DOĞU VE BATI MUHASEBESİ
Herhangi bir iddia sahibi olmaksızın ve üstadın İdeolocya Örgüsü eserini daha kolay kavrama gayesi ile hazırladığımız bu çalışmada “ortaya koyduğumuz her türlü kayda değer noktalar üstada aitken, manasını yansıtamadığımız veya yanlış aksettirdiğimiz noktaların hepsi ise kendi nefsimize aittir” anlayışını şiar edindik. Hazırladığımız çalışmamızda üstadın eserine tamamen sadık kaldık. Kitabın orjinalinde aktarılan anlamları biz de sade bir dille ama yine üstadın üslubunu da andıracak tarzda ifade ettik. Ve kitapta çok açık manalara sahip olan veya püf noktayı gösteren bazı cümlelerini aynen aktardık. Genel olarak anlam bütünlüğü sağlamaya ve eserin vermek istediği manayı biz de aynen vermeye çalıştık… Büyük Doğu’nun namütenahi zenginliğine sahip gönüllerine selam olsun…
II – DOĞU VE BATI MUHASEBESİ
1- Batının Doğuya Bakışı
2- Batının Kendisine Bakışı
3- Doğunun Batıya Bakışı
4- Doğunun Kendisine Bakışı
5- Doğuya İnanalım
6- Doğu ve Batı Birarada
7- Batıyı Anlamak
8- Kendi İçinde Batı
9- Kendi İçinde Doğu
10- Batının Buhranı
11- Doğuda Buhran
12- Bizde Buhran
13- Batının Ucuzculuğu
14- Doğunun Ucuzculuğu
1- Batının Doğuya Bakışı
* İlk doğu batı ayrımını yapan batılıdır. Eski yunanda tarih babası herodot’un, kendilerine(Batıya) ve fars dünyasına bakarak aradaki ruh, iklim ve duygu farkına göre sınıflaması: Doğu ve Batı şeklindedir…
* Bir zamanlar arap kavminin kendisine arap ve başkalarına topyekün acem demesi gibi,Yunanlı da kendisine sürekli akın yapan Fars kitlesinden dolayı, karşısındaki herkese barbar sıfatını kondurdu. Yunan’a göre insanlık Yunanlıdan ibaretti.Kendisini yıkmaya gelen herkes ve herşeyse barbardı…
* Yunanlının hüviyetini oluşturan ruhuna-özbenliğine göre bu teşhis, Yunanlı’nın müdafaasında da hücumunda da aynı şeydir.Birinde üstüne gelen diğerinde üstüne gittiği, Barbar…
* Bir cemiyetin inandığı ve bağlandığı değerlere dair bu görüş lüzumlu ve şahsiyet sahiplerine hastır.
* Ve o gün bugün, Batılı, Doğu dünyasını hep aynı daire etrafında bildi. Her ne kadar Doğu’nun kendi içinde zıt ruh iklimleri olsa da, değişimler, çatlamalar ve yepyeni filizler çıksa da… Bu bakışta Batılı, eski Yunan ve Roma’da olduğu gibi, Rönesanstan bu yana Doğuyu şu çerçeveye sığdırdı: Olayları akılla değerlendirmekten uzak, vakaları tahlile ve anlamaya yanaşmayan ve olaylardan kaçan, karanlıklar içinde gezen ve hayaller peşinde dolaşıp ruhuna çekilen ve dış dünyaya alakasını kaybetmekten başka bir sonuç göremeyecek kadar kurabilen enayi ve çaresiz insan kadrosu! Ruh(iç) kısmıyla harikalar, maddi(dış) kısmıyla da vahşetler diyarı. Aklın haysiyetini tanımayan, iç haliyle anlatılmaz derecede kuvvetli dış tarafıyla ise anlaşılmaz zaaf taşıyan beşeriyet kadrosu…
* Batılı, Doğu’nun ruh harikaları ikliminin dış ziynetlerini de, bir zamanlar doğu istikametinden çıkarak Doğu’nun makus kolunu temsil eden atlı adamların vahşet çizgisiyle karıştırır. Bu çizgi, kör ve sağır ham kuvvetten, duygusuz yıkıcılık ve yakıcılıktan ibarettir.
* Rönesanstan sonra batılı dilinde Oryant(Doğu) tabiri, artık bandrollaşmış ve aşağı takım halk gerçeği olarak hep aynı muvazenesiz(dengesiz,dengeyi kaybetmiş) adama işaret olarak giderken, aynı Garbın(Batı’nın) eksik taraflarını ve sahte tesellilerini görebilmiş gerçek münevverleri(yazar ve aydınları), Doğuyu, herşeye rağmen anlaşılmaz derinlik ve şahsiyetini küller altında muhafaza eden, kaba teşhisler çerçevelerine sığmayan bir giriftler ve harikalar ufku, peygamberler yatağı ve ruh iklimlerinin beşiği diye kavramaktan geri kalmadılar. Ama Batı’nın geneli ve ortalama anlayışıyla Batılı, Doğuya en kaydadeğer bakışını Pikadilli’de yakalar. Ve doğuya fantazi planından ve hayalden öteye geçirecek bir bakış getiremez. Bu, Batı’nın, okur-yazar ayak takımına ait basit görüştür.
* Son zamanların Doğulu okur-yazar ayak takımı da, iki dünya arasındaki muhasebe lüzumunun meydana geldiği devirde, ne dostunu ne de düşmanını hesaba çekebilmiştir. Ve bu Batılı okur-yazar ayak takımının tesirine girmiş, dünyayı ve nefsini onun anlayış penceresinden seyretmiştir. Onun çizdiği daireye mahbus kalmış ve nefsini görmezden gelmiştir. İşte Doğu’nun asırlardır giriştiği kısır ve köksüz ıslahat hareketleri, hep bu okur-yazar aşağı takımlarının, çeyrek münevverlerinin eseri olmuştur.
* Batı okur-yazar takımının orta temsilcisi ve hazır bilgi dağıtıclarına göre ise Doğu, fert fert, insani ve içtimai oluşların birlikteliğini ayarlamaktan yoksun, alakadan ve denetleme mekanizmasını kuramayan, fert ve hürriyet değeri bilmeyen, baştakilere karşı boyun eğen sadece birkaç ruhi eda ve renkten ibaret olan koskoca ölçüsüzlük ve şuursuzluk alemidir.
* Batılı okur-yazar takımı(ismi burjuva olan ve son derece kuvvetli bir sınıftır.) kendisini temsil eden münevverinde Doğuyu şöyle ifadelendirir: “Doğulu daima mazide yaşar, bulunduğu hali kavramaya yanaşmaz ve geleceğe bakmaktan korkar. Ne ilmi vardır ne de tenkidi…Dindar olabilir, fakat sebep ve netice arayıcısı ve fikirci olamaz. Neye olsa inanır; ama hiçbir meselede tarif, kavrama ve ispat kaygısına düşmez. Demek ki, o, ne inanılacak şeyi bilir, ne inanılmayacak şeyi… O sadece inanır; bilmez! Tabiata hakimiyeti adına bütün çabası şiir ve büyüyü aşamaz. Aklı hakkıyla kullanmaktan ve aklıyla, maddeyi buluşa erdirmekten yoksundur. Fenlerle barışmaz. Soyutlar aleminde dolaşmasından dolayı Doğulu kafasında hiçbir somut, ispata dayanan unsur bulunmaz. Ve bu yüzden maddi plandaki hakimiyetini sıfıra indirmiştir.”
* “Doğulu, batının madde ve makine keşfini bizzat ruhu ve usulüyle kavramadıkça da daima kabukta ve aciz kalacaktır.”
* Esaretimizin sırrını Avrupalı’dan,yani hakikatin ters temsilinden alacak kadar kıymetli bir ipucu,ihtar ve ibret tablosu…
* Düşünürün son hükmü ise şudur: “Şarklı(Doğulu), saf ilimden, teknikten, dış alemden, dış alem üzerindeki akıl zaferlerinden, fert ve cemiyet ilişkilerinden, sistemli hak ve nizamdan, her türlü riyazi(hesap-cebir) ölçüden, dış alemde birer miyar(kıymetli ölçüye sahip) ve nizam olan her şeyden, bütün şubeleriyle güzel sanatlerdan, edebiyattan mahrum; bunlara malik olmayı istedikçe Garb’ın(Batının) gülünç ve miskin taklitçiliğine mahkum bir insan tipidir.”
* Neredeyse tüm Batılılar gibi dış(maddi) görüş dehasına sahip ve dış ölçüleriyle doğru; içiyle yanlış ve iç(ruh) görüş dehasından uzak olan ve bunu kendilerine aktarabilen Avrupalı, Doğu insanının kendisinden ders alamayacağından emindir.
* Batılı bu görüşünde sadece kendi gözlüğünü değil, doğunun da hastalık çizgilerini ortaya koymuştur. Doğu adına eksiksiz tipin şartlarını kaideleştirmede Doğuya fayda sağlamıştır. Doğu sahte oluş gayretindeki hiçliğini, öncelikli olarak Batının kendi öz nefsine bakışından da anlayabilir.
2- Batının Kendisine Bakışı
* Batının Batıya bakışı,mayonezin içindeki zeytinyağı, limon ve yumurta unsurları gibidir. Kendi kendisini üç esasın kıvamında bulur. Eski Yunan, Roma ve Hristiyanlık… Bu bakımdan Garp, kendi tahlil raporunu hazırlamakta çok kati ve riyazidir. Yunan 1, Roma 1, Hristiyanlık 1 ve neticede kendi tutarı 3…
* Batı, kendisini en ileri mütefekkirlerinden birisinin ağzıyla şöyle ifadelendirir: “Romalılaşmış, Hristiyanlaşmış ve eski Yunan’ın zihni nizamına teslim olmuş her toprak Avrupa’ya bağlıdır.”
* Yine en ileri Batı mütefekkirlerinden birinin kendi ağzından eski Yunanlı şöyledir:”Hakim zeka, ince muhakeme, sağlam bilgi; vüzuh(netlik-açıklık), aydınlık… ” Batılı, kendi düşüncelerininin matematiğini,ölçüsünü ve düşünme usulünü Eski Yunan’dan aldığına inanır. Ona göre Eski Yunan, herşeyi yüksek insana kazandıran, yüksek insanı herşeyin temeli haline getiren, yüksek insandan herşeyi yuğurup şekillendirip son şekline aşikar biçimde getiren bir ahenk müessiridir… Madde ve ruh ilişkisini ilk olarak o telkin etti. Ruhun anlaşılır ve anlaşılmaz yanlarını tahlil ve tenkit melekesiyle, ruhun kendisini müdaafasını hep eski Yunan yaptı. Ve işte bu tefekkür nizamından da ilim doğdu. İlim ki Batının gözünde kendinden emin olma ve biricik zafer alametidir.
* Roma ise, Garplının gözünde “Teşkilatlı ve temelli insan kudretinin ebedi örneği”dir. Devlet, yasa, hareket şuuru, nizam, teşkilat, hakimiyet ruhu… Kısaca “nizam ve aksiyon”dur…
* Hristiyanlık… Batıya göre Hristiyanlık, üç ayaklı tripotun değişmez üç ayağından birisidir. Eski Yunan ve Roma tesirlerinden sonra, Batının muhtaç olduğu hassasiyet, ahlak ve iç alem kaynağı Hristiyanlıktır. Batılıya göre Hristiyanlık, insanın derinliğine doğru kendi iç alemine dalmak, orada mücerretleşmek, bir iç hayat, iç ahlak, iç görüş temsil etmek ihtiyacının ifadesidir. Ruha, en ulvi ve hayati, en doğurucu ve doğurtucu meseleleri arz eder. İmandan, tasdik ve tahkike, iş, fikir, eser ve gaye ile birlikte hayata dair ne kadar madde ve ruh kuvveti varsa bunlar arasındaki tezat ve ahengi hep Hristiyanlıkta bulurlar, o feyzle çözümlerler…
* Yani Avrupalı şöyle der: Eski Yunan, doğa ile insan arasındaki alaka ve münasebet sırrının selim duygu ve düşünceye bağlı zihni tertibini veren biricik kaynak. Roma bu tertibi en geniş hakimiyet ve nizam edasına kavuşturmuş kuvvet şuuru; Hristiyanlık da bütün bu şartların en iç planında, tefsir, hassasiyet ve ahlak merkezi…
* Böylece Avrupalı demek ister ki, o, insanı maddeye hakimiyetle mükellef kılan hendesi bir idrak zevki, bu zevkin imparatorluk teşkilatı ve bütün bunları ta derinlerinde ruhi mizanını yaşatıcı bir iç duygu aleminden ibaret, üç vahidli bir hüviyet yekunudur.
* İsa peygamberin saf ve kamil imanını üçüzleyen Batı, kendi tahlilini de üç unsura irca ederken, eski Yunan ve Roma putlarından aldığı ilhamla, daima satıh üzerinde ve “çokçu” bir mizaç taşıdığını görür de, derinliğine ve “tekçi” bir ruhtan mahrumluğunu anlayamaz.
3- Doğunun Batıya Bakışı
* Şarkın Garba(Doğunun Batıya) üç türlü bakışı vardır: İslamdan önce, İslamiyetin kuvveti içindeki bakışı, İslam kadrosunun zaafa düşmesinden sonraki bakış… Bu üç bakış da Batının oluşma ve gelişme devreleriyle uyumlu.
* Doğunun batıya bakışının ilk devresinde batıyı eski Yunan ve Romanın mevcutu olarak görüyor. Garp, temelinin apaçık olduğu bu devrede etrafına hakim. Şark ise, kendisine asli rengi veren Büyük Zuhurdan mahrum olduğu devrede. Peygamberler koluyla Hak, hayal ve efsaneler koluyla da batıl, fakat ikisinde de müşterek unsur olarak derin ve esrarlı, vahdetsiz ve perişan bir halde. Çin, Hint, İran, Mezopotamya, Küçük Asya ve Şimali Afrika çevrelerini tutan Doğu medeniyetinin tamamı tevhitçi ve putçu cepheleriyle binbir tezat içinde. Fakat cihanı parça parça kendisiyle doldurarak, herhangi bir dünya istikametinden topyekun kendi manasına zıt toplu bir harekete ve Doğu- Batı gibi bir ayrılık ve aykırılık davasına şahit olmayarak eski Yunan üzerine Fars akınlarına kadar devam eder. Doğulu, Batı diye bir dünyaya o zamanlar Farslıların küçük Asya üzerinden eski Yunanları akınıyla sarsmasıyla rastlar. Doğu ve Batı ayrımı birçok manasıyla işte bu çatışmada çıkmıştır. Garplı bunun üzerine Doğuluya Barbar demiştir. Şarklı ise gurur ve kayıtsızlık anlayışıyla Batıya hiç ehemniyet vermemiş ve değerlendirmeye bile tabii tutmamış, eski Yunanı hiçe saymış olma mevkiinde. Büyük İslenderle birlikte Doğulu mağlup, aksiyonunu kaybetmiş ve Batıya bir bakış getirmemenin talihsizliği içerisinde batılı ise zafer yürüyüşünde.
* Romanın karşısında ve baskısında olan Şarklı, Batıya esaret kaderi içinde bakar. Şarklıya göre Roma, Doğuluyu anlayamayan sert ve kaba bir efendi ve maddeyi çok iyi işleten bir ustadır. Doğulu onun karşısında zedelenmiş ve kabuğuna şekilmiş vaziyette olup aradaki yabancılığı koruyan gizli bir şahsiyet ve görüşe sahip.
* Hristiyanlık Batıya Şarklı bir eda ile değil şahsi bir mana ile geçti ve bir devlet ifadesinden gelmediği için ikinci bir Doğu-Batı bölümüne yol açmadı. Bir zaman sonra ise Doğulu kaynağına rağmen Batılı bir mahiyet aldı. Bu anlamda, Hz İsa’nın elindeki hak din, kendi öz devletini kurmadan sadece manalar halinde batıya geçmiş ve putperest Romanın elinde çığrından çıkarılmıştır. Bu, Doğudan Batıya doğru ayrı bir bakış temsil etmez. Fakat Roma katolisması gözlüğünden Avrupalı’nın ebedi sır anlayışındaki sapıklığı ve onun bu gözlükle Doğuya bakışını gösterir. Gerçek isa dini batıyı yıkarken Yunan ve Roma kalıntısı Garp onu kendisine uydurmakta ve asli vahidini korumakta. Bu açıdan da Doğulu büyük tevhid mizacına girememekte. Böyle olunca gerçek İsa dini yönünden o zamanki Batıya karşı Doğulu bir bakış bulamıyoruz. Ama bizzat İsa dinini Batı putçuluğununun suratına bir tokat kabul edebiliriz.
* İslamiyetten sonra İslam içi Şark artık büyük şuur sahibi. İslamiyet her türlü kemiyet darlığından uzak, insanlığa tek ve mutlak vahide davet şeklinde geldi. Eski Yunan ve Romanın yıkılışından sonra Doğu Roma’nın kalışı, Batının ortaçağ karanlığına gitmesini ve Doğu karşısında sadece cılız şekilde kalışını göstermekten başka birşey yapamadı. Doğulu gözünde tükenmeye doğru yol aldı. Bu bakış 7-8 asır devam etti ta ki Rönesans’a kadar. İslamiyetin zuhurundan Rönesansa kadar asli rengiyle Doğunun Batıya bakışı, her sahada üstün adamın sapık ve düşkün insana bakışıyla denktir.
* İslâmiyetçe: “Küfür nerede ve ne türlü olursa olsun tek bir millettir.” İslâmiyet, insanoğlunun topyekûn vazife, memuriyet ve haklarını getirmiş, ruhta ve maddede bütün kemal ölçülerini sımsıkı bir ideolocya örgüsü şeklinde tamamlamış ezelî ve ebedî nizam… Bu nizam, kendisinden olmayan her şeye bâtıl göziyle bakmaya hak sahibidir. İslamiyetten sonra Şarkın Garba bakışı işte bu görüş üzerinedir.
* Şarkın Garba en hazin ve mahkum bakışı bugünkü garbın kıvamlaşma ve teşekkül etme devresi olan Rönesansdan sonradır. Bu da, İslam kadrolarının zaafa düşmesinin sebeblerini çerçeveleyen bedbaht bakış…
* İşte bu son görüş doğunun hepsini içine alan bakışıdır ki, Batının madde hakimiyetini kabul etmek, Doğunun ise bu ezici hakimiyet karşısında tüm zıt vahitleriyle(Budistinden İslam kadrosuna kadar hepsiyle) birlikte tek ve kaba bir Şark bütünü içine sıkışıp kalmasından ibaret mahkumiyet belirtisi. Ve İslam ruhunu, içindeyken kaybedişi…
* Doğunun Batıya en üstün taarruz ve temsil devleti olan Osmanlı’dan başlayarak, 4-5 asırdır, Arabıyla, Acemiyle, Hintlisi ve Çinlisiyle birlikte tüm maddesini ve bütün derisini esir düşüren, ruhunu da adamakıllı bulandıran ve hiçbir nefs muhasebesine yanaşmayan bir gözle Batıya bakmaya başlaması…
* 4-5 asırlık bu son bakıştır ki iyice bünyeleşti, tüm Doğu aleminde dünyasını kaybetmişler sürüsüne, diğer yanda da tesellisini ana şahsiyetini ezmekte arayan beyinsiz taklitçiler ve geçici tedbirciler zümresine yataklık etti.
* Doğunun olanca derdi bu son bakış içindedir.
4- Doğunun Kendisine Bakışı
* Doğulu, öz nefsi üzerinde hususi bir bakışa sahip değildir.Bunun sebebleri arasında kıta bölümleri; İslam, Budist, Brehmen, Mecusi inanışları gibi çoğulculuğu sağlamasında ve vahdeti(tekliği) sağlayıcı unsurların olmayışında.
* Doğunun Batıya son bakışındaki birlik şuuru öz nefsini bilmek, anlamak ve ölçülendirmekten gelen asli bir görüş vahdetinden değil; tek ve yekpare bir düşman karşısında duyulan yılgınlık ve mahkumluk duygusundan doğmakta… Ormanı, beklenmedik bir hayvan basmış ve arslanından köstebeğine kadar her cins, kendisini kaybeder gibi olmuştur. Bu vaziyette arslanla köstebeğe nefsleri hakkında ne düşündükleri sorulamaz.
* Fakat arslan, keyfiyette bütün Doğuyu ve onunla beraber cihanı ve kâinatı nizamlandırıcı İslâm, tek ferdin içine ve topyekûn insanlığın dışına doğru muazzam fetih aksiyoniyle, iki istikamette de nefs murakabesi nazarının kâmil zaviyesine malik bulunmak durumunda…
* İslam’ın kendisini görüşü, kainat görüşüne eş, bütün insanlığı bire irca edici ana kıymet olarak tek gaye etrafında halkalananlara “millet” ismini veren ölçüdür… Gittikçe manası delinen ve kavim anlamında kullanılmaya başlayan millet mefhumu, gerçekte, İslam Bayrağının altında toplananlara mahsus bir isim… Nitekim İslam’a göre iki millet vardır: Müslümanlarla, müslüman olmayanlar. “Küfür tek millettir” düsturu da buna delalet… “Ümmet” Allah Resulünün tâbirleri, “millet” ise tâbiler topluluğunun mücerret kitle isminin ifadesidir. Hz İsa’ya atfedilen “Bizden olmayanlar bize zıttır; bizimle cemetmeyenler dağıtır!” düsturu ile İslam zaviyesinden doğunun doğuya bakışını 15. asra kadar devam etmiş olan tek çizgi üzerindeki aksiyon ruhunu yansıtıcı, kainatta gökyüzünde en uzak noktadan yeryüzündeki en dibe kadar herşeyi kuşatan nizama ait her hesabı verici bir hamleye girişmesi şeklindedir. Yine bu ölçüyle İslâm, Doğuya, kendi zıtlariyle beraber tam olarak dünyayı irca etmekle mükellef olduğu sonsuzluk vâhidinin, mânası madde üstü, ilk mekânı diye bakar. Bu bakışta Batılı en aşağı tipli hayvan yaşayışını canlandırırken Doğulu, ahiret hayatının tüm maddi ve manevi şartlarını kuşatıcı, Yunan’ın aklını ve Roma’nın tecrübelerini kullanıcısı olup hepsini kendi bünyesinde toplamıştır.
* Bu bakış, dört büyük halife, Emevi ve Abbasilerden sonra Osmanlı’da Kanuni Sultan Süleyman’a kadar devam eder. Maddesi ve manasıyla rakipsiz ve her tarafı kuşatıcı bir aksiyon ve ruh yapısı tek potada erimiş ve Doğuya aslin rengi verilmiştir. İslam öncesi Doğu medeniyetlerinde kendi iç bünyelerine bağlı açılımlar olsa da hiç birisi İslam’ın getirdiği nefs muhasebe ve asli renk oluşturma ölçüsünü Doğu’ya rengini verecek çapta başaramamıştır.
* Dalgaya düşmüş bir milyar esrarkeş içtimai enerji bakımından bir kişi bile etmeyeceğine göre, Doğu’nun hele İslamiyetten sonraki Brehmen, Budist ve Mecusi kalabalıklarını da sadece kendilerine has ruh yapısına sahip olduğunu söylemekten başka onların içtimai enerjiye sahip olmadıklarını söylemek lazım.
* Böylece kainat boyu bir aksiyona yataklık eden Doğuya galip ve asli rengini veren İslamiyetin, İslam kadrosunun zaafa düşüp nefsinden şüphelenmesi de Doğunun son zamanlardaki en nazik bakışı olarak ortaya konmalıdır. Durum şöyledir: Rönesansa kadar ötelere hakim nefs görüşünden yaratılmış hiçbir şeye kayıtsız olmama anlayışa kadar ki üstün bakış ve duruş bir anda tersine döndü. Rönesanstan bu yana şu veya bu içtimai ve ruhi müessirler yüzünden Garbın aklı ve akla hakimiyeti önünde mağlubiyet sebebi bir türlü kestirelememiş, eşya ve hadiselere karşı bakışını ve hakimiyetini kaybetmiş, bu yüzden de kendilerinden olanların bazılarını da karşıya(Batıya) kaptırmış, şuursuz, mütevekkil ve sadık bilgisizler topluluğunu oluşturmaktan başka birşey yapamamış muzdarip ve korku dolu nefs bakışı…
* Bu görüşte yer alan, Doğunun karşıya kaptırdığı köksüzler kadrosu da, evine, annesine, babasına yani doğuya yani kendisine utançla ve hakaret gözüyle bakar.
* Bahsini yaptığımız bu köksüzler kadrosunun türemesinin ilk sebebi ise ham yobaz ve kaba softadır. Bu yobaz ve softa sınıfı da bağnazca müdaafa ettiği kışır değerlerin hikmetinden uzak, yeniliklere küfür damgası vurmayı seven ve peygamberin “hikmet müminin malıdır; nerede bulsa alır!” emrine tamamen ters bir tayfadır… Bunlardan burnu halkalı Batı esiri yenilik ve taklit maymunları Doğuya örümcek kafalı diye bakar. Sözde dindarlar ise “ben bunlardan hiç biri değilim!” diye sloganik bir ifadeden öteye gidemez. Gafil,ölgün,yılgın ve baskı altında gizli bir nefs şüphesi içinde bakar.
* Bir tarafta ham yobaz ve kaba softa, diğer yanda inkar yobazı ve kaba taklit softası; ikisi arasında ise boynu bükük ve iktidarsız halk kitleleri Garbın Şarka maddi ve manevi hücumlarına karşı Doğunun düştüğü mahkum nefs görüşünü temsil eder. Bu temsil ise, derinleşerek bir kaç asırdır iyice büyüyen ve İslam alemini bütünüyle kaplayan bir ruh halinde günümüze kadar gelir. Batı heyulası(korkunç hayal)i karşısındaki bu hal, öz nefsindeki gerçeklik ve üstünlüğü bir daha tam bir madde ve ruh imtihanına tabi tutulmaktan alıkoymakta, bir daha kendi kendisini kışır ezberciliği üstünde tefsire dayanmayı imkansız kılmaktadır. İşte, Doğunun Doğuya bakışındaki zaviyelerin en öldürücüsü!..
* Şimdiki haliyle Doğu, İslamdan başka topluluklarıyla bisiklet sürmeyi bilen sirk hayvanları gibi temsilden uzak ve sadece refleks halindeki acizlik şuuru belirtir. İslam kadrosu ise, ruhuna tıkaç sokularak tutukluluk devrine girmiş halde. Haçlı seferlerinden daha tesirli ve tehlikeli olan, ruhumuza yerleştirilmiş bu küçüklük ukdesi birkaç asırdır, özellikle de son bir buçuk asırdır Doğuda, İslam alemindeki satıh inkılapçıları, papağan ve cambazları; Doğunun kendi kendisine, Batının Doğuya bakışından da hakaretli gözlerle bakışını ifade eder. Ve bu hal arta arta günümüze kadar zirvesine varır.
5- Doğuya İnanalım!
* Tüm alemi kaplayan davamızı coğrafya taassubuna esir etmeksizin, onun ilk mekanı olan Doğu’ya sırf antitezimize karşı tutulacak bir mevzu kıymetiyle bakmalı ve herşeyin yani ruhumuzun ordan, doğudan geldiğini bilmeliyiz!
* İnsanın en saf devresinde, daha maddenin insanı körletmeden evvel ruhumuzun ilk ve büyük marifetleri doğuda sahnelendi. Asıl vatandan yere düşünce onu bulduk. ( Asıl vatan, ruhlarımızın yaratıldığı yer olarak anlaşılabilir.)
* İlahi beyana göre, İlk peygamber doğuda bir yere ayak bastı, Nuh peygamber’in gemisi de Doğuda bir yere oturdu, Hz İbrahim, Hz Musa ve Hz İsa. Nefesini hep doğudan üfledi. Ve… Ve Allah’ın sevgilisi ve alemlerin yaratılış hikmeti baş resul de Doğu’nun bir kenarında, bir nefhada kum taneleri içine mermer kubbeler yerleştirdi.
* Davanın, inananlar için inandırma veya inanmayanlar için inanmamasını isteme noktasından uzağız. Şimdi, nasıl ki inanmayanlar bile inananların bulunduğuna inanmak zorunda ise, ruhun da tüm binası ister sağlam ister çürük diyecek olsun, Doğu temelleri üzerindedir. Evet, herşey ama herşey Doğudan gelme. Kudüs de Mekke de, Kabe de orada. İnsanların yüzlerini çevirdiği istikamet hep orada…
* Doğunun asli rengini gösterdikten sonra şimdi şunu diyebiliriz: İnsanoğlu, madde ötesini, mucizeler bahçesinin renk ve ışık yüklü ufkunu yanlız Doğuda buldu.
* Ruhun tüm hak ve batı kutupları hep Doğudadır.
* Batılı savaşcı Aşil’in ölüm okunu topuğundan yemesi onu nasıl ki yere serdi, derinlik sahibi Doğu da aynı şekilde, maddeye seyislik eden aklın okunu yedi ve yere serildi. Doğunun farkedemediği bir sır olarak, öyle bir cüceydi ki, akıl, kendisine verilen devi yere yıkmak imkanı da verilmişti. İlahi cilve, boyuna sırtı yere gelecek olan akla, hisarsız ve silahsız doğunun sırtını yere getirme imtiyazını vermiştir… Ve hicretten birkaç asır sonra Doğunun farkedilmez ahvali olmuştur.
6- Doğu ve Batı Birarada
* Doğu, ruha, Batı da maddeye dürbünün doğru tarafıyla bakmış; Doğu maddeye, Batı da ruha, aynı dürbünün tersini çevirmiştir. Ve Doğu, kuru aklın maddeyi ele geçirmesini dini ve ruhi usul dışı bir bakışla iç aleme mıhlanma sebebine dayanarak içine sindirememiştir. Batı ise hiçbir zamana ruhun maddeye ve ötesine hakimiyet şartını, maddenin dış kalıbına kapanıp kalma mizacı yüzünden denkleştirememiştir.
* Doğunun hareketi bu dünyanın ötesini; Batının hareketi ise bu dünyayı fethetmek oldu. Böylece biri elinden bu dünyayı düşürdü öteki ise bu dünyayı sıkıca kendisine sardı.
* Bu dünya çerçevesinde Batının kazancı besbelliyse de, ebedilik alemindeki zararı, bu dünya göziyle belli değildir. Davaların davası da, işte bu belli olmayandadır. Öyle ki, besbelli bir dış kazanç, derinin yalnız üstünü gören gözlere belirsiz bir iç zararı feda edebilir bir şey gibi gösterdi.
* Ve sonuçta yeryüzünde iki alem yaşadı: Madde fetihlerinin çocuk oyuncağı tesellilerine yapışanlarla; büyük teselliye ait iman kutbu ellerinde olduğu haldebu çocuk oyuncaklarına mahkum, sürünenler… İşte biri ve işte öbürü!..
* Doğu, kendisini teftiş ve murakabe edecek akli mizacı mayalandıramazken Batı da, maddenin basit gururunu yaşarken 20. asra kadar iyice büyüyerek gelen, madde saltanatının kifayetsizliği ve getirdiği hafakanları atlatacak seviyeye ulaşamadı.
* Zaman ve mekan ilişkisinde, zaman aleminin sanatkarı Doğu, sonunda mekan dünyasının zanaatçisi Batıya esir düştü.
* Dava, hesap ve kitabını bilmeyen ve madde kaygısına malik olmaya konak sahibinin, eşya tasarrufunda açıkgöz uşağına nihayet esir düşmesi tarzındaki masallara uygundur.
* Doğu, tüm büyük insanlarıyla tiyatro dekoru gibi sahnenin altına inerken, Batı, kendi büyüklerinin fısıltı halinde söylediği, ruhçuluğundaki mağlubiyeti bir yana, müspet ilimleri ve riyazi kafasıyla sahnenin üstüne çıkması ve bir daha indirilemez oluşunu bildi.
* Doğu ile Batı arasında siyaset, askerlik, ilim, fen gibi her planda usül ve bünye farkı bulunmakta. Doğu, derinliğe inerken genişlikte kaybolarak hayati hatayı yapmakta ve bütün dünyayı ihmal etmekte; Batı, sığlıkta yayıla yayıla derinlik içinde köksüzlüğü ve temelsizliği son asırdaki felaketine adım adım yaklaşmakta. Ve böylece birbirilerinin hakkı birbirilerinde kaldı. Fakat Batı, kuru akıl ve mağrur ilim şirretliğini daima muhafaza etti.
* Neticede,bugün Batı, haksızlığını hak diye gösteren hünerli bir gözbağcı, Doğu da bu gözbağcıya mahkum ve ana hazinesinin anahtarını ceketinin astarı içinde kaybetmiş bir sarsaktan başka birşey değil…
7- Batıyı Anlamak
* Mesele Batıyı anlamak…Davanın en nazik noktası, Doğunun Batıya karşı nasıl bir anlayış tavrı takınacağında…
* Hakikat kaygısı taşıyarak, hiçbir mesafe, sınır ve hudut kaygısı taşımadan bir başka yıldızdan dünyaya bakar gibi inceleyerek…
* Batıyı Doğuyla birlikte tam muhasebe etmiş bir aklın varacağı hüküm şöyle şekillendirilebilir: Batı, bir kuru akıldır ve Allah kuru akla ne kadar hak ve imtiyaz vermişse Batı hepsine malik; ve kuru aklı nelerden mahrum etmişse hepsinden yoksundur.
* Batı, sahip olduğu akıl cevherinin ruhunu da, ekseriyetle plastik dış görünüş, eşyanın dış belirtisini aşmayan bir duygu ve düşünce kıymetinde buldu… Madde ölçülerini aşamayan bir ruh… Batının olanca şevketi de olanca buhranı ve iç zaafı da hep bu ruhta…
* Batının akıl harikası ve ruh handikabını şekillendirirsek, madde idrakine bağlı bir şuurla, bu şuurun çerçevelediği bir his mihrakının etrafında, sadece fâni dünyaya, fâni dünya imparatorluğuna mahsus bir nizam ve marifet temsil ettiği ve ferdin (metafizik – madde ötesi) vicdanını besleyemediğidir.
* Batı, insana, maddeyi en usta şekilde kullanarak fayda yönünü göstermiş ve madde konusundaki erbablığın zemini olmuştur. Bunu kabul etmek zorunlu… İnsan ve hayat ölümlü olmasaydı Batının eksiği olmazdı… Ruh anlayışı olamayan bir dünya, dışının mamurluğu nispetinde haraptır.
* Batının plastik dünya ahengi Eski Yunan ve Latin aşılarken Roma bunu imparatorluk nizamıyla perçinledi. Tahrife rağmen İsa peygamberin nefesinde ise ahlak ve hassasiyet mayasını buldu. Ve maddenin sadece sığlığını öğrenerek Ortaçağ dehlizini geçip en üstün verimine ulaştı. Rönesans ve ardından Yeni çağla birlikte Müspet bilgiler…
* Fakat bu maddedeki zirveye ulaşma kendisini dünya fatihliğine doğru götürürken ruh hegomanyasını alt üst etti, çırpınan ruhuna dayanak arayan dışı ziynetli içi harap bir dev haline geldi.
* Batıyı anlamak, onun, madde plânına hâkim ve ruh plânına mahkûm tezadını en haysiyetli çapta görmekle olur.
8- Kendi İçinde Batı
* Batı, tüm garp milletlerince ayrı ayrı temsil edilmiş tek bir oluş belirtir. Doğu, çok defa aynı duygu ve düşünce mizacına bağlı olsa da dağınık bir manzara arz ederken, Batı zahirde tezatsız bir oluş merkezi içindedir.
* Bu oluşun, bütün sebebleri ve neticeleriyle sabit birkaç dönüm noktası vardır. Batının doğru bir hesaplama ile yapılmış bir bakışı: Eski Yunan ve Roma, Hristiyanllık basamakları; Ortaçağ dehlizi, pek kısa Rönesans saadeti ve 19. asırdan öteye buhran devresi…
* Eski yunan: Batılıya göre, tepeden inme, insan ve cemiyet mucizesi… Roma: Eski Yunandan aldığı ışığa, Latin ruhunda yepyeni bir mizaca taşıyan teşkilat ve nizam abidesi… Hristiyanlık:Batının karşısında apışıp kaldığı ve eski muvazenelerini kaybettiği, yenisi de asırlar boyunca elde edemediği ruh ve hassasiyet kaynağı.
* Ortaçağ: Batının, dünkü gelirinden mahrum, yarınki mirasına namzet fakat herşeyden habersiz; ileride batıya asıl rengini verecek olan derebeyi anlayışının hüküm sürdüğü zülmet tüneli…
* Rönesans-Yeniden Doğuş: Aklın eski Yunanda bulduğu aydınlık ve refaha devrine doğru tekrardan dönüş ve kendisini yeniden özleştirme hareketi olup “aklın zaferi” olarak kabul edilen devredir. Bu zaferin öznesi olan akıl, bir iki devir sonra müspet bilgileri kuşatıcı hale geldi.
* Rönesanstan sonra Batının kiliseye karşı aksülameli, onu, ahlak ve hassasiyet derekesine indirmekte tesellisini buldu. Aklı ve ruhu, rönesanstan bir iki asır sonraya kadar barışık göstermek yönündeki suni çaba 20. asra doğru patladı ve hesaptaki yanlışlığını ortaya koydu. Ve bugün Batının, ruhunu arayan ve kendi felaketininin resmini gösteren halini aldı.
* Batının kendisini üçlü(Yunan aklı, Roma nizamı ve Hristiyanlık) vahide ircasında büyük sermayedarlık hissesinde Eski Yunan’ı, bu sermayeyi işletme ve devletleştirme hakkında Roma’yı ve billurlaşmaya başlayan millet zümleri kalıbında da Latin, Cermen ve Anglo-sakson gruplarını bilmeli ve onları kabul etmeliyiz.
* Batının olusunda, Lâtinler, garplının sâf duygu ve düsünce sarmaş – dolaşları içinde mizacındaki giriftlik ve inceliği; Cermen ve Anglo – Saksonlar, halis bir ruh ve kafa muvazenesi içinde dıs âleme tahakküm ve müsbet fayda ölçüsünü; İslâvlar da, aslî batı kadrosunda, ona sonradan ermeye çalısma ve arkadan gelme hususiyetini canlandırır.
* Batının kendi içinden taşırdığı kısımlarla daha batıda yer alan ve meydana gelen Amerika, Batının kaybolmaya başlayan ruh ve ahengin doğurduğu çileye yabancı, tüm hızını madde planındaki pırıltılardan alan ve henüz buhran yaşacak kadar ihtiyarlamamış bir cemiyet ve kemiyet harikası olarak batının içinde değil kenarında yer alıyor. Batının buhranlı macerasında basit ve sığ; maddeci ve kemiyetçi Amerika’nın yeri yoktur. O sonradan erme ve hazırlopçu, sıhhatini melezlikte bulan, ruh planında iğdişliğe sığınan ve madde oyuncaklarıyla yetinen sırt çevirme tecrübesinin ameli dehası, muhteşem hiçlik…
9- Kendi İçinde Doğu
* Doğu rengini farklı zaman ve mekanlarda en baş temsilcileri ile Çin, Hint, Fars, Arap ve Türk kavimleri ile oluşturdu.
* Japonlar, Doğunun hüviyetinde pay sahibi olmayarak başlangıçta hiçbir yeri olmayan sonlara doğru ise Batıyı kerrat cetveli tarzında ezberleme açıkgözlülüğünde bulunmaktan başka birşey yapamamıştır… Başlangıçta Çin’in ikinci sınıf tabii, sonunda da Garbın ucuz tatbikçisi ve hep aynı dar ve sert ruhun muhafızı… Fakat Batının kuru bir akıl harikası olduğunun farkında ve milli ruhunu koruma noktasında Doğuda örneklik sahibi… Yani Batı oyuncaklarının sırrını aparmakta ve Batı marifetini iflas ettirmekte biricik Doğu örneği…
* Çin, Doğuyu, çağların en eskisinde, yalnız müstesna bir ruh inceliği ve madde nakışı kadrosunda temsil etti. Hint, bu ruhu, en dolambaçlı iç dehlizlere ulaştırdı. Fars, başlangıçta ve sonda derinlikleri genişletti: hususiyle baslangıçta şahsiyetini ise ve maddeye aksettirdi ve
Batıya karsı Doğu İmparatorluğunu kurdu. Arap ezelle ebed arası bir zeminde, kendisinden evvelki ve sonraki Doğunun sistemleşmesine, gerçekleşmesine, mihraklaşmasına sahne oldu. Türk de, evvelâ, bozkırların dış yüzüne benzeyen kapanık ruhuyla, hiçbir kap içinde şeklini bulamıyan kızgın ve hırçın bir mâyi gibi, Doğunun akıcılığını ve hareket hakkını heykelleştirdi; sonra da aynı hareket hakkını, gerçek Doğunun gerçek ruhuna bağlamak nasibine erdi.
* Doğuya Asli rengini vermiş olanların başında Arap, Fars, Türk ve kısmen Hint ve Çin’dir.
* Doğu nihai erişini İbrahim peygamber, hatta Adem babadan başlayarak, bayrak yarışı gibi, son peygambere ulaştırılan müslümanlıkta buldu.
* Böylece Doğu, gelmiş geçmiş tüm dinleri bir yana bırakıp en üst basamakta yer alan İslamla mazisini ve istikbalini kadrolaştırdı. Batının ve tüm dünyanın karşısına çıktı.
* Doğunun bu son tekevvünü(oluşumu) ile bütün eski inanışları bir yana bırakıp, maddenin ötesine hakikat köprüsünü bağlamıştır. Allah’ın tamamladığı İslam, Doğuyu tamamlamıştır.
* Tarihin başından başlayarak sonsuzluk ülkesinin anahtarı konumuna gelen Müslümanlık, bütün Doğuyu bütün yeryüzü mikyasında özleştirmek davasına memurdur. Yapamadıysa suç nefsinin…
* Ve nihayet, Doğu kimliğinin 3 kutbu kendisini en derin şekliyle hissettirmiştir. Bunlar: İslam öncesinde İran, İslam sonrasında ilk önce Arap sonra ise Türk. Türk, gücü tükenmeye başlayan Doğu’yu Araptan sonra İslam bayrağını Batı’nın merkezine kadar taşımış ve hala Doğunun en canlı milleti halindedir. Bu 80-100 milyon nüfusuna bağlı kemiyet(nicelik) ölçüsüne değil kemmiyet üstü bir keyfiyet hakkından kaynaklı. Ve Türk’ü, Doğu’ya iflası veya ihyasıyla önder olmak nasibine bağlıyor.
10- Batının Buhranı
* Batının buhranı 19. asrın 2. yarısında fark edilir ve 20. asır başlarında bu patlak verir.Döneminin Bodler gibi bazı şairleri de bu felaketin habercileridir.
* Bu buhranı, maddenin her tarafı kuşatmaya başlayıp ruhun, bütün dayanaklarını kaybetmesi diye tespit edilibiliriz.
* 19. asır sonu ve 20. asır başlarında Batı, maddeye o kadar hakimdi ki bu büyüklüğe denk oranda ruh kuşatıcılığına sahip olamamaması ve sahip olduğu iç dünyasının da çözülmeye başlaması, kendi ruhunu belirsiz bir yırtıktan döküle döküle tükenmeye yüz tutmasına sebeb oldu.
* Ve Batı, maddeye hakimiyetini görürken, bunun asıl nizamcısının ruh olduğu ve kendisinin de ruh muvazenesinden yoksun olduğunu hafakanlar içinde sezmeye başladı.
* Bu hal, 19. asırda Niçe’den(melankoli hastası) Angsfilozofi(sıkıntı felsefesi) kurucusu Haydeger’e kadar Garbın tefekkür zincirinde de gözükmeye başladı. Bu şüpheli hal saf ilim ve sanattan müspet bilgilere kadar her sahayı sindirmeye ve kuşatmaya başladı.
* 1.Dünya Harbi ise Batının 1 asırdır içinde mayaladığı buhranının patlaması şeklindedir. Güzel sanatlardan başlayarak her sahada bozulan muvazene ve nizam, batı buhranının 1. dünya harbi ile peçesini düşürmüştür. 2. Dünya harbi ise onun her sahada terakkisinden başka birşey değildir ve tohum birincisindedir.
* Her ikisinde de dış sebepler bahane; iç ve asıl sebeb ise, iç ve yeni bir nizama hasret…
* Çıkan Komünizma ihtilali, Batının buhranını ve çürüklüğünü göstermesi açısından müspet fakat çözüm getirmesi açısından menfi, ruh ve nizam kargaşasını hepsini yıkarak bulma yolundaki en maddi ve suni yol iken, Nanizma ve Faşizma da Greko -latin medeniyetinin selahiyetini tanıyan ve herkesi kendisine bağlama yolundaki nefsanilik psikolocyasıyla Batı buhranını çözeceğine vehmeden aslında ise batının intaharından başka birşey değildir.
* Böylece devletler çapına çıkan bu hal, 2. Dünya Harbi ile ya tam çözüm ya tam ölüm şeklinde son safhasına kadar geldi.
* Batının kurtuluşu adına iki menfi kanatının demokrasya zemininde başlattığı kurtuluş arayışı bir anda şahlanınca bu hareket Batı adamının en büyük nefs muhasebesine, Greko-Latin medeniyetinin asli varislerince el konulmasıyla durdu. Ama bu el koyuş da çözüm olmadı. Kazanan hürriyet kutbu iç yetersizliğinden ötürü çözümsüzlükle başlayıp ve kapitalist-antikapitalis sistemle kendini yeme gayretinin temsilcilerini oluşturmasıyla devam etti.
Hangi dev hangisini yerse yesin buhran onda devam edecek.Zira Batı, makineyi ve aleti emrine vereceği ruhi nizam, ahlak ve iman kutbundan mahrumdur.
11- Doğuda Buhran
* Doğuda Buhran, İslam davasında aşkı ve vecdi kaybetmekle, işin dedikodusunda kalmakla başladı. Önce Arap sonra İran ve Türklerde…
* Bu üç millet dışındakiler herhangi bir tesir ifade etmemekteler. Galip ve aksiyoncu ruhuyla BÜYÜK DOĞU, İslam’dan sonra billurlaştığı için aynı büyüklüğün buhranı da İslam’dan sonradır.
* Doğuda buhran devresi, biri millet. Millet, kendi içinde ve şahlanmış batı karşısındadır. Doğunun muhteşem devri 7. asırdan 16. asır ortasına kadardır. 16. asırdan sonra herşey Türk’ün sahasında en büyük buhranı kaydeder.
* 18. ve 19. asırdan sonra Doğu, Batının gözünde akıl-madde ve dünya şuurunu kaybetmiş; davasızlık, mahkumluk ve gerilik psikolocyası yatağı olup batının muazzam istismar sahasıdır…
* Önce diğer milletleriyle, 16. asırdan sonra da Türk’te patlak veren Doğu’da buhran, İslam saffet ve hikmetini bulandıran Fars ve Bizans tesirinden doğdu. Bu hastalık aynı haliyle genç nesillere de ulaştı. Herşeye rağmen Doğu, tek başına insanlığın tahayyüz hassasını muhafaza etmesini bildi. En genç ve saffetli kavmi olan Türk’ün elinde dünya çapında aksiyona çıktıktan sonra da, aynı bozuk tesirlerle, kendini tamamlayan Batı karşısında hezimete düşmüş ve iflasa uğramıştır.
* Halbuki, Doğu, Batının 15-16. asırda vardığı akıl hakları sınırını 8. asırda aştığı halde bunu sistemleştirememiş ve geri dönmüştür. Batının rönesans günlerinde ise, yobazlar, “Hakikat, müminin kaybolmuş malıdır; nerede bulsa alır!” hadisini hatırlamamışlar.
* Bu haliyle Doğu, önce kendi eliyle kendisini çürütmüş, sonra da elindeki silahları rakibine kaçırmıştır. Hakikat içinde hakikati kaybetmenin “tedavisi zor ruh sar’asına” yakalanmıştır.
12- Bizde Buhran
* Buhranımız iki devre, Tanzimattan evvel 3 asır ve Tanzimattan sonra 1 asır ve küsür sene…
* İki büyük devrelerden her birini de kendi içinde üç hususî dilime ayırabiliriz: Kanunî Süleymandan Dördüncü Mehmede, Dördüncü Mehmedden Üçüncü Selime, Selimden Abdülmecide, 3 dilimli ilk devre… Ve Tanzimattan Meşrutiyete, Meşrutiyetten Cumhuriyete ve Cumhuriyetten bu güne, 3 dilimli ikinci devre…
* Bunu asır ölçüsüyle ifade edelim: 16. Asır sonlarında maraz, derimizin altında ilk köprü başlarını tutar, 17. Asır sonlarında, deri üstüne sızmaya başlar, 18. Asırda deri üstüne çıkar, 19. Asırda tam yerleşir, 20. Asırda da bu müzmin yerleşmenin uydurma devâ tesellileriyle bünyeleştiğini gösterir.
* Buhranımızı ilk büyük devresine ait baş illet ham ve kaba yobazlık, 2. büyük devresinde ise körkütük hayranlık, şaşkınlık ve şahsiyetsizlik…
* Buhranımızın ilk devresinde İslamiyetin vecd ve aşkı yerine yanlış anladığımız dış şekillerine esirdik, 2. devremizde ise Batının oluş sırlarına eremeden yine kabuğuna, dış kısmına esiriz.
* İki devrenin de kahramanı ham ve kaba softalardır. İkisi de hakikatte bir, fakat temayül(yönelme) noktasıyla zıt ve düşmandır. Biri dinin diğeri de küfrün yobazı… Başımıza ne geldiyse hep bunlardan…
* Buhranımızın ikinci devresine ait 3 dönemi hep, hesapsız, kitapsız Batıya hayranlık, hiçbir şeyi müşahede edememe hastalığı şeklindedir.
* İlk buhran devrimizde, nasıl iman vecd ve aşkımızı kaybettikten sonra Batıyı müşahedeye alamadıysak; 2. buhran devrimizde de, batının bir türlü kabuğunu oyamadık ve meyvasına eremedik.
* Ve sonunda buhran devrelerimizden önceki nurlu ruh kökümüzü zayıflatmak yüzünden fikri buhran hengamesini de davet etmiş olduk.
* Bu, Türk’ün ayrıca muhasebesine girişmeden tertiplendirilmesi gereken ilk kabataslak hükümdür.
13- Batının Ucuzluğu
* Batının ucuzluğu İlk emaresini 19. asrın ikinci yarısında gösterir.Bu, 20. asırda azami haddine ulaşır.
* Batıda ilk ucuzluğun habercisi fikriyat, Hegel materyalizmasını Tarihi materyalizma’ya çeviren, köksüz ve kaba bir şekil veren Engels’e irca edilebilir.
* Karl Marks ise, bu görüşün iktisadi ayağını, iş, kazanç, emek, kar gibi gözle görülür dertlere tatbik etti. Bu, dertlerin cemiyetteki öneminden dolayı ucuzluktan uzak gibi olsa da, meselenin dayandığı temek ucuz ve koftur.
* Bu iki adamın, ruh ve ruha dair ola herşeyi maddenin tabiisi kabul etmesi ve hatta gereksiz sayışı; Batı münevverlerinin giriftler alemini, kolay anlaşılır sathi nispetlere feda edişi bu ucuzluğun en keskin örneğidir.
* Marks ve Engels,”Bütün manevi kıymetler baskı altında kabul ettirilen ve semerelendirilen birer vehimden ibarettir!” hükmünün 20. asır başlarında yemiş verecek olan ağacını diktiler.
* 19. asır akli felsefe temayülü Bergson’a rağmen, kontrolsüz madde keşifleriyle gelen zaferden başkasını umursamayan ve metafiziğe tiksintiyle bakmaya çalışan garplı mizacı besledi.
* Maddeci bünyeyi destekleyen ve herşeyi beş duyu ile kavramaya yeltenen, eşyanın özünü aramayı ise boş ve gereksiz bir gayret olarak kabul eden 20. asır akıl mektebi ise metafizik düşmanlığı ile büyük bir amil rolünde oldu.
* “Elektriğin ne olduğunu düşünmeye ve bilmeye lüzum yoktur; gaye onu bir ampul içinde zapt ve istismar etmektir!” hükmü, şüphesiz ki, büyük fikir çapında bir ucuzluğun nasıl sistemleşmek yoluna girdiğini belirtir.
* Çilekeş fikir medeniyetini inkar eden Komünizma, Batıda uygulanma zemini bulunca Garbın ucuzluk zemini de açılmış oldu.
* 1. Dünya Harbinin kıymet yıkıcı yapısı yerine sahtelerini ve ucuzlarını koydu. Ama asıl ve ruhta olanlar hep ukde şeklinde kaldı.
* Nitekim bu korkunç gelişin 19 uncu asırda ilk sar’alı habercileri (Bodler) ve (Rembo) gibi san’at adamları iken, 20 nci asırda da en halis aksülâmelcileri (Blondel), (Bergson), (Haydeger), (Rozenberg) gibi filozoflar ve (Prust), (Valeri), (Morua), (Moryak) gibi san’atkârlardır.
* Komünizma Batı laboratuvarlarında yaftalanıp kendi içinde durağanlaşınca Batıya karşı felaket olmaktan çıkmıştır. Fakat bu, nazari maddeciliğe düşman olmak şartıyla ameli maddeciliğiyle tüm dünyayı yutacak hale gelmiştir. Bu, Amerikadır.
* Ne tezattır ki, maddecilik yatağı Rusya, resmî fikirde maddeci, hususî hayatta (mistik), Amerikalı ise inanışta (antimateryalist) yaşayışta maddecidir.
* Musolini ve Hitler tecrübesi, batının komünizma karşısındaki aksülamelleri olup Amerika kendisini bu zıtlıklardan temizlemiştir. Henüz temizleyemediği ana zıttı komünizmanın nazari maddeciliği karşısında ise ameli maddecilik tavrını takınıyor… Amerika, ucuzluk imparatorluğu kurarken fikri mahkum aleti galip ilan etmiştir.
* Amerika bugün, ihtiyar Avrupa’nın sesini ve iddiasını boğazında düğümlemiş ve kemiyetteki namütenahi ucuzluğunu atom bombasıyla müdaafa edecek hale gelmiştir.
* Yine basitlik ve ucuzlukta en büyük “girift”i ve en ileri “pahalı”yı temsil eden (Aynştayn), asrımızın muazzam ucuzluğuna muazzam dehâsını maddenin nihaî istismarı yolunda kullanmak suretiyle misâl teşkil etmektedir. Artık yeni bir ruh tepkisinin yeni ve mânevî bir atom çekirdeğini infilâk ettirebilmesi, şimdiki Amerika’yı Fransız ihtilâli başındaki haline ricat ettirmek kadar çetinleşmiştir.
* Batının ucuzluğu, Amerika vakasıyla müeyyidelidir. Bunun batıdan değiştirilmesi ise Avrupanın gebe olduğu yeni bir davranışa bağlıdır. Avrupa ölmezse bu davranış gelecektir.
* Şu muhakkaktır ki, Batının ucuzluğu, Doğununkinden çok başka, girift ve hususî sebeplere bağlı… Ve Doğu ucuzcularını mahcup edecek mâhiyette… Doğu, Batı yüzünden ucuzcularla dolmuş, Batı ise kendi yüzünden ve kendi kendisine çürüğe çıkmıştır.
14- Doğunun Ucuzluğu
* Doğuda manevi ucuzluk 16.asırda başlar ve 17. asırda belirginleşir. Başlangıcın aşağı yukarı Rönesansa rastlaması en ince hususiyet…Bu tarihten sonra Doğunun bozulma devri, önce devlet ve ordu sonra her sahada açılmıştır.
* Amil Batıdaki Rönesans değil, doğunun kendi içinde rehavete düşmesi; ve bu uyanışla o uyuyuşun, karşılıklı birbiriyle nispet kurmasıdır.
* Sebebi bağlanamayan ve durdurulamayan bu gerilemenin ruhlarda bıraktığı iz, kendine itimatsızlık ve olayları kışırda değerlendirmek olmuştur.
* Aşk ve vecd kaybolunca tek yapılan, işlerin kabuğuyla uğraşmak oldu.
* Sahnede büyük şahsiyet ifadelerinden hiç kimse kalmadı. Süleyman Çelebi, Âşık Paşa, İbn-i Kemal, Ebussuud Efendi, Mimar Sinan, Fuzulî, Bakî, “Şah-ı âlem” Kanunî Sultan Süleyman, perdeden çekildiler.
* İlk ucuzluk Doğu insanının (Metafizik) plânını çizen din sahasında başladı. Ham yobaz ve kaba softanın zuhuru ve müessiseleşmesi ondan sonradır.
* İkinci bin yılın yenileyici olan İmam-ı Rabbani Hazretleri, sosyal planda dengini bulamadı ve bu işi geleceğe bırakmış oldu.
* Ucuzluk devrine girmiş olan Doğudan alemi, Rönesanstan sonra Türk önderliğindeki temsil kadrosuyla da ucuzluk dağına çarpınca Doğu’nun merkezi düğümü de açılmaya başlamıştır.
* Bu ucuzluğumuz dıştan ziyade içten kaynaklı iken(16 -18. asır boyunca), sonraları asıl ucuzluğu tamamını temsil eden hakiki ucuzcular, Tanzimatçı çeyrek münevverler Doğuya yeni bir yön vermek istediler. Rusya ise Doğuyu bu devrede perişan etmeyi bildi.
* Tanzimatla birlikte sefalet devremiz de başlamış oldu.
* Nesil nesil kahraman diye tanıtılan Mustafa Reşit Paşalar, Şinasîler, Namık Kemaller, Ziya Paşalar, Hâmidler, Mithat Paşalar, daha kimler ve kimler palamudun karaya vurma mevsiminde ortaya çıkan küçük idrakli, küçük esnaf tipleridir.
* Bu ucuzluk, İslam’ın özüne dönmeye muhal diye bakarken İslamı tahkir, Hristiyanlığı ise tazim ediyorlar ve İslam’dan olanı red, diğerinden olanı ise sorgusuz kabul ettiler. Hiçbirşey de içe ve öze inmediler.
* Edebiyat-ı Cedide, en mide bulandırıcı ucuzculuk usurlarının bitpazarı…
* İttihat ve Terakki Cemiyeti, siyasî ucuzculuğun müzelik şaheser nümûnesi…
* Birinci Dünya Harbi sonundaki Türkçülük hareketi, dinin yerine konulmak istenen yeni bir heyecan ve bu mevzuda kopya edilen garplı filozof (Dürkaym) olarak, daha ucuzunun imkânsız olduğu bir iş…
* Nihayet bu vatan, bunca ucuz hareketten sonra kendisini en ağır çilelere talip bir haraketle kurtarması gerekirken ucuzluğun en cüretlisine düşürüldü.
* Şahsiyeti, Fransızların (Lejyon donör) nişaniyle mükâfatlandırılan Tanzimatın Mecellesine
karşılık, boyacı küpü tercüme kazanına sokulup çıkarılmış İsviçreli Türk Medenî Kanunu nedir?
* Aynı kazana bir kerecik sokulup çıkarmakla elde edilen Türk Ceza Kanunu?..
* Kitaplık çap yerine bir cep defterinin tek sahifeciğine yerleştirilen Altıokluk dünya görüşü?..
* Tamtamlar diyarında bile gülünç Parti vecizeleri?..
Broşürlük mikyasta bile esersiz profesörler ve yabancı mütehassıslarla dolu üniversitemiz?..
* Tarih tezleri, dil nazariyeleri?..
Mutlak bir nebatîlik ve ilcaîlik içinde ağzına geleni merdivenvâri altalta yazmak hünerinden ibaret şiirimiz?..
* Kusmuk hâline getirilen musikimiz?..
* Ucuz kalıplar içinde dondurulup modelleştirilen ve ciğerci dükkânına kadar düşürülen (kübik) mimarimiz?..
* Filmciliğimiz, gazeteciliğimiz, tercümeciliğimiz, romancılığımız?..
* Hüküm: Bu ucuzculuktan kurtulmadıkça kurtuluş olamaz!
* Bu ucuzluk, sorumsuz halk yığınları müstesna, Doğu münevverlerinde ve liderlerinde aynı şeydir.
* Şifanın ilk şartı teşhistir. Ve teşhis: Bizde hele Tanzimattan beri, belki de ırkî bir akâmeten ötürü hiçbir büyük tefekkür adamı yetişmemiş, yetişenler büyük ve usta kopyacılık seviyesini aşamamış, bu yüzden mukaddes din, birtakım hamlar ve kabalar elinde son derece ucuzlaştırılmış, bu hal Tanzimata kadar
sürmüş, ondan sonra da büyük ve usta yerine cücelerin cücesi ve acemilerin acemisi kopyacılar elinde Avrupalılık ucuzluğu başlamış ve işte bu hale gelinmiştir.
İdeolocya Sınıfı / Fahri BESNEK