Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
üstad'ımıza saygılar...

Peki Siz Ne Olmak Isterdiniz?

Recommended Posts

Bazen düşünüyorum da; Kendimi seçme şansım olsaydı şayet, insan olmayı seçmezdim ben!

İnsan olmak meşakkatli bir işmiş doğrusu; insan olarak kalabilmek...

 

Böyle bir zamanda, böylesine kirlenmiş yüreklere göz yummaktansa, onca güzel varlıktan biri olmak ne güzel olurdu!

 

Gökyüzü mesela...

 

Zaman zaman renklerin her tonunu aynı anda kendisinde bulunduran o hayret verici semaya her baktığımda kıskanırım gökyüzünü...

 

Çoğu zaman mavice gülümserken umut doludur.

 

Bazen akşam üzerine doğru hüzünlü ama bir o kadar gösterişli olur ya hani..!

 

Gökyüzü olsaydım 'özgürlüğün' simgesi ben olurdum...

 

Genişliğime sığdırabilirdim her şeyi,

 

Ya da sığardım genişliğine...

 

Ya da toprak...

 

Toprak olurdum belki de kendimi ben seçseydim...

 

'Toprağa her türlü kötü şey atılır ama topraktan hep güzel şeyler biter' diyor bir zat. Toprak olsaydım bereket olurdum. Tüm karamsarlıkları atardım da içime, yine de gülümserdim hayata... Kötülük de görsem verirdim iyiliğimi herkese, Mevlânâ'nın dediği er kişicesine...

 

Su kadar duru olsaydım az şey midir ya da?

 

Bir hayat kurtarabilir miydim, yeniden can verebilir miydim solmak üzere olan bir çiçeğe? Bir camide abdest olup, günahları yıkayabilir miydim her türlüsünden? Her şey bana muhtaçken onun gibi aşağılardan akabilir miydim?

 

Ağaç olup dimdik durabilseydim!

 

Rüzgârda sallansaydım ama yıkılmasaydım!...

 

Sonbaharda döksem de yapraklarımı, zamanı gelince yeniden çiçek açıp meyvelerimi verebilirdim...

 

Belki de hepsinden çok arı olmayı isterdim...

 

Çomak sokularak bir arı yuvasının bozulduğuna tanık olmuştum bir gün. Bozulan yuvalarının yere düşmesiyle birlikte, yeni yuvalarını yapmak için nasıl didindiklerini, vakit kaybetmeden nasıl çalışmaya başladıklarını görüp onları da hayretle izlemiş, hayran kalmıştım varlıklarına..

 

Kaybedişlere pes etmeden, kaldığı yerden devam etmek hayata...

 

Yok oluşlara üzülmek için vakit harcamak yerine yeniden tutunmak bir yerlerden... "Arı arı" uçmak, sürekli ışığa koşmak, arı gibi 'arı' olmak ne güzel...

 

Böyle konuştuğuma bakmayın siz...

 

Bunun sadece sözden ibaret kalacağını biliyorum ben de.

 

Ancak şunu da biliyorum ki, tüm bu güzel varlıkların özelliklerini toplayıp, kendi varlığımda yoğurup, su gibi, toprak gibi, arı gibi; hatta daha da fazlası hepsinden bir parça almış bir "insan olmak" elimde.

 

Bunun umuduyla rahatlıyor içim ve devam ediyorum düşünmeye...

 

Madem kendimi seçme lüksüm olmadı, madem her şeye rağmen insanım ve böyle bir dünyada barınmak zorundayım, neden bu varlıklarla özdeşleşip insanüstü değerlere sahip olmayayım?

Share this post


Link to post
Share on other sites

Zevkli bir konu açmışsın, öncelikle teşekkür ederim. Benim cevabım, ne olacağımı seçebilseydim, yine insan olmayı ve şimdiki halimde olmayı isterdim.

 

Diğer canlıların özellikleri ve durumlarını da senin gibi kısa bir şekilde göz önünde bulundurmak gerekirse. İnsanlık öyle harika bir şeydir ki, bir arıya veya çiçeğe veya gökyüzüne imrenmem, onu kıskanmam. Tabi ki, senin bu konuda yazdıkların biraz da manidar ve gerçekten güzel fikirler. Ancak dediğim gibi bu benim fikrim.:D

 

Bir çiçek, yerden biter, büyür ve solar gider. Ve kolayca, kopan bir çiçeği yenisiyle değiştirebiliriz ve kopan çiçek artık içimizde bir sıkıntı, dert yaratmaz. Ama her bir insan tek, özel ve kendi içinde ayrı bir dünya. Bir insanı kaybetmekle, artık onun yerini yeni birisi ile dolduramayız. Benim şahsen hayran olduğum, Osmanlı padişahları, hayatlarını okuduğum Peygamberler, ve daha bir çokları hep beni heyecanlandırır. Ve hepsi de insan.

 

Tabi, asyalıların efsanelerinde ejderhalar vardır ama, o da işin esprisi :D

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir ağaca rastladı sûfi.

 

Issız bir bozkırda, yapayalnız kalmış bir ağaca... Kökü toprağın derinliklerinde sabit, görkemli gövdesi tertemiz, çürüksüz, yarasız beresiz bir ağaçtı bu... Ne böğründe hain bir baltanın yarası vardı, ne de kurtlar geziniyordu gövdesinde.

 

Yaprakları gün ışığının aydınlığını yudumluyor, rüzgârın kır çiçeklerinden getirdiği rayihaları teneffüs ediyordu. Dalları duaya açılan eller gibi semaya yönelmiş, hayat, saadet ve afiyet niyaz ediyordu adeta. Kimi dalları rükuya, kimileri secdeye eğilmiş, kimileri dimdik, kıyamdaydı sanki. Ve hepsi de yemişlerle doluydu. İnsanların sofralarında ziyafet olmaya hazır yemişlerle...

 

Gür-gümrah dallara, dallardaki alımlı meyvelere bakınca, ağacın derûnunda bir ırmak gibi çağıldayan yaşama ve yaşatma arzusunu hissetti sûfi. Heyecanlandı. Daha bir yaklaştı, dokundu, başını kaldırdı, izlemeye başladı. Her dal sonsuza uzatıyordu kollarını. Sanki başka göklere, başka sevdalara, başka ümitlere, daha başka bir hayata, ebediyete aşıktılar. Belli ki meyli başka alemlere doğruydu ağacın. Dokundu ve izledi sûfi.

 

Sonra bir kez daha, bir başka bakışla baktı sûfi. Bu kez ağaç ona, bu yapayalnız haliyle, münzevi bir dervişi hatırlatmıştı. Ağaçla kendisi arasında bir ortak taraf buldu. Bir gizli lisan ile fısıldaşarak sohbet edecek bir yarene rastgelmişti artık. Ağacı dinledi, ağacı sevdi sûfi. Daldı gitti gözleri dallar boyunca. Birlikte kanat açtılar mavi sonsuzluklara doğru...

 

Bu sır sohbetinin bir yerinde kalbine yöneldi sûfi ve dedi ki kendi kendine: “Ağaç ki, onun varlığından yalnız insan değil; kurt-kuş, çiçek-böcek, bütün bir tabiat memnundur. Gelip geçen yolculara bir güzellik, bir ince mana, bir sürür bahşeder durur. Güzel Allahım onu renkten, ışıktan bir buket gibi toprağın eline vermiştir.”

 

Ağaç artık bir ayetti sûfi için. Okunup tefekkür edilmesi gereken, Allah'ın sonsuz-sınırsız ayetlerinden biri. Bir alem. Bir sessiz lisan. “O var, ben O'nun sonsuz mülkünde bir iz, bir işaretim” diyen bir lisan.

 

Ağaca böyle baktıkça ürperdi sûfi. Kalbi mehabetle doldu. Damarlarında bir heyecan gibi dolaşıp akmaya başladı.

 

Derken, ağaca özendi, ağaç olmak istedi sûfi. Bu arzu bir tahassür gibi yandı yüreğinde.

 

Sonra, “n'olaydı ben de sofralarda ziyafet, ağızlarda tat, damarlarda hayat olabilseydim; n'olaydı bu ağacın meyveleri olaydım” dedi kendi kendine.

 

Böyle düşünürken bir an sonra fikri değişti sûfinin ve ağacın gölgesi olmak istedi. Gelen giden yorgun yolcular bende serinlesinler, uzanıp yatarken göğün o dipsiz maviliğine bende dalıp gitsinler, ruhlarını bende şenlendirip, hayallerini bende sonsuza kanatlandırsınlar diye...

 

Sonra birden yine fikrini değiştirdi sûfi. Kuşlar gibi cıvıl cıvıl bağrışarak, sevinçle koşuşan çocukların minicik ayaklarına birer merdiven, birer basamak olmak istedi. Onları meyvelere ulaştırmak için bu ağacın budakları olmayı diledi.

 

“Hayır, yoksa dalları mı olmalıyım?” dedi daha sonra. Tomurcuklar bende açar. Sonra da meyvelerle donanırım. Salıncaklar kurulur dallarıma ve yüzleri günyüzü güzelliğinde pırıl pırıl bebekler, mışıl mışıl o mesut uykularına dalarlar. Kuşlar gelirler, dizi dizi, çığlık çığlık... Şarkılarını söylerler, mesut yuvalar kurarlar.

 

Sonra bir tereddüt geçti içinden sûfinin ve “yoksa yaprakları mı olsam acaba?” dedi. Gündüz güneşin, geceleri ayın o ruhlara sükun veren ışığını yudumlarım, gözlere gönüllere hoşluklar serperim diye düşündü. İlkbaharda çiçek çiçek açılıp, nakış nakış ağacımı süslerim. Bakışları büyülemek ne kadar haz vericidir bilirim. Serin ve munis rüzgârlar gelip beni yarinin saçlarını okşayan bir aşık eli gibi okşarlar. Itrımı alıp dört bucağa dağıtırlar. Başka ağaçlardan bana başka kokular getirirler, dedi.

 

Bir kararda durmuyordu ama sûfinin yüreği. Yine fikrini değiştirdi. Bu kez “hayır hayır, gövdesi olmalıyım bu ağacın, gövdesi” diye haykırdı içinden. Dallar benden doğar, sarmaş dolaş, büklüm büklüm göğe uzanırlar. Yemiş veren, dal veren bir ağaç olurum. Dal veren ağaç, bal veren kovan gibidir. Çoluk çocuk veren oba gibidir. Ah, nasıl bir ihtişamım olur kim bilir, dedi.

 

Seyrine daldığı bu ağaçta gövde olmak, dal, yaprak, meyve; sonra da sofralarda lezzet, damaklarda tat, insan damarlarında hayat olmak arzuları arasında bir gidip gelen sûfinin aklına neden sonra ağacın kökleri olmak fikri geldi. Ağacın kökleri olmak...

 

Ama kökler, gözden ırak, sessiz sedasız, tanınmadan, adsız ve şansız, şöhretten uzak bir dünyada yaşıyorlar dedi ve içini çekti sûfi. Güneşe hasret, ışığa muhtaç, karanlıklarda, toprağın zindanlarında yaşamak ve hep o karanlıklara doğru ilerlemek... Ne korkunç, dedi sûfi ürpererek! Kök olsam, göz alan, gönül okşayan bir rengim olmaz. Kimseler adımdan da söz etmezler. Yemişler kadar anılmaz adım. Hep yaşatmak için yaşamak zorunda kalır, toprağın zindanlarında çile çekip ızdırap yudumlarım, dedi.

 

Artık köklerin yudumladıkları acıyı duyumsar gibiydi sûfi. Bu kez uzun uzun düşündü. Ezelî vazifesini şimdi daha iyi anlıyor gibiydi. Kalbinin derinliklerine dalarak dedi ki: “Köklerin çektiği acılardır ki, meyvelerde lezzet, yaprak ve çiçekte renk ve letafet, dallarda tomurcuk, gövdede mehabet ve azamet olmuştur. İlâhi kanun böyledir. Gökler ağladıkça toprak gülümser. Birileri acı ve meşakkat çekmeden bir başkaları mesut olmuyor.”

 

Ve sûfi bildi ki, kökü olmayan ağaç yaşamaz. Artık sûfi bu görkemli ağaçta kök olmayı, köklerde bir kılcal damar olmayı ve toprakta kalmayı diledi. Bu nasibe razı oldu, Köklere katıldı, bir kılcal kök oluverdi.

 

Sonra uyandı sûfi bu tefekkür ve hayal aleminden ve baktı ki içinde yaşadığı inananlar topluluğu da böyle bir ağaçtan hiç farklı değil. Bir ağaç ki, köklerinin tutunduğu toprak, Allah'ın yoludur. Kökleri ise Allah'ın veli kullarıdır. Riyadan uzak, gözden ırak sessiz ve sedasız, bu kutsî toprağın sinesinde çalışmaktalar. Bu hayat veren toprağın gıdasını gövdeye, dallara, yapraklara, meyvelere gönderiyorlar. Hep toprakta kalıyorlar ki bu muhteşem ağaç yaşasın, dalları ebediyet semasına ağsın.

 

Ve nihayet sûfinin dudaklarından, toprak altına bu ulu ağaca hayat vermek için giren Ahmet Yesevî'nin can damlalarına denk şu mısraları dökülüverdi:

 

Kimi görsem, hizmet ettim kulu oldum

 

Toprak gibi yollarına yol oldum

 

Aşıkları yakıp sonra sönen kor oldum

 

Merhem oldum, yer altına girdim işte...

 

 

Faruk Gürbüz'ün Suskun Deniz isimli kitabından alıntıdır

Share this post


Link to post
Share on other sites

ALLAH bana da bir şanş verseydi yine kendim olmak isterdim yani Demet Keskin...hamd olsun kendimle barışık bir kişiyim..

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bulut olsaaam,rüzgar savuracak her yana.

Rüzgar olsaam,eseceğim her an bilmediğim aleme.

Çiçek olsaaam,hazan gelecek ya da bir kirli el olsun, temiz el olsun koparacak,hadi koparılamadım diyelim, solmaya mahkumum.

Bahar olsam,yerimi yaz alacak, yaz olsam kış.

Toprak olsaaam, kıymetim mi bilinecek sanki!?..

Ağaç olsaaam, en nihayetinde bir baltalık halim var.

Güneş olsam,ı ıh ay la müthiş bir rekabet var aramda mümkün değil.

Taş olsaaam.her örnekte ilkim: (taş mıyım canım) hitabına mazhar olurum.

Hayvan olsaaam, kedi, köpek, kuş vs. En nihayetinde ya vurulur, ya sokaklar da plakasını alamayacağım bir arabanın kurbanı.

Ben en iyisi, her aynaya baktığım da insan olduğuma derinden bir şükreden olayım...

Share this post


Link to post
Share on other sites

mostar, ömründe bu yazın kadar güzel olsun ellerine sağlık

baki muhabbet

 

 

aynı halimi isterdim sonra ruhum sere serpe herşey olabilir, bu mümkün inanmayan baksın mostarın yazısına

Share this post


Link to post
Share on other sites
mostar, ömründe bu yazın kadar güzel olsun ellerine sağlık

baki muhabbet

 

 

aynı halimi isterdim sonra ruhum sere serpe herşey olabilir, bu mümkün inanmayan baksın mostarın yazısına

 

 

:D Allah razı olsun bilmukabele...Faruk Gürbüz gerçekten çok güzel yazmış, daha doğrusu çok güzel yazdırmışlar :D

Share this post


Link to post
Share on other sites

×
×
  • Create New...