandıran yüce nizam demektir. — İlm-i Hâl, bir bakıma mücerret insanın «yaradılışından ebediyetlere doğru akışına kadar, bütün sırları kurcalıyan ilim... — İlm-i Hâl, başta insan olmak üzere, bütün mevcudata, bütün mahlûkata, bütün ruhlar âlemine, meleklere, cinlere ve herşeye İslâm'ın getirdiği yepyeni bir bakış tarzı demek... «İlm-i Hâl» bilmeyen, ne İslâm'ı bilir, ne de onun dünya ve kâinata bakışını... — «İlm-i Hâl» Yüce Allah'ın Şanlı Peygamber'e vahyettikleri... O'nun da bizlere «tebliğ» ettikleri herşey... Bir müminin bütün sorularına cevap veren islâmî ilim... • — Elinizde bulunan bu kitabın arkasında, binlerce ciltlik bir kitaplık var... Önce, dilimizde mevcut bulunan bütün «ilmihâl» kitapları gözden geçirilmiş, başta İmam-ı A'zam, İmam-ı Gazali ve İmamı Rabbanî Hazretleri olmak üzere, pekçok «Ehl-i Sünnet vel-Cemaat yolunun» büyüğüne ait eser ve bilgiler toplanmış, Allah ve Resûlü'nün emir ve ölçüleri, mümkün olan hassasiyetle takibedilmiş ve bütün bunlardan sonra, günümüzün sosyolojik, psikolojik, pedagojik ve fennî gelişmeleri de nazara alınarak bir senteze gidilmeye çalışılmıştır. Bu sentez yapılırken, İslâm'dan asla ve kat'a taviz verilmemiş, Ehl-i Sünnet Vel-Cemaat yolunun berrak aydınlığı, ısrarla takibedilmiştir, * — Bununla birlikte, elinizdeki kitabın, birçok bakımdan «yepyeni» olduğunu da göreceksiniz. Yenilik, muhtevada değil, biçimde gerçekleştirilmiştir. Fakat, bu esnada, hayretle görülmüştür ki, «muhteva» ile «biçim» arasında, «ruh» ile «beden» arasında mevcut olan cinsten, bir bütünlük ve alâka vardır. Nasıl ki, değişmeyen bir ruh, sürekli olarak yenilenip duran Ve yeni biçimler (formlar) içinde tazelenen bir organizma ile bütünle-şiyorsa, muhteva ile biçim arasında da böyle bir intibak çizgisi vardır. Yani, islâmî ruh ve muhteva, onu idrak ve takdim eden kişi ve kadrolara göre cazibe kazanmaktadır. — Gerçekten de «Kişinin dini, aklı kadardır». Allah, bizleri, ham softaların ve kaba yobazların ahmaklığından ve kendi küfrünü hakikat sanan ve dinde «yenilik» iddiasıyla dini tahribe yönelen beyinsizlerin şerrinden korusun. Bizleri, islâm'ın, bütün zamanları ve mekânları aşan ebedî yeniliği içinde, yepyeni sentezler ve mesajlarla akıp giden değişmez hakikatine ulaştırsın. — Biz, bu kitabı telif ederken, istedik ki, okuyucu, hem «şeriatın., hem «tasavvufun» dengesini bulsun. Yani, o bir taraftan «şeriatı» öğrenir ken, diğer taraftan «tasavvufun» da zevkine varsın. — Kitabımızın «BİRİNCİ ANA BÖLÜM»ünü kaleme alırken, bu hususa, bilhassa ehemmiyet verdik. «Allah ve âlemler» başlığı altında, varlığın mahiyeti nedir? Nerden gelfp nereye gidiyoruz? İslâm'da tevhid ve kesret, bir «Kitab-ı Ekber» olan kâinat nedir?, gibi sorulara cevap ararken, «şeriatın çizdiği hudutlar» içinde kalarak «tasavvuf yoluna» baş vurmayı uygun gördük. Tasavvuf çizgimizi, bilhassa, İmam-ı Gazali ve İmam-ı Rabbanî Hazretleri gibi din büyüklerine uygun tutmaya çalıştık. «Şeriatı» ve «Tasavvufu», tezatsız bir bütünlük içinde kavrayan bu yüce din büyüklerini ne kadar anlayabildikse o kadar konuşabildik.. Hiçbir zaman, haddimizi aşmadık. — Daha sonra, «Yaratılmışlar âlemi» ile ilgili satırları yazarken, muasır ilmî gelişmeleri, yüce ve mukaddes kitabımız Kur'an-ı Kerim'in aydınlığında değerlendirmeye çalıştık. Bu esnada, büyük bir saadetle tekrar tekrar öğrendik ki, İslâm, bütün asırların önünde bulunmaktadır ve Şanlı Peygamberimizin nuruna bütün zaman ve mekânlar muhtaçtır. — Bu kitapta, en hayatî İslâmî bilgileri, «doğumundan ölümüne kadar insan» «bir müslümanın 24 saati», «bir müslümanın bir haftası» ve «bir müslümanın bir yılı» başlıkları altında inceledik. Konuları, ehemmiyet sırasından çok insan gelişimindeki safhaların aktüalitesine göre işledik. Yani, insanı, «bebeklik», «ilk çocukluk», «ikinci çocukluk», «ergenlik ve mükelleflik», «gençlik ve ihtiyarlık» safhaları içinde ele aldık ve her safhada İslâmî emir ve ölçüleri ortaya koymaya çalıştık. * — Bu kitabı yazarken, bütün içtîmaî, iktisadî, ahlâkî ve harsî gelişmeleri «İslam'da aile» başlığı altında inceledik. Ailenin fonksiyonlarını belirtirken, topyekûn cemiyet hâdiselerini, bunun içine sığdırmaya çalıştık. Başarılı olduk mu bilmem? Ayrıca, bütün cemiyet hâdiselerini, aile içine sığdırma gayretimiz, sadece bir telif zarureti olarak mütalâa edilmemeli. İslâm'da «ailenin ehemmiyetini» belirtici bir tavır olarak da değerlendirilmelidir. Gerçekten de İslâm Sosyolojisi, aile üzerine kuruludur. • — Kitabımızın adına gelince... — Kitabımızın adı, görüldüğü gibi, sadece «İLM-İ HÂL» dir. Yani, «HÂL İLMİ...» — İslâmî bir şuur içinde, «hâl» ile «ilim» kelimelerini bir araya getiren ve yepyeni bir ilim dalı ortaya koyan ecdadımızın bu buluşu, her nedense çok hoşumuza gitti. Onun için, kitabımızın adını, sadece «İlm-i Hâl» koyduk ve taşıdığı o güzel mânâyı ifade etmesi bakımından, kelimeyi, bitişik değil, bir «terkib» içinde görmek istedik. • — Kitabımızın sonuna bir «lügatçe» koymak yerine, okuyucuya kolaylık olması için, bazı kelime ve tâbirlerin önüne, hemen parantez açılarak gerekli izahat o anda verilmiştir. Bunun daha faydalı olduğunu sanıyoruz. Bu kadar açıklama ile yetinmeyen okuyucunun ise çok daha büyük lugatlara ihtiyacı var dernektir. — Öte yandan, bir kültür ve medeniyet dairesine mensup olmak demek, o kültür ve medeniyetin temel mefhumlarına, dolayısı ile temel kelime ve tâbirlerine sahip olmak, onları anlamak ve hatta yeri gelince kullanabilmek demektir. Müslüman münevverler, kendilerini, İslâm medeniyetinin kelime ve tâbirlerinden uzaklaştırmak ve onları manevî ve mukaddes değerlerine yabancılaştırmak isteyen düşman oyunlarını mutlaka bozmak zorundadırlar. Böyle olunca, onlar, İslâm kültür ve medeniyetinin kelime ve tâbirlerini bir «cihad ruh ve şuuru» içinde öğrenmek, kullanmak ve yaymak mecburiyeti ile karşı karşıyadırlar. — Kitabımızın sonuna, konuları rahatça bulabilmek için, harf sırasına göre tasnif ve tanzim edilmiş bir «liste» konmuştur. «Harf Sırasına Göre Konu Başlıkları» adını taşıyan bu liste, sanırız ki, okuyucunun işine yarayacaktır. • — Velhasıl, bütün sevab ve hatası ile kitap, işte elinizde... Onu okumak ve değerlendirmek size düşer. — Güzel, iyi ve doğru ne varsa İslâm'ın... Çirkin, kötü ve yanlış ne varsa bizim... Erenköy 5 Ramazan 1402 27 Haziran 1982 S. Ahmet A R V A S İ Share this post Link to post Share on other sites
Ali NFK 8 Report post Posted March 30, 2009 Allah razı olsun Reyhan Hanım. Gerçekten Seyyid Ahmed Arvasi ismini duyunca Üstad Hazretleri kadar heyecanlanıyorum. Bu zatta boğulmak istiyorum. Ne yazık ki kitaplarını daha satın alamadım. Böyle önsöz gibi kitabun yanında ufak tefekte olsa siteye kattıklarınız bana teselli niteliğinde... Devamını da bekliyorum. Selametle... Share this post Link to post Share on other sites
Muvazene 190 Report post Posted April 3, 2009 İMAN VE İBADET — Hemen belirtelim ki, İslâm'da «İbadetler» ancak, İman etmek ve bu imanını korumak şartına bağlı olarak makbuldür. İmansız ibadet olmaz. Onun için, bir mükellefin en mühim işi, herşeyden önce dosdoğru inanmak, sonra bu imanını, bütün ömrünce korumaktır. Müminler, kendilerini, şirkten, küfürden ve bu yollara varan söz ve davranışlardan titizlikle korumalıdırlar. Allah korusun, imanını kaybeden veya sapık kimselere uyarak bozan kimselerin ibadetleri boşunadır. Bunun için, müminler Ehl-i Sünnet Vel Cemaat Yolunun büyüklerinin emir ve ölçülerine hassasiyetle uymalı, bunlara aykırı düşen sözlere, inançlara ve yaşayışa asla özenmemelidirler. — Öte yandan «farz oldukları» inkâr edilmemek şartı ile ibadetlerde ihmalkâr olmak veya ibadetleri terketmek «günah» olmakla birlikte «küfür» sebebi değildir. Ancak, ibadetsiz bir iman muhafazasız kalmış demektir. Bu sebepten müminler, hem günah işlememek, hem de «İmanlarını korumak» için emredilen İbadetleri yapmak zorundadırlar. Unutmamak gerekir, farz olan ibadetleri yapmak farz, vacip olan ibadetleri yapmak vâcib, sünnet olan ibadetleri yapmak sünnettir, «Farz» ve «vâcib» olan ibadetleri yapmak şarttır. Aksi halde, «günah» işlenmiş olur. Bilindiği gibi günahta israr etmek ise «büyük günah»tır. — ibadetleri küçümsemek ve hafife almak ise düpedüz «küfür»dür Tekrar ediyoruz, ibadetleri ihmal veya terketmek günah veya büyük günahtır da inkâr etmek, küçümsemek ve hafife almak İse küfür... Share this post Link to post Share on other sites
Muvazene 190 Report post Posted April 8, 2009 KAZA NAMAZLARI — Her namazı vaktinde eda etmek farzdır. Meşru bir mazereti olmaksızın namazı «kazaya bırakmak» haram ve günahtır. Müslümanların bu konuda çok hassas olması gerekir. — Gerçekte, «kaza namazı» demek, meşru bir mazerete binaen istemeyerek vaktinde kılınamayan namaz demektir. Meşru bir mazereti olmaksızın bilerek ve isteyerek vaktinde kılınmayan namazlara «selât-ı metruke» (terkedilmiş namazlar) denir. Mükellefler, bir an önce, bu namazlarını «kaza ederek» günahtan kurtulmaya çalışmalı ve bir daha bu duruma düşmemek için «tövbe ve istiğfar» etmelidirler. Bu işi geciktirmek de günah... — İslâm'da namazın «kazaya kalmasına» sebep olan meşru mazeretler vardır. Onları şöylece saymak mümkündür; 1. Bayılma ve delirme: Bu hallere maruz kalan müminlerin kaçırılan namaz vakti, beşten az olursa, sağlık hallerinde, bu namazları kaza ederler. 2. Aklı giderici birşey yiyip içmek: Böyle birşey yiyen ve içen mükellef, kaçırdığı namazlar, beş vakitten fazla da olsa, farz namazları kaza eder. 3. Uyku: İslâm'da uyuyup kalma da meşru bir mazerettir. Uyku sebebi ile kaçırılan namazlar kaza edilir. 4. Şîddetli ve ara verilmez savaş hali: Müminler, savaş halinde de farz namazlarını eda etmek zorundadırlar. Ancak, pek ender de olsa, şiddetli ve ara verilmez bir savaş haline mâruz kalan ve gerçekten namaz kılmaya vakit bulamayan mükellefler, ilk fırsatta kazaya kalan namazlarını eda ederler. 5. Zindanda, hücrede ve esarette ima ile namaz kılmak zorunda kalan müminler, bu şartlardan kurtulur kurtulmaz, namazlarını iade ederler. — Kazaya kalmış namaz borcu bulunmayan veya kazaya kalmış namazlarının toplamı «beş vakti» geçmeyen kimselere «ehl-i tertib» (tertib sahibi) denir. Daha fazla namazı kazaya kalan kimse «tertib ehli» olmaktan çıkar. Daha sonra, bütün namazlarını kaza etse bile bu hükme dönemez. Tertib ehil olan bir kimse, kazaya kalan «vakit namazını» eda etmedikçe, diğer vaktin namazını kılamaz. Meselâ, böyle bir kimse, kazaya kalan sabah namazını kılmadıkça, o günün öğle namazını kılamaz. Yani, önce sabah namazını kaza eder, sonra vaktin namazını kılar. — Bilindiği gibi, meşru bir mazereti olmaksızın, namazı kazaya bırakmak haram ve günahtır. Namazın «farz kılındığını» inkâr ederek veya bu farzı küçümseyerek terketmek ise «küfür»dür. Bunun yanında, namazın farz olduğunu kabul edip de terkedenler büyük günahkâr olurlar. Böyleleri, derhal tövbe ve istiğfar ederek namaza başlamalı ve bir an önce kaza namazlarını kılarak tehlikeden kurtulmalıdırlar. — Yine, bilindiği gibi, farzları kılmak «farz», vâcibleri kılmak «vâcib»dir. Bunları yapmamak «günah» ve bunları yapmamakta ısrar etmek de «büyük günah»... O halde, özürsüz olarak namazı kazaya bırakanlar (daha doğrusu terkedenler), bütün imkânlarını kullanarak kaçırmış oldukları «vakit namazlarını» ve «vitir namazlarını» kılmalıdırlar. — Kaza namazlarını bitirmeden «nafileler» ile oyalanmak doğru değildir. Şafiî ve Hanbelî İmamları ve âlimleri, tenbellik edip vakit namazlarını terkedenlerin, kaza namazlarını bir an önce bitirmeleri İçin sünnetler de dahil, bütün nafileler yerine «kaza namazı» kılmalarını emretmişlerdir. Şafiî âlimlerine göre, «Üzerinde kaza borcu olanın sünnet namazlar ile meşgul olması haramdır, hemen farz olan borcunu yerine getirmek zorundadır». (Fikrî Yavuz, İslâm İlmihâli. 183) — Hanefî Yolu'nun «İmam-ı Rabbanî Kolu», bu konudaki tereddütleri kaldırmak ve müslümanların işini kolaylaştırmak için şöyle buyururlar: «Bir farzı yapmayıp bir nafile İbadeti yapmak boşuna uğraşmaktır». (Bkz. İmam-ı Rabbani, Mektubat, I. Cild. 123. Mektup). Başka bir mektuplarında da şöyle buyururlar: «İnsanı, Yüce Allah'ın rızasına, sevgisine kavuşturacak işler, farzlar ve nafileler olmak üzere ikiye ayrılır. Farzların yanında, nafilelerin hiç kıymeti yoktur. Bir farzı vaktinde yapmak, bin sene nafile ibadet yapmaktan daha çok faydalıdır. Hangi nâfile olursa olsun, ne kadar hâlis niyet güdülürse güdülsün, ister namaz, oruç, zikir, fikir olsun, ister başka nafileler olsun hep böyledir». (Bkz. a. g. e. 29. Mektup). Görülüyor ki, İmam-ı Rabbani Hazretleri de «bütün nafileler» yerine kazaya kalmış farzların kılınmasını ve günahtan kısa zamanda kurtulmayı istemektedirler. Böylece müslümanlar, terkederek büyük günah işledikleri birikmiş farz ve vâcib namazlarını bir an önce kılıp sünnetleri de kılmak şerefine yol bulacaklardır. — Müslümanların unutmaması gereken bir husus vardır. İnsanlara «Hesab Gününde», imandan sonra, «farz ve vâcib olan namazların» hesabı sorulacaktır. Bütün müminlere farzı kılmak farz, vacibi kılmak vacib, sünneti kılmak sünnettir. Hiç şüphesiz, birikmiş farz namazları kaza etmek için, belli bir zaman için nafile ibadetleri yapmamak veya nafile ibadetler yerine kaza namazı kılmak, asla sünnetleri terketmek veya küçümsemek demek olmaz. Bunu, böyle yorumlamak büyük haksızlık olacaktır. Burada yapılan iş, zaruret karşısında, farzları ve vâcibleri sünnetlere tercih etmektir. Kaldı ki, her hal ü kârda farzlar ve vâcibler, sünnetlere tercih edilir ve edilmelidir. —Hanefî mezhebinde, kaza namazı olanların, sünnet kılmaları yasak değilse de «farzların ve vâciblerin» sünnetlere tercih edilmesi prensibi onlar için de geçerlidir. «Ben, her ikisini, bir arada yapacağım» diyebilen ve bu kararını tatbik mevkine koyabilen varsa, ona, «O halde geç kalma, kaza namazlarını bir an önce bitir» demekten başka ne denir? Bütün mesele, öteye «Hesab Yerine» farz ve vâcib olan «namaz borçları» ile gitmemekte... Allah'ın afvı mı?.. Elbette, bu konuda, bütün müminler «ümitli»... Ama, hiç kimse «teminatlı» değil... Bu konularda asla şakaya yer yoktur. Share this post Link to post Share on other sites
Ali NFK 8 Report post Posted April 8, 2009 Allah razı olsun Reyhan Hanım. Son iki başlığınız fevkalade nazik konular. Ne yazık ki bu bilgilerin aksini iddia eden o kadar çok -sözde-''din görevlisi'' var ki ne yapacağız? Allaha dua edelim de bu cahilliği artık bizden gidersin. Esselamu aleyküm. Share this post Link to post Share on other sites
Muvazene 190 Report post Posted April 10, 2009 Amin Harun kardeşim, cümlemizden. * KAPİTALİST DÜNYADA KADIN VE AİLE — 18. asırdan sonra, Batı'da, büyük sanayi inkılâbıyla birlikte, aile hayatında da mühim değişmeler görüldü. Bir taraftan içtimaî ve iktisadi hayatta meydana gelen değişmeler aileye, ailedeki değişmeler de içtimai ve iktisadî hayata yansıyarak bugünlere gelindi. — 19. asrın ortalarına doğru, Batı Avrupa'da erkek İşçilerin, kapitalistlerln istismarına dayanamayarak isyan etmelerinden sonra, binlercesi kitleler halinde işten kovuldu, hatta katledildi. Daha ucuza çalışabilecekleri ve daha uysal olabilecekleri beklenen kadınların ve çocukların birdenbire iktisadi hayata çekilmeleri bundan sonra hızlandı. Liberalist ve Kapitalist dünyada, birdenbire, sahte bir feminizm cereyanı icad edildi. —Erkek işçilere karşı kin ve husumet dolu dünyaperestler, şöyle konuşuyor ve yazıyorlardı: «Kadınlar da niçin erkekler gibi çalışmasın? Artık, onları, erkeklerin tahakkümünden ve esaretinden kurtarmak gerekir. Erkek işçilerden boşalan yerleri kadınlar doldurmalıdır. Onları, çocuk doğurmaktan ve yetiştirmekten başka iş yapmayan kimseler olmaktan kurtarmalıyız. Kadınların da erkekler gibi serbest bir hayata ihtiyaçları vardır...». — Böylece, zaten iktisadî güçlüklerin pençesinde kıvranan, işsiz ve serseri dolaşan kocaların kahrına dayanamayan «analar», mecburen, çocuklarını, birilerine bırakarak işyerlerine, fabrikalara ve bürolara koştular, «ekmek derdine» düştüler. Üstelik, kapitalist dünyada, kadını ve aileyi koruyacak müesseseler de yoktu. Erkek işçiler gibi, kadınlar da çocuklar da himayeden mahrum idiler. — Öte yandan, o asırda, sanayi tesisleri ve iş yerleri yetersiz olduğundan ve kitleler halinde işten kovulan «erkek işçiler» ve iş bulamayan köylü gençler ya serserice dolaşıyor, ya meyhanelerde ve kumar hanelerde vakit öldürüyor veya «yer altında» oluşan hırsız ve soygun şebekelerine katılıyordu. Böylece kapitalist dünyada hırsızlık, soygun, cinayet, fuhuş, alkolizm ve uyuşturucu madde düşkünlüğü bir felâket halini alıyordu. Köylerde barınamayan nüfûs, «sanayi şehrinin» etrafında «gecekondular» meydana getiriyor, işsizlik ve sefalet koyulaşıyor, emek hızla ucuzluyor, her türlü içtimaî ve iktisadî garantiden mahrum kalan işçiler, ya zulme boyun eğiyor, veya en küçük bir kıpırdanışta işini kaybediyordu. Böylece, işsizler ordusu gittikçe büyüyor, kapitalist çevrelere karşı gelişen kin ve öfke, «mülkiyet şuurunu» zayıflatıyordu. — Gerçekten de o asırlarda, «emek» iyice ucuzlamıştı; hele kadınların ve çocukların «erkek işçilerin yerini alması» ile büsbütün ucuzlayacaktı ve 19. asrın «korkunç istismarı» başlayacaktı. Maalesef, kapitalizmin bu hatası veya oyunu, Batı'da sınıf çatışmaları, isyanlar ve ihtilâller çıkmasına yol açacaktı. Böylece dünya, büyük bir felâkete doğru sürüklenirken, kapitalistler, hâlâ, işin vehametini anlayamayacak, bu içtimaî çatışmaları ve çalkantıları, saptırmak ve şaşırtmak için ne mümkünse yapacaklar, mücadeleleri «erkek-kadın rekabeti kılığı» içinde soysuzlaştırmak isteyeceklerdi. Böylece, kapitalist dünyada yeni yeni kadın tipleri doğacaktı. — Evet, kapitalizmin bağrından yeni yeni «kadın tipleri» fışkıracaktı. Bir tarafta, kapitalistin biriktirdiği ve ele geçirdiği zenginliklerin üzerine oturan ve dünyaperesttlerin arzularına göre süslenen, yaşayan ve lüks arayan, «analık vazifesini» bırakıp «seks hürriyeti» adı altında «altın ilâhına» yaranarak «metres hayatı yaşayan», çılgın bir müziğin eşliğinde, başka insanların ıstıraplarını unutarak yaşamaya ve mutlu olmaya çalışan «burjuva kadın tipi»; diğer tarafta, «hem aile içinde çalışan», hem de «aile dışında çalışan» ve fakat bir türlü aradığı zenginliği ve mutluluğu bulamayan ve gittikçe «proleterleşen ve aileden uzaklaşan» namuslu ve fakat «yorgun ve mutsuz kadınlar»; öte taraftan, korkunç bir propaganda ile meydana getirilen «kaprisli kadın dünyasına» ayak uyduramayan, kocasının kazancı ile istediğini ele geçiremediği için ıstırap duyan, devletin himaye ve desteğini görmediği için kendini ailenin dışına atan, zamanla ailenin, kocanın, çoluk çocuğun çekilmez bir yük olduğuna inandırılan, evlenmeden de yaşamanın ve mutlu olmanın mümkün olduğuna şartlandırılan ve her türlü istismara açık «proleter kadın» — Bugün, herşeye rağmen, kapitalist dünyada, kendini mukaddes aile yuvasına vakfeden «analar» ve «aile kadınları» hâlâ pek çoktur. Ancak çok yönlü ve maksatlı propagandalar ile «evinde çalışan» ve analık vazifesini mukaddes bilen kadınları, hor ve hakir düşüren açık ve gizli yayınlar kesifleştikçe, bunların sayısı da hızla azalmaktadır. Böylece, kapitalist dünyada, yalnız aile zayıf düşmekle kalmamakta, nüfûs artış hızı düşmekte, sahipsiz ve serseri çocuk ve gençlerin sayısı artmaktadır. Ananın ve ailenin fonksiyonlarını yüklenmek isteyen bütün müesseseler yetersiz kalmakta, hippiler, asi gençler, uyuşturucu madde düşkünleri, anarşist ve nihilist bir gençlik cemiyeti sarmaktadır. Analar bu faciayı görmekte ve maalesef, artık geri dönememektedirler. Bu konuda, nedense «devlet» vazifesini yapmamaktadır. Birçok sosyologun, pedagogun ve psikiatristin çığlığı duyulmamaktadır. Hiç şüphesiz, bu, bir medeniyetin çöküşüdür... Share this post Link to post Share on other sites
Muvazene 190 Report post Posted April 13, 2009 KOMÜNİST DÜNYADA KADIN VE AİLE — Sosyalistler ve komünistler de «Kadın Hakları» konusunu çok istismar ederler. Bilhassa onlar, kapitalist dünyada yaşayan kadınların meselelerini istismar ederek propagandalarını sürdürürler. — Komünistler, aileyi, «eski üretim İlişkilerinin bir üst yapıtı» olarak bugün için lüzumsuz bulurlar. Onlar, ailede çalışan ve kendilini çoluk çocuğuna vakfeden «anaları», tufeyli yaşamakla ve «üretim dışında» kalmakla itham ederek hor ve hakir görürler. Analık vazifesinin kudsi yetlnl İnkâr edip kadınları, kollektlf çiftliklerde, fabrikalarda, her türlü İş ve faaliyet sahasında «boğaz tokluğuna» çalıştırarak güya «üretici» durumuna getirdiklerini sanmaktadırlar. Komünizm, teoride aileyi gereksiz bulur ve onun lağvedilmesini (dağıtılmasını) ister. Bir ara Sovyet idarecileri, bu düşüncelerini tatbik etmek istemiş, aileyi dağıtmışlardı. Güya Onlar, «insanların üremesini» devlet eliyle plânlıyacak, doğan çocukları «komünist partizanlar» eliyle eğiterek «kızıl bir ordu» ve «kızıl bir işçi dünyası» kuracaklardı. Çocukların bakımından ve geçiminden aile ve kadın sorumlu tutulmayacak, kadınlar da erkeklerle birlikte «proleter-leşecekler»di. — Fakat, hayrete şayandır ki, bu tatbikat iyi netice vermemişti. Çünkü, komünist dünyada «proleter kadınların» (amele kadınların), iktisadî hayata ve istihsale ne getirdikleri ayrı bir tartışma konusu olarak bir tarafa, anaların, aile ve çocuklarından uzaklaştırılmaları, iktisadî, İçtimaî, harsî ve siyasî hayatın en mühim unsurunu teşkil eden «insanın» beden ve ruh sağlığını tehlikeye atmıştı. — Anaların da tıpkı babalar gibi, aile ve çocuklarını terkederek «İktisadî mücadele vermesi», çocukların doğum, bakım ve terbiyesini esaslı biçimde etkilemiş, komünist dünyada da doğum nisbeti hızla düşmüş, aile bağları gevşemiş, gayr-ı meşru nesiller ortalığı sarmış, şefkat ve himayeden mahrum nesiller çoğalmış, devletin ve kuruluşların ilgi ve yardımları yetersiz kalmış, genç nesiller fiilen «öksüz duruma» düşürülmüş, bunun tabiî bir neticesi olarak komünist dünyada da melânkolik, şevksiz, egoist, huzursuz, materyalist, nihilist, inançsız ve alkolik bir nesil doğmuş bulunmaktadır. — Bu durum, hem ana ve babaların, hem de «Sovyet idarecilerinin» dikkatini çekmiş, bunun üzerine «komünist partisi» kendi kontrolünü gevşetmemek şartı ile «aienin yeniden kurulmasına izin vermiştir». Bununla birlikte, hemen belirtelim ki, ananın statüsü pek değişmediği için, «proleter dişi» yahut «amele ana», bütün çırpınmalarına rağmen, kendisini ailesine vakfedememekte, komünist partizanların direktif ve kontrolü altında ve evinin dışında çalışmaya mahkûm bulunmaktadır. — Nitekim, ana «proleterleşince», doğduğuna ve doğurduğuna bin pişman olmakta, sahipsiz ve himayesiz kalan çocuklarının, kendisi hayatta iken «öksüz bırakılmalarına» yanmakta ve fakat elinden blrşey gelmemektedir. Bu durumu gören genç kızlar ve kadınlar, bu azaba düşmemek için ya evlenmekten kaçınmakta veya evlenirlerse, doğurmamaya çalışarak analık vazifelerinden soğumakta, kısaca arı kovanındaki «amele dişi» statüsüne ister istemez razı olmaktadırlar. Bütün bu faciaları göre göre, komünistler, hiç utanmadan, İslâm ailesine ve İslâm kadın ve anasına saldırmakta, İslâm dininin kadını «esire durumuna» getirdiğini iddia etmekte, miras hukukumuzu kendince tenkid etmektedirler. Halbuki, komünist dünyada, «proleter kadın», yal nız köle statüsünde değil, her türlü mülkiyet hakkından ve hatta doğurduğu çocuk üzerindeki haklarından dahi mahrum bırakılmış, malsız. mülksüz, karın tokluğuna çalışan, «parti»nin istediği gibi düşünen, giyinen, yiyen, içen ve çalışamaz duruma gelince de «bir devlet pansiyo nunda» ölümü bekleyen yalnız ve ümitsiz bir «dişi amele»dir. — Yalnız şu var! Komünist dünyada, «dişi» veya «amele dişi», komünist bir «partizanın» dikkatini çekecek kadar güzelse, yahut zeki ve kaabiliyetli ise «şanslı» sayılır. Zira partizanların karıları, kızları «Yeni Sınıfın burjuvalaradır. Onların yüksek tahsil yapma, atlet veya balerin olma, devlet işlerinde vazife alma, lüks ve konfora sahip olmak hakları (!) vardır. Ama unutmayın ki, komünist partisine kaydolunmak ve bu «avantajlara konmak», sizin elinizde değildir; onlar, sizi uygun görürler se seçerler ve alırlar. Düşünün, günümüzde, nüfûsu 200 milyona varan bir komünist memlekette, «partiye» kayıtlı «asıl üye» sayısı ancak 6 (altı) milyon kişidir. Bu, umumî nüfûsun yüzde üçü demektir. Hiçbir komü nist memlekette, bu nisbet, yüzde beşi geçmemektedir. Ne gariptir ki, İngiltere gibi kapitalist ve aristokrat bir memlekette de «Lordlar Sınıfı nın» umumî nüfûsa nisbetl yüzde beştir. Gerçekten de birçok komünist memlekette yapılan müşahedeler ile de tesbit olunmuştur ki, oralarda, kapitalist burjuvaziye taş çıkartacak bir lüks ve konfor içinde yaşayan bir «komünist partizanlar sınıfı» mevcuttur. Bu gerçeği dile getirdiği için, «Yeni Sınıf» adlı kitabın yazarı, Yugoslav Komünist Partisi'nin Tito'-dan sonra İkinci adamı Milovan Djilas, yalnız komünist partisinden kovul mamış, yıllarca zindana da konmuştur. Durum, bütün komünist memleketlerde aynıdır. Çünkü, komünizm budur. — Komünizmde, bilhassa şehirlerde, ailenin kendine bir «ev edinme hakkı» bile yoktur. Mülkiyet hakkı, ya daraltılmış veya tamamen kaldırıl mış olduğundan, aile, «ev edinmek» yerine, kollektif mülkiyete alt ev lerde. partinin izni ile kalabilmektedir. Köylerde durum biraz daha farklı olmakla birlikte, bilhassa büyük şehirlerde «ev», âdeta bir otel veya pansiyon gibidir. Dolayısı ile «aile fertlerini» huzur ve sükûna kavuşturacak mahremliyeti yoktur. Böylece, zaten dokunulmazlığı bulunmayan bir ev her an «kızıl partizanların denetimine» açık olmakla da ayrı bir huzur suzluk kaynağı olmaktadır. Yani, komünist dünyada, bu iğreti aile ve yer İnsanın sığınacağı, İçini dökeceği ve rahatlık bulacağı bir «yuva» o| maktan çok uzaktır. Bu sebepten komünist cemiyetlerde de insanların ruh sağlığı bozulmakta ve sinirleri törpülenip durmaktadır. — İşte, kapitalizm ve komünizmin aileyi ve kadını getirdikleri nokta... — Şimdi ne olacak? Bu sorunun cevabını onlar arasın. Biz, İslâmî emir ve ölçülere uyarak «İslâm ailesini» gözümüz gibi koruyacak, «İslâ-mın mukaddes anasını», Allah ve Resulünün emrettiği ölçüler içinde tutarak yüceltmeye devam edeceğiz. Gerçekten de «kurtuluş islâm'dadır». İslâm'ın dışında hayat arayanlar mutlaka zarar edeceklerdir. Nitekim yüce ve mukaddes kitabımız Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: «And olsun asra ki, gerçekten insan, kesin bir zarardadır. Ancak, İman edenler ile güzel amel (ve hareket) de bulunanlar, bir de birbirine hakkı tavsiye, sabrı tavsiye edenler böyle değildir». (Bkz. El-Asr Sûresi, Âyet: 1-3). Share this post Link to post Share on other sites
Toti-i Zari 0 Report post Posted April 13, 2009 Rahmetullahi Teala Aleyhi ve Ceddihi Share this post Link to post Share on other sites
Ali NFK 8 Report post Posted April 13, 2009 Allah razı olsun Reyhan Hanım. Bu bilgilerden istifade ediyoruz. Share this post Link to post Share on other sites