KANLI SARIK
Üstadın 1967 yılında kaleme aldığı Kanlı Sarık isimli tiyatro eseri, tarih sahnesindeki Müslüman Türk’ün rolünü, aksiyonunu, gayesini Anadolu’nun doğusundan başlayıp mekânı daha da hususileştirerek Kars şehrinden tüm yurda tuttuğu ışık ekseninde anlatan bir mahiyete sahiptir.
Olay örgüsünü, Müslüman Türk’ün Anadolu’yu kendine vatan edinmek için ilk olarak tarih sahnesinde giriştiği hamle ile açan ve bu hamleden sonraki devirlerde adım adım ilerleyerek Anadolu’nun kapılarının açılmasının âmili olan maneviyat ikliminin ruhlarda taşınarak Anadolu’ya da intikal etmesini tablolaştıran kitap, bu topraklar üzerinde vuku bulan ve bu topraklardan diğer memleketlere doğru uzanan kemale eren ruhun uzattığı iman elinin, öncelikle kendi içinde başlayan zeval ile dâhili tefessühünü, memleketin yekûnuna yayılan ve doğuda Kars üzerinde mihraklaşan bir terkibini de okuyucusuna sunmaktadır.
Dünya sahnesinde hiç şüphesiz gayesiyle, duruşuyla, diğer insanlara ve devletlere bir nizam ruhu aşılamasıyla tarihe yön veren en önemli devletlerden biri Osmanlı Devleti’dir. Kanlı Sarık piyesinin fikir eksenli sahnesinden sonra gelen aksiyona dair ilk sahnesi, Osmanlı Devleti’nin tohumlarının atıldığı o ilk ânın, Sultan Alparslan’ın Anadolu üzerine yaptığı kutlu seferin anlatılması ile başlar. Kurulduktan sonra en parlak devrinde peygamberler peygamberinin övgüsüne mazhar olabilecek bir aksiyonu gerçekleştirecek raddede manevi ve dini mertebeye ulaşacak olan bir devlete adım adım yaklaşmakla birlikte; çıkış noktaları hep ruhî müessirlere bağlı olan, tarihî akış içerisinde boy gösteren her türlü hadise, Üstadın bizlere anlatmaktan, izah etmekten hiç bıkmadığı bir mefhumu, kaideyi de karşımıza çıkarmaktadır. O kaide ruh ve ruhun bağlı olduğu iman çerçevesinde kendine bir bina kurmuş ve hayata geçen her olayın temelinde yer alan biricik etmen olmuştur. Eşya ve hadiseler üzerindeki hakiki kudret ve tahakküm insanın tohumu olan ruha bağlı olduğuna göre, tarih sürecinde tahakkuk eden olaylar; insanların hangi ruh haletine malik olduğunu, gerçekleştirilen hamlelerin nefse hizmet mi yahut ruhun bağlı olduğu iman uğrunda mı hayat bulduğunu anlamak adına önemli bir yere sahiptir.
Kitabın baştan sona üzerine mercek tuttuğu nokta, ruhtur. İman dolu ruh. En saf ve temiz iman ateşiyle alevlenen tarih seyri, bu ateşin yavaş yavaş sönmesi ile birilikte pörsümeye başlayan, sonunda gide gide ruh kökünden kopmaya yüz tutan bir örgüyü gözler önüne sermektedir. Bu örgü içinde karşımıza kanlı bir sarık çıkacaktır ki, işte o, taşıdığı manayla bu örgünün içinde sıkışıp kalan Müslüman’ın alacağı şekli, döküleceği kalıbı ve yeniden mayalayacağı iman teknesini bizlere gösterecektir.
Kitap, tarihi temsil eden bir ‘ihtiyar timsal’ ve ‘fraklı adam’ ifadesi ile nitelendirilen bir tarih profesörünün karşılaşması ile başlar. Bu karşılaşma mâziye ışık tutacak olan sohbetin kapısını açmakta ve tarih, onun temsilcisi tarafından bizzat işlenmektedir. Mâziye yapılan atıfta tarih mefhumunun temsilciliğini ihtiyar timsal yapmaktadır. Fraklı tarih profesörü ise, hem ilk anda ihtiyar timsale yaklaşımı, hem de müşahhasta taşıdığı frak ile cumhuriyet devri tarihçisini simgelemektedir. Fraklı Adam, istidatı ve tarihi kendi kaleminde evirip çeviren değil, hakikatin payını vererek tarihi dimağlara sunan bir yapıya namzet oluşu ile, ihtiyar timsalin sathı aşarak ötelerde gezinen mâna tahlilleri sayesinde erişmesi gereken tarihçi kimliğine bürünmeye başlayacaktır.
Kitabın ilk sahnesinde ihtiyar timsal ve fraklı adamın karşılaşması, kitapta irdelenen ilk mevzuu da zuhur ettirir.
ÎHTÎYAR TİMSAL — Siz kimsiniz?
FRAKLI ADAM — Tarih Profesörü’yüm! Ya siz kimsiniz?
İHTİYAR TİMSAL — Ben de bizzat Tarih! Tarih’in ta kendisi!…
FRAKLI ADAM — Ben sizin canlı bir şey olduğunuzu sanmıyordum.
İHTİYAR TİMSAL — Her varlık bir yaratıktır. Her yaratık da canlı… Kendisine mahsus bir can sahibi…
FRAKLI ADAM — Siz bizim eserimiz değil misiniz?
İHTİYAR TİMSAL — (Güler) Eğer her gördüğünüz, yahut gördüğünüzü sandığınız, sizin eserinizse, ben de öyleyim… Gören gözle, manzaranın zâtı arasındaki fark!…
Tarihçinin “siz bizim eserimiz değil misiniz?” sorusu ile, tarihçi ve tarih ilmi arasındaki ilişkiler kompleksine doğru bir mercek tutulmuştur. Girift bir bilmece olan zamanın, ağına hapsettiği ve nesilden nesile her insana miras bıraktığı mâzi, tarihçinin elinde şekilden şekle giren bir malzeme midir? Ve tarihi tarihçiler mi yazmaktadır? Tarihi, tarihte derin izler bırakan, bu izleri ya menfi ya müspet sahada vuku bulan bir hamle girişimi esnasında bırakan, tarihe adı ya altın harflerle altın duvarlara yahut bütün kötü temennilerin, kahır dolu sözlerin arasında kara tahtalara yazılan, tarih sahnesinde sivrilmiş şahsiyetlerin ve onların her türlü hamlesinde görünmez imzalar taşıyan diğer kişilerin yazdığını, tarihin ruhunu onların dokuduğunu ve tarihçiye kalanın ise her devrin ve şahsiyetin içinde bulunduğu şartlar çizgisinde maziye ışık tutacak bir ehliyete, salahiyete ve liyakate mazhar olduktan sonra mazi hazinecisi olmak sıfatını üzerinde taşımak ve bu sıfata layık işler yapmak olduğunu en başta söyleyerek bu mevzua giriş yapabiliriz. Tarih zaten mücerret zemine yazılmıştır (ve yazılmaya da devam etmektedir) ve tarihçiye düşen o mücerreti müşahhas sahaya dökmektir.
Hazine dedik. Gerçekten de mazi, dünya yaratıldığından beri insanlığın insanlığa bıraktığı muazzam bir hazinedir. Suyu membaından içmekle şişeden içmek arasındaki fark gibi, tarihçi de mazinin sayfalarında dolaşırken o hazineyi ana kaynağından araştırmak ve ya kaynağa yabancı, zararlı unsurların çöreklendiği bir sahadan çekip çıkarmak arasındaki hayatî tercihi rikkatle yapabilecek derecede mücehhez bir yapıda olmalı ve tarihin bütün insanlığa bırakılan bir hazine olduğunun şuurunda olarak onu örselemeden, bozmadan çıkarmanın metodunu bulmalıdır.
“Gidemediğin yer senin değildir” sözünün kemiyet zaviyesine binaen, tetkik ve tahlil edemediğin, imbiklerden geçirmeyip ruhların önüne seremediğin, yani ulaşamadığın, gidemediğin, bilemediğin, her noktasına nüfuz edemediğin mazi de senin değildir diyerek tarihin soyut manasına, tarihimize ve tarihçimize dair bir gönderme yapabiliriz. Tabi burada ana nokta, tarihi kendi tahakkümü altına alarak ona olduğundan farklı bir şekil vermeye çalışan tarihçinin, yani “tarihi tarihçi yazar” ifadesinin menfi misali olan kişinin teşkil ettiği düğümdür. Kendine has ayrı bir araştırma sahası olan tarihin, tarihçi elinde maddeden manaya, kabuktan öze, zarftan mazrufa intikal edeceği ve ortaya ferdler ve cemiyetler için bulunmaz kıymette bir ibret tablosu, medeniyet kaynağı, genç dimağlardan başlatarak ruh imar edici, hadiseler karşısında tayin edilecek davranış, düşünüş ve hamle şekli, bir milletin tek yumruk olarak bir nokta üzerinde toparlanabileceği ve ana gaye olarak belirledikleri bir hedefe ulaşma noktasında herkesin birbirini tamamlayacağı bir silsilenin teşekkülünde oynayacağı rol şüphesiz, bir mütehassısın hasta üzerinde iyileşmeye yahut günden güne daha da kötüleşmeye doğru giden bir çizgiye vesile olacağı metodlar kadar büyük ehemmiyet taşımaktadır. Milletlerin ve o milletleri oluşturan ferdlerin de ruhi ve manevi anlamda bir sağlıkları vardır ve sıhhati haiz bir cemiyet kurmanın ilk yollarından biri tarihin tam olarak doğru bir şekilde yazılmasından, öğrenilmesinden geçmektedir.
Cemiyetin ruh ve hafıza sahasını teşekkül ettiren parçalardan olan tarih (iman ve imana bağlı âmiller de bu sahanın en önemli unsurlarındandır) bir kültür ve medeniyet mirası taşıması hasebiyle tarihçi eliyle cemiyete ulaşacağı için, bir cemiyetin maziye bağlı olarak gelişen şahsiyet ve karakter ikliminde tarihçilerin payı çok büyüktür. Bu yüzdendir ki bu incelikli işin mesuliyetinin ağırlığı karşında işinin hakkını veren ve tarihi tozlu sayfalardan çıkararak hakikate uygun bir şekilde toplumun önünü tenvir edecek şekilde sunan tarihçi, ‘tarih yazma’ vasfını hak eden bir konuma yerleşmiş olacaktır. Onun dışında, eğrilerin doğru, doğruların eğri gösterildiği bir tarih sisteminden neşet eden, kendini ve mazisini bilmeyen, nereden gelip nereye gittiğinin şuurunda olmayan nesillerin varacağı zelil noktada en büyük pay gene tarihçinin kalemine ve oradan da tarihçinin olmayan vicdanına dayanmaktadır.
Kitabın akışı içerisinde ihtiyar timsal, fraklı adama yazmakta olduğu “Türkiye Tarihi”ni bir köşesinden, doğu cihetinden göstermeyi murad eder ve fraklı adamın ihtiyar timsal yanında tarihin akışı içinde cereyan eden hadiseler üzerinden yapacağı değerlendirmeler, onun, mazinin özüne ve ruhuna sadık kalan bir tarihçi olduğunu gösterir.
Eserde tarihin akışı, Üstadın kitapta geçen ifadeleriyle “doğuya doğru yol açmak gayretindeki haç’ı batıya doğru yürüttüğü hilalle parçalayan ilk Müslüman Türk başbuğu” Sultan Alparslan’ın Kars topraklarında Bizanslıları tepelediği kutlu feth ile başlar. Fetihten önce Sultan Alparslan’ın davudi sesinden, İslam’ın cihat anlayışının mânalarını tüttüren bir nâra yankılanmaktadır Kars toprakları üzerinde:
“Kafirleri berbad eyle Yâ Allah. Tek Muradı yol bulmaktır Batı’ya, muradını murad eyle Ya Allah. Mübarek kıl Türk’e şu Kars ilini, İslam ile âbâd eyle ya Allah. –Amin, amin sesleri-“
Müslüman Türk’ün dünya üzerinde koşturduğu atın ve kuşandığı kılıcın hakiki manasına müteveccih bu şahane duanın ardından Sultan Alparslan’ın sesi bu sefer de hedefe ve hamleye yönelik en keskin işareti yapar:
“Düşman, yurdunu değil, canını kurtarmaktan başka bir şey düşünmeyen korkak adam!… Sen de, yaşamanın iğreti, asıl hayatın din uğrunda ölmek olduğunu bilen eroğlu ersin! Şu kılıcı tutan elimde derman kalmayıncaya kadar çarpışacağım. Dinini, vatanını, başbuğunu seven ardımdan gelsin!”
İslam’a göre insanların üstünlüğü ve kıymeti maddeye, kemiyete, bağlı oldukları kan bağına veya kemiyet ifade eden başka bir unsura değil, başlarını verdikleri davaların mahiyetine göre bir değer ifade etmekte ve bu meyanda Allah ve Resulünün yolunda yapılacak olan hizmetlerin önemi ile birlikte ferdin ve cemiyetlerin kavuşacağı kıymet derecesi bu hamleler ile tayin edilmektedir. Mazimizdeki iman ve aşk eksenli bir aksiyonun göz kamaştırıcı pırıltılarından bir kesit sunan Müslüman Türk’ün Anadolu’ya attığı adımın gayesini mihraklaştıran Sultan Alparslan’ın duası ve sözleri, Allah katında kıymeti haiz hamlenin ve hamleye temel teşkil eden niyetin ulviliği nispetinde eserde işlenmiştir ve bu hakikatin ardından gelen Milliyetçilik meselesine hangi zaviyeden bakılacağına ve hakiki bir milliyetçilik değerlendirmesi yapmak için lazım olan zeminin teşekkülüne dair ilk adım böylece atılmıştır:
İHTİYAR TİMSAL — Kars’ta yerleşen Müslüman Türkler, bir buçuk asır, kendi Hıristiyan cinsleriyle çarpıştılar.
FRAKLI ADAM — Aynı ırktan olduklarının, farkına varmaksızın…
İHTİYAR TİMSAL — Biri ateş, öbürü buz dolu, aynı topraktan iki çanak, aynı şey olduklarını düşünebilirler mi? İş, çanağın toprağında değil, içindekinde…
FRAKLI ADAM — Milliyetçilik dâvasının en nazik noktası!…
İHTİYAR TİMSAL — Öyle bir nokta ki, bembeyaz bir yüzle kapkara bir suratı aynı renge bular da, iki aynı rengi akla kara hâline getirir.
FRAKLI ADAM — Eşler, ne kadar gizlenirse gizlensin, daima birbirine eştir.
İHTİYAR TİMSAL — (Eliyle dikkat işareti vererek) Ama, kemiyette değil, keyfiyette; posada değil, cevherde eş olurlarsa… Eşleri birbirine ters, tersleri de eş yapan ve her şeyi içinde eritip birleştiren kuvvet.. Tarih onun emrindedir.
FRAKLI ADAM — Ruh ve iman…
İHTİYAR TÎMSAL — Ta kendisi!… Türk, bu ruh ve imana erince, Alparslan’ın şahsında heykelleşen Anadolu’yu açma dâvasının karşısında Haçlı Türkleri buldu; ve henüz bütüne bağlayamadığı Kars’ı, 143 yıl bunlara karşı korudu. Tarihin en çilekeş havzası, Kars, 1207 de, Müslüman – Türk’ün domuz sürüsü diye baktığı Ortodoks Türkler’in eline geçti.
(Açılan iç perde… İhtiyar Timsal ile Fraklı Adam, geri geri çekilirler ve aynı noktalarda dururlar.)
Üstadın, ‘ruh deryasının dalgıcı’ (1) ifadesiyle nitelendirdiği Shakespeare’in gene Üstad tarafından bir çok eserinde misal verme noktasında önem arzeden kitabı Hamlet’te, üzerinde duracağımız Milliyetçilik mefhumuna adapte edebileceğimiz şahane bir söz vardır: “Kanımız bir fakat cinsimiz ne kadar ayrı!” Hamlet’in aynı kanı taşıdığı lakin ruh itibariyle birbirine zıt iki kutup olarak ayrılık gösteren amcası ile kendisi arasında yaptığı bu tahlil, Üstadın eserinden iktibas ettiğimiz yukarıdaki parçada incelikli bir şekilde açıklanan Milliyetçilik mefhumunu anlatmamız için de güzel bir çıkış noktası olacak. İslamî çerçevede milliyetçilik; ete, kemiğe, kana, ırsî birlikteliğe göre şekillenen bir yapıyı değil, insanları tek bir noktadan (iman) yakalayıp din kardeşliği yelpazesinde birleştiren ve kardeş olmayan davet eden bir zemini kurmaktadır. Hakiki manada dünya üzerindeki ferdleri birbirlerine yaklaştıran ve ortak bir gayeye baş koyma hamulesini ruhlara yükleyen âmil, biyolojik verasetten değil, ulvî ve manevî meselelerin, mukaddes emanetin, insan için biricik mesele olan sonsuza varma mevzuunun çerçevesini hakiki olarak çizen İslam’dan geçmektedir.
Kanı bir olan fakat ruh, iman ve gaye ekseninden birbirinden ayrılan, zıtlaşan ve birbirlerinin karşısına düşman olarak çıkan Müslüman Türk ile Hristiyan Türk’ün, birinin ulvi ve uhrevi hamlesine karşılık diğerinin nefsi, dünyevi ve süfli hevesleri arasındaki kulvar farkını doğuran biricik müessir, ruhlarını adadıkları gayelerdir. İslamiyet’in bildirdiği “Müslümanlar kardeştir” düsturu, tarihte karşımıza çıkan ve Müslümanların imzasını taşıyan zaferlerin muhtevasında tek bir kavimden değil, birbirini kardeş olarak gören ve imanın tek bayrak altında toparlayıcı kudreti ile cihat ve gaza gayesinde birleşen insanların tablosu ile doludur. O halde milliyetçilik hususunda insanları toparlayıcı etmen Allah’ın dinine sarılmak ve onun adını dünyaya yaymak, her saha üzerinde O’nun hükümlerini tatbik etmek gayeleri etrafında birleşenlerce hakiki manada kendine bir hayat sahası bulmakta ve ötelerin ötesinden gelen emirle birleşen ulvi bir birlikteliğe değil, kavim, soy, sop üzerinde kalanlar ise posa milliyetçiliği yapmakta, milliyetçiliğin kabuğundan öteye gidememekte…
Her şey ruhu anlamakta, ruha gerçek anlamda hayat veren ve ruh kökümüz olan dinin dairesi içinde erimekte ve cevheri posadan süzmekte… Aynı kavimden olmalarına rağmen karşı karşıya gelmeleri ve birbirleriyle savaşmaları yani Türk’ün Türk’le mücadelesi, maddede eş olmalarına rağmen manada zıt kutuplarda olmaları, en net tabirle birisinin İslam ile şereflenerek Allah yolunda yaşamanın ve savaşmanın hakiki saadetine kavuşması, diğerinin ise namütenahi âlemde hiçbir işe yaramayacak olan dünyevi hırs ve ihtiraslarına esir olması ile açıklanır.
Ruhun bağlı olduğu nokta, insanları birbirine bağlayan yahut birbirinden koparan, düşman kılan ne kadar muazzam bir kudrete malik. Hak yola bağlı iseler, hem dünya üzerinde gerçekleştirilen bir dayanışma ve muaşakaya, hem de sonsuz hayattaki yerlerini hazırlayan bir saadet tablosuna; bâtıl kolda iseler hem dünyada akıtılan kan ve gözyaşına, hem de sonsuz azaba müstehak olma yolunda yürüyen bir bedbahtlar ordusu olmaya doğru yürüyen bir beşeriyet… Her şeyde olduğu gibi Milliyetçilik mevzuunda da işin hakikatini bize gösteren İslam’dır ve İslam’ın bildirdiği ölçüden ayrılmadıkça, insanın kendi milletinin en iyiye, en güzele ulaşması ve ulvi yola adanmış bir ömre geçmesi için cehd göstermesi ve bütün bunları diğer Müslüman kardeşlerini de her iki cihanda aziz ve mesut kılmak için yapması, ne muazzam ve kutsî bir aksiyondur…
Tarih sahnesinde aynı ruhtan, eş gayeden nasiplendiği halde birbirinin yolunu kesen yahut yoluna menfi zaviyeden bir engel dikilmesine sebep olan vakalarla da karşılaşmak mümkündür. Eserin ilerleyen bölümlerinde karşımıza önemli tarihi kişiliklerden biri olan Timurlenk çıkar ve onun Altunordu devletini yıkmakla, Altunordu’nun tahakküm altında tuttuğu Moskof’a hayat sahası açmakla ve onun İstanbul’a, kutlu fethin kutlu şehrine musallat olmasına yol açacak ve Osmanlı tarihi içinde en büyük belalardan biri olan Rus belasını devletin başına musallat edecektir. Tarih bu noktadan sonra, Türk’ün şahsında İslam’a kılıç çeken Moskof’un hamlelerine karşı koyan Osmanlıyı izleyecek, bu hamleler zayıf ve çelimsiz iken kökünden kırılmadığı ve yok edilmediği için aşk ve vecd devresinden sonra ruhu zayıflayan ve buna bağlı olarak da toprak üzerindeki hâkimiyetlerini de teker teker kaybetmeye başlayan Osmanlı’nın Moskof karşısında kaldığı acziyeti Kars şehri üzerinden bir kalıba dökecektir. Doğu meselesi çözülmeden ve arkaya tam bir dayanak sağlanılmadan Batıya yüklenmek, doğuyu ve eserin ana mekânı olan Kars’ı geri plana atmak, umumi olarak Osmanlıya, hususi olarak da Kars şehrine yapılan tecavüzün, yıkımın ana etmeni olmuştur.
Eser, yarısına kadar, ihtiyar timsal ve fraklı adamın bir sinema şeridinden izlercesine tarihin basamaklarını adım adım takip eder, Osmanlının son devirlerine kadar vuku bulan hadiseleri ve hadiselerin özü olan mana ve ruh iklimlerini tetkik eder, kitabın bundan sonraki kısmı ihtiyar timsal ve fraklı adamın yerlerini tarih içindeki gizli kahramanlara bırakmasıyla ayrı bir seyir takip etmeye başlar.
Üstadın kitabına isim olarak seçtiği kanlı sarık, kitapta nesilden nesile intikal ettirilen, madde ile tecessüm ettirilmiş bir mana olarak karşımıza çıkar. Tefessüh devrinde bir Moskof baskını esnasında süngülenen göğsünden akan kanı ‘durdursun diye değil, içsin diye’ başındaki sarığını çözdürüp yarasına bastıran Yetim Hoca, şehadet şerbetini içerken, kanlı sarığını da Kars’ı ve Kars’ın bünyesinde İslam’ı muhafaza etmekle memur olan evlad u iyaline yadigâr olarak bırakır. Ölüm ânında Mazlum hocanın kendi şansında bütün bir millete yaptığı tahlil ve tenkid dikkat-i şayandır:
“Nuruna layık, emanetine sadık olamadık. Bu yüzden çekiyoruz.”
Allahın kendine halife olarak seçtiği ve imtihan için dünya üzerine gönderdiği beşer, Allahın mukaddes emanetini muhafaza edebildiği, onu yüceltebildiği ölçüde kendi de yükselmiş, tam aksi bir istikamet izlediği vakit ise, başına binbir türlü belaların, musibetlerin gelmesine engel olamamıştır. İnsanın dünyadaki biricik gayesinin o nura layık olmak ve o emanete sadık kalmak olduğu hakikati düşünülürse, Müslüman devletlerin yükseliş ve batış müsebbiplerini görmek netleşecektir. Bu halde olmasına rağmen Kars halkı, tohumu uzun zaman önce atılan iman ağacını hala ruhlarında muhafaza etmekte ve küffarın bayrağının Kars kalesine dikilmemesi için bütün gücüyle çevresine maddi-manevi bir kalkan teşkil etmektedirler. Kitapta karşımıza çıkan ve Kars’ın manevi atmosferini teşkil eden mübarek şahsiyetlerden Altun Halkanın yedicisi olan Ebûlhasan-i Hırkaanî Hazretlerinin kabri, Kars halkı üzerine manevi olarak ağını örmüş ve yapılan hücumlar karşısında direnme gayretini içlerinde bulan halk, bu manevi gücün geldiği kaynağı o mübarek insanın şahsında bulmuştur. Ebûlhasan-i Hırkaanî Hazretlerinin sandukalarının yanından çıkarılan bir taş, Kars kalesi inşa edilirken temele yerleştirilen son taş olarak kullanılmış ve tamamlanan kale Ebûlhasan-i Hırkaanî Hazretlerinin manevi hamiyetine kendini teslim etmiştir.
Bu manevi atmosferde Moskof’un Müslüman Türk’ün ruh köküne musallat olduğu ve saldırılarını her geçen gün artırdığı demlerde, kanlı sarık, üzerindeki kan ile şehadeti, sarığın dindeki yeri ile de şeriati resmeden bir manaya kadar ulaşır. Vatan kurtulacaksa o imanın yüzü suyu hürmetine kurtulacak ve imanın verdiği kuvvetin kanlı sarıkta temsil edilmesi üzerine dudaklardan şu söz dökülecektir:
“Bir gün Kars’ın adını kanlı sarık koyabilirler. Onu her defa sarık kurtardı.”
—
(1)Hitâbeler –Necip Fazıl Kısakürek
Üstad Sınıfı / Reyhan