Site icon N-F-K.com

Ayak Sesleri (Şiir İncelemesi)

AYAK SESLERİ

“Herkes şu beylik lafı ediyor : ‘Bıraktığı boşluğu kimse dolduramaz.’ Boşluk bırakmadı ki doldurulsun. Her şeyi doldurdu gitti. Kafaları doldurdu, gönülleri doldurdu ve yaşını doldurdu.” (1)

Sadece Türk tarihinin değil, Dünya tarihinin de gelmiş geçmiş en büyük mütefekkirlerinden biri olan Üstad; güneşin doğudan yükselmeyi unutacağı güne kadar; eserleriyle, fikirleriyle, aksiyonuyla, dava adamı kimliğiyle ve o renkli dünyasıyla; Osman Yüksel Serdengeçti’nin de belirttiği üzere, doldurulacak hiçbir boşluk bırakmayan hayatıyla, bıraktığı dünyada yaşamaya devam edecek; kendi tabiriyle, güneşi ceketinin astarında kaybetmiş marka Müslümanlarının elbiselerinden tutup, bilhassa onlara ve tüm insanlığa, “öleceğinden haberin var mı?” (2) ihtarını sürekli yineleyecektir. Üstadın hakiki manasıyla anlaşılabilmesinin en elzem yolunun, onun o kütüphanelik çaptaki eserlerinin okunmasıyla mümkün olacağına inananlar olarak diyebiliriz ki; Üstadın kitapları bir kütüphaneyi doldurur fakat, kitaplarının muhtevası ve mahiyeti, dünyadaki mevcut kütüphanelere bir o kadar daha eklense yine de az gelecek bir ruhi manaya sahiptir. Tiyatro, roman, fikir, tarih, hikaye, anı, şiir, neredeyse eser vermedik alan bırakmayan Üstadın, “Hakikati arama işi” dediği şiire verdiği değer büyüktür. Üstad, “göklere çıkan merdiven” (3) diye nitelediği şiire, “Allah’ı aramaktan başka vazifesi yoktur.” diyerek, asli görevini yüklemiş, bu büyük arayışın, ötenin ötesini bulmaya çabalayışın, sonsuzluğa ulaşma cehdinin bir ömür savaşını vermiştir. Şimdi, Üstadın “Çile” adlı şiir kitabında yer alan, 1925’te, yirmibir yaşında kaleme aldığı “Ayak Sesleri” şiirini izaha yeltenmeden önce, bir gerçeği belirtmek istiyoruz… Şairinin, beynini tırmalayan hislerle ve ifadesi güç bir haleti ruhiye ile yazdığı açıkça belli olan bu şiiri; (bu mutlaka böyledir) düşüncesinden uzak, kendi hayal dünyamızın bu büyük şiirde beliren küçük akisleriyle sunmaya çalışırken; bu denizden birkaç damla içeriye idrak ve dışarıya izah edebilirsek, kendimizi mesut sayacağımızı heyecanla itiraf ederiz. Evvela şiiri okuyalım :

AYAK SESLERİ
Hep bu ayak sesleri, hep bu ayak sesleri,
Dolaşıyor dışarda, gün batışından beri.
Bu sesler dokunuyor en ağrıyan yerime,
Bir eski çıban gibi işliyor içerime.
Ey şimdi kara haber gibi bana yaklaşan,
Sonra saadet olup yanımdan uzaklaşan.
Sesler, ayak sesleri, kesilmez çıtırdılar!
Bana gelen müjdeyi galiba caydırdılar.
Böyle adım atarlar, ayrılanlar eşinden,
Böyle yürür, gidenler, bir tabutun peşinden.
Kimsesiz gecelerim, bu kesik sesle doldu,
Artık, atan kalbim de bir ayak sesi oldu.
Bir gün, sönük göğsüme düştüğü vakit başım,
Benden ayrılıyormuş gibi bir can yoldaşım,
Gittikçe uzaklaşan bu sesi duya duya,
Yavaşça dalacağım o kalkılmaz uykuya…

Üstad; dört katlı, yirmi küsur odalı, hatıralarının can yakıcı şekilleriyle dolu kocaman bir konakta doğdu. Bu konağı ve konağın rengini çeşitli eserlerinden iç çizgileriyle idrak edebilmek mümkün olduğundan, diyebiliriz ki; konağın, oradaki hatıralarının ve konakta yaşayanların; her biri, bir bütün içinde ayrı bir “ses” olarak, Üstadın o hassas ruhunun oluşmasında tesiri büyüktür. “Ne aldımsa, masum ve mazlum bu kadından aldım.” dediği annesi; gözlerinin önünde ölen,İstanbul Cinayet Mahkemesi ve İstinaf Reisliğinden emekli, İkinci Abdülhamid’e atılan bomba hadisesinin muhakemesini yapan büyükbabası; ve… Ve masum yüzündeki hüzünlü bakışıyla büyük bir (vicdan)ın ismi : Selma… Altı yaşında ölen, kız kardeşi Selma… Ve daha nice hatıra, şekil, renk, çizgi… Sayısız manaları içinde barındıran bu konağı; Üstadın, duymaya ve duyduğu sesleri görmeye başladığı yer olarak takdim ederken; yazımızın akışı içinde de, belli aralıklarla bu noktaya temas edeceğimizi belirtiriz.

Üstadın, hayatının ilk hatıralarını da içine aldığına inandığımız “Ayak Sesleri” şiirini, “Bir Yalnızlık Gecesinin Vehimleri” adlı, 1928’de kaleme aldığı hikayesiyle bir bütün halinde düşünebiliriz. Bu hikayede; seneler sonra, artık içinde hareket eden hiçbir canlının kalmadığı o kalabalık konağa gider Üstad. Altı mumlu iki şamdanın tüm mumlarını yakıp, odanın bir köşesindeki koltuğa gömülüp düşüncelere dalar. Bir zamanlar, sofalardan, merdivenlerden, sonu gelmez bir sel halinde gidip gelen, çıkıp inenleri, yavaş yavaş adım atan ihtiyarların terlikleriyle, hızlı hızlı yürüyen gençlerin ökçelerinden çıkan sesleri, kahkahaları, etek hışırtılarını ve odalardaki mırıltıları,(4) yine duyar gibi olur. Bir filmi yeni baştan izliyormuş gibi, zihninde biriken mazi, artık müdahale imkanından mahrum bir hareket halinde, gözlerinin önünde canlanır . Üstadın, koltuğa gömülmüş, sonsuz düşüncelerle odayı seyredişini gözümüzde canlandırdığımızda, gün batışından beri dışarıda dolaşan bu ayak seslerinin tam da böyle bir ortamda yazıldığı hissine kapılabilir; ve eğer şiir, hikayenin yazıldığı tarihten sonra vücuda getirilmiş olsaydı buna ‘muhtemel’ gözüyle bakabilirdik.

Üstadın bu şiiri, kısa sürse de sarsıcı bir duygu yüküyle esen Fransa rüzgarının, tek sayfaya sığdırılmış onlarca defteridir kanaatimizce. Çilelerinin en can yakıcısıyla hayat sürdüğü Paris… (5) Tırnaklarıyla yanaklarını kanatırcasına ağladığı ve “Allahım beni kendi kendimden kurtar!” (5) dediği demler. Henüz yirmibir yaşındaki gencin omuzlarında; olması, yaşanması gereken hayata duyduğu hasretle, dağlar kadar yük… Öyle ki, bu şiiri yazdığı tarihlerde, derin bir bunalma, ruh sıkışması, kendinden kaçma, kendini unutmaya çalışma hali içindedir Üstad. “Belki de bu halden kurtulmak içindir ki, der, kendimi cehennem çarkına büsbütün kaptırmış bulunuyorum. Ve çabaladıkça batıyorum.” (6)

Bu seslerin, bu izahı güç seslerin, en ağrıyan yerine dokunduğunu; bir eski çıban gibi içine işlediğini söylüyor Üstad… Selma’nın ayak seslerini duyuyor belki… Ayaklarında bebe iskarpinleri, sırtında satrançlı paltosu, elinde, dünyanın en masum dudaklarındaki dişlerle ısırılmış bir elma… Her yerde onun ayak sesleri… Onunla beraber bütün bir konağın, hayalin, hatıranın, geri dönmeyen senelerin ve akıp giden zamanın ayak sesleri. Merkezinde Selma’nın olduğu bir şehir…

“Ey şimdi kara haber gibi bana yaklaşan, sonra saadet olup yanımdan uzaklaşan…” diyor Üstad. Biz de bu noktada, elimizin, dilimizin ve dizlerimizin tutulduğunu itiraf ediyoruz. Kelimelerle ifadesi muhal, içinden çıkılmaz, müthiş bir duygu… Dipsiz karanlığın ve kederin, bir anda uçsuz aydınlığa ve sonsuz huzura dönüşü… Hassas bir ruha, havadan, yerden, şuradan buradan, kıyıya vuran dalgalar misali hücum eden buhranların, dalga çekilirken beraberinde götürdüğü çakıl taşları gibi, ruha nefes aldıran büyük bir rahatlığa sürüklenişi… Geleni kasvet, çekileni huzur olan bir dalga… Dostoyevski, derin bir eserinde kendisi gibi sara hastası olan Prens Mişkin için : “Sara nöbeti gelmeden önce der, bir an vardır ki beyni hızla çalışmaya başlar, yüreğini hapseden hüzün ve karanlığın içinde alışılmamış bir ışık parlar. Bir şimşek hızıyla gelip geçen bu anda kendisini en az on kat daha güçlü hisseder ve yaşama isteği son mertebeye ulaşır. Bütün heyecanları, kuşkuları, endişeleri bir anda yok olur; yerlerini sevinç ve umut dolu bir huzur alır. Fakat bu, sadece krizin başlangıcını haber veren bir andır; çünkü bu dayanılmaz anın son saniyesinde kriz başlar.”(7) Prens, krizden önceki son bilinçli saniyede, (Dehşetin merkezine bir adım kala) ‘mükemmel’ denilen şeyi o kadar derinden hisseder, onun o kadar derinine iner ki, “Bu an için bütün hayatımı verebilirim.” diye düşünür. Biraz farklı bir yönden bu konuya değinen Genç Werther, dostuna yazdığı mektupların birinde, sevdiği; fakat kavuşmasının imkansız olduğu kız için şunları dile getirir : “Anlamıyorum dostum! Aynı şey, hem acılarımın hem de mutluluğumun kaynağı…”(8) Aynı resme, binlerce gözyaşı, yüz binlerce huzur’la bakmak. Şekli muhteşem ve kokusu mis gibi bir çiçeği, üstüne konmuş yaban arısıyla koklamak…

Sineklerin havada ayak seslerini duyabilirsiniz, der Üstad. Ayak sesleri… Bütün bir ifade üslubu ve ayrı bir lisan sahibi… (9) O kadar bütünleşmiştir ki seslerle, artık onlardan uzaklaşamaz. Çıtırtılar kesilmez… Bir köpeğin havlama sesini bile, en derin mana helezonları içinde kıvrım kıvrım yaşar. Küçük bir çocukken, konağın tavan arası penceresinden seyrettiği trenler ve onların, sanki gelen bir müjdeyi caydıran acıklı düdük sesleri… Arada bir gecenin karnını deşen “Yangın var!” haykırışları… (9) Onu derinden etkiler… O an hiç kimse, İstanbul yangınlarından çok daha büyüğünün, bir konağın tavan arasında, küçük fakat büyük bir çocuğun içinde, kalbinin derinliklerinde alev alev yükseldiğini bilmiyor.

Üstad, son perde’den önce öyle bir noktaya gelir ki; eşinden ayrılanların böyle adım attığını, bir tabutun peşinden gidenlerin böyle yürüdüğünü, kimsesiz gecelerinin bu kesik sesle dolduğunu ve artık atan kalbinin de bir ayak sesi olduğunu haykırır. Meçhuller caddesinin kimsesiz seyyahı, kendi sesinin yankısından kaçamaz olur. (10) Kovamaz artık bu sesleri. Eliyle itemez… “Duyduğun şeyi nasıl tutabilirsin?” (4) ihtarı ve gerçeğiyle yüz yüzedir. (Asil bir insan nasıl olur?) sorusuna verilebilecek en yerinde cevaplardan biri olan; ve Üstadın senaryo romanlarından birinde yer alan Murat’ın, Zehra’ya söylediği gibi :

ZEHRA – Ne arıyorsunuz bu ücra köyde, o basit kulübecikte?..
MURAT – Dinleniyorum! Kendimi dinliyorum.
ZEHRA – Halbuki insanlar kendilerini dinlemekten kaçar.
MURAT – Ben kaçamıyorum! Tutulmuşum bir kere. (11)

Tutulmuştur bir kere Üstad… Selma’nın, baş tarafına gelin telleri serpili küçücük tabutunun, selamlık kapısından çıkarılırken, gözleri önünde peşinden gider gibidir. (9) Paris’teyken, teftişe gelen talebe müfettişinin, kendisine, sürdüğü hayat bakımından tahsisatının kesildiğini söyleyip, son aylığını ve memlekete dönüş parasını verdikten sonra; dışarı çıkıp, bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında, yanaklarından seller akan bir Fransız Mareşalinin heykeline bakarak : “Acaba mesut muyum, bedbaht mıyım?” (5) diye düşünür gibidir. Kalp atışlarıyla, kalbine hücum eden sesler bir bütün olur. Fethedilmiş gibidir Üstad. Halbuki, büyük fetihten, “Sesler duymaktayım davran ve boğuş…” (12) diyeceği günlerden; ve “Kalemime, fetih onunla geldi.” (6) dediği Büyük Veli’yi tanıyacağı, donacak kadar güzel o akşamdan henüz uzaktır. Tam da bu noktada, mevzuunun mihrak noktasını teşkil ettiğine inandığımız bir durum karşısındayız. Bu “Ayak Sesleri” aynı zamanda büyük bir fethin de ayak sesleridir nazarımızda. Üstad, cemiyeti fethetmeden önce, fethettiği cemiyetten daha üstün, daha ağır bir şeyi, kendisini fethetmiştir ve bu büyük zaferin kumandanı, 1934’te, 30 yaşında tanıdığı Abdülhakim Arvasi Hazretleridir. Yüz cildi aşan muhteşem eserleri içinde, (Bir Adam Yaratmak) adlı şaheseri bile, tek başına bir bütün olarak, bu tespitimize delil diye gösterebiliriz.

“Beni kurtarınız…” (6) diye her an eteklerine tutunduğu; milyonlarca baba, milyonlarca anneden daha üstün gördüğü; ve ışığı milyarlarca senede gelen yıldızların tepesinde, bir feza ve mana kartalı (6) dediği Büyük Veli… Üstad, Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin ve ona bağlı olarak Büyük Doğu’nun, bu ülkeyi baştan sona kuşatan konferanslarının, müdafaalarının, ayaklar altına alınmaya ve hor görülmeye çalışılan mukaddes değerlere sahip çıkmak için meydan yerine atılacağı ve bu dava uğruna hususi hayatını hiçe sayacağı yılların “Ayak Sesleri” ni duyar gibidir… Henüz çocuk denecek yaşta bile, ilk metafizik arayıcılıklarının başladığı Bahriye Mektebinin camiindeki minareden sabah ve yatsı ezanları okunurken yatağından doğrulup, eliyle başını kapatıp, anlatılmaz haşyet duyguları içinde yüzerken, Baş meselesi Allah’tır… (6) “Duyuyorum ama lisanını getiremiyorum o zaman.” (9) dediği birçok şey vardır… Otuz yaşına kadar olan muhasebesinde; hayat üstü hayatın, ideal hayat hasretinin, daima fısıltısını duyduğunu ve bu fısıltıyı hiç kaybetmediğini; madde ötesi hayatın ihtarcısına, gözü uyku tutmaz nöbetçisine daima rastladığını ve ona o zaman : “Haydi, beni nereye götüreceksen götür, kime teslim edeceksen et!” (6) diyemediğini söyler Üstad. Kalbi, lisanını getiremediği fısıltılarla doludur.

Ayak sesleri… İçinde yüzlerce hatıra, binlerce hayal, milyonlarca sır olan ayak sesleri… Pişmanlıkların, sevinçlerin, hüzünlerin, günahların, umutların, korkuların, hayallerin, kaygıların, hatıraların ve geleceğin ayak sesleri… Baş, sönük göğse düştüğü zaman ancak, bir sevgili gidiyormuş gibi son kez bu sesleri duymak… Üstad; hem ardından gelen hem de peşinden gittiği bu seslerin, hayata veda edeceği gün susacağını; ve yavaşça dalacağı o kalkılmaz uykuyla beraber kaybolacağını gönüllerimize resmederken; bizi, içinde yalnız sır dolu seslerin çağladığı bir sükuta davet ediyor.

Ötelerden haber veren bestesini (13) duyan, dünyada tek kişi kalacak olsa; yada surda açtığı gediği (14) anlayabilen, duyabilen, görebilen hiç kimse kalmasa… Bir ayak sesi var ki, her an, gittikçe yükselen bir ahenkle sonsuzluğa yürümeye ve bütün insanlığı bu kurtuluş yoluna; “toplanın, derlenin, düzelin” (15) diyerek davet etmeye devam edecektir. Ayak Sesleri… Eserlerinin, fikirlerinin, davasının, çilesinin… Üstadın ayak sesleri…

(1) Dava Arkadaşım – OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ
(2) “Haberi Yok” (Çile) – NFK
(3) “Merdiven” (Çile) – NFK
(4) Hikayelerim – NFK
(5) Babıali – NFK
(6) O ve Ben – NFK
(7) Budala – DOSTOYEVSKİ
(8) Genç Werther’in Acıları – GOETHE
(9) Kafa Kağıdı – NFK
(10) “Ben” (Çile)-NFK
(11) Sen Bana Ölümü Yendirdin – NFK
(12) “Zindandan Mehmed’e Mektup” (Çile) – NFK
(13) “Beste” (Çile) – NFK
(14) “Surda Açılan Gedik” (Çile) – NFK
(15) “Davetiye” (Çile) – NFK

Üstad Sınıfı / görünmez

Exit mobile version