İÇTİHAD
Bir konferansımda bana sordular:
– Devrimizde içtihad kapısı kapalı mıdır, açık mıdır? Şu cevabı verdim:
– « Devrimizde ve her devirde içtihad kapısı ardına kadar açıktır. Nebi ve Resul gelmeyeceği mutlak… Fakat müçtehid gelmeyeceğine ait hiçbir hüküm mevcud değil. Şu kadar ki, imkan aleminde serbest bırakılan bu nokta o alemin istediği şartlar bakımından imkansıza döndürülmüştür. Nebi ve Resul gelmesine muhal, yeni müçtehidler gelmesine de imkansız demek doğru olur. Öyle bir «imkansız» ki, mücerrette mümkün fakat müşahhasta kabil değil…
Cins atların atladığı, mesela 2 metre yüksekliğinde bir engel düşünün. O atlar geldi, geçti ve gitti. Nesillerse Arap atı yerine atlı karınca derecesinde küçüldü. Atlamak serbest, ama kim atlayabilecek?… Hoş, atlasa da öbürlerinden farklı ne görecek ve ne getirebilecek?.. Demek ki, hem gerektirdiği şartlar ve hem de esasen getirilmesi gereken şeylerin tamamlanmış olması bakımından, apaçık içtihad kapısı yeni bir geçişe sımsıkı kapalıdır. Bu devirde ve gelecek çığırlarda yeni zaman ve mekan tecellilerine karşı ancak şeriat bütününden zerre feda etmeyen büyük müttefekkirler gelebilir ve bunlar asır yeniliyicileri olmak gibi muazzam bir makama namzed olabilirler; fakat asla, müçtehid olamazlar. Düşününüz ki, bir asrın değil, on asırlık yekpare bir zaman blokunun yenileyicisi İmam-ı Rabbani Hazretleri, derecede belki bütün hak mezheb müçtehidlerinden üstün olduğu halde Hanefi mezhebindendi, bin yıllık yenileyiciliğini bu mezheb üzerine bina etmişti ve kabul ettiği temelle üzerine kurduğu bina arasında en küçük ihtilaf pürüzü yoktu.»
Konferansımda söylediğim bu sözlerin «içtihad» meselesinin en açık ifadeyle çerçevelendiği zannındayım.
Sırasında kalemimizin bütün topuz kuvvetiyle tepelerine ineceğimiz (modern) müçtehid taslaklariyle, belirttiğimiz kahramanların vasıfları arasındaki farklara dikkat edenler, içtihad şartlarının ne demek olduğunu kestirmekte zahmet çekmezler.
İmam-ı Malik Hazretlerinin, kendisini çağıran Halifeye «ilim kimsenin ayağına gitmez, ilmin ayağına gelinir!» cevabını vermesi ve Medine’de Allah Resulünün bastığı topraklara ancak ayakkabısız ve yalınayak basabilmesindeki takva ve hürmeti görenler, bir de rejimlerin dine ters ölçüleri önünde Ahmed Bin Hanbel Hazretlerinin yediği kırbaçlardan fikir cezasına uğramak kabiliyetinde iseler içtihad bahsinde bir maliyet hesabı yapmak selahiyetine erebilirler. Ve esasen en pahalı maliyetine bile lüzum kalmamış olan içtihadın ucuzcular ve (damping)’ciler elinde günümüzün manzarasındaki sefaleti ortada…
Sırasiyle, amelde Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli, itikatta da Matüridı ve Eş’ari mezhepleri arasında en küçük mikyasta bile esasa bağlı bir fark yoktur: ve bütün fark iki tarafa da çekilmesi mümkün, fakat hangisinin doğru olduğu meçhul «cüz’iyat-küçük parçalar» üzerindedir.
Bir misal:
Allahın Resulü namazdayken, Hazret-i Aişe mukaddes
çehrede minicik bir kan izi görür ve onu parmağiyle silip alır. Bunun üzerine Kainatın Efendisi namazlarını keserler ve yeniden abdest alıp namazı iade ederler. Bu vaziyette ortada bir abdest bozulması olduğuna göre bozucu amil nedir? Hafifçe yayılmış olan kan mıdır, yoksa nikahı düşen kadın elinin erkek cildine teması mıdır? İmam-ı Azam’a göre kan, İmam-ı Şafii’ye göre de cildin cilde değişi… Bakın, ne incelik ve her iki taraf hesabına ne güzel görüş!
Bu misaldeki hikmeti, bütün ihtilaf noktalarına tatbik edebiliriz.
İtikadı mezhepler arasındaki fark da böyle… Birinde iman inmez, çıkmaz, neyse odur; öbüründeyse azalır, çoğalır. Bu azalma ve çoğalmayı incila, parlaklık farkı diye anladık mı, yine ortada ayrılık ve aykırılık diye bir şey kalmaz.
Gerisi de böyle …
O halde amelde dört ve itikatta iki mezhep bir «bütün» belirtiler ve «sünnet ve cemaat ehli» yolu olarak tekleşirler…
İşte bunlardır ki, İslam vücudunun derisinde mikropların nüfuz etmesine mani her temizliği yerine getirmişler, hiçbir (port d’antre-giriş kapısı) bırakmamıştır, kendilerinden evvelki sapık telakkileri yerle bir ettikleri gibi istikbale ait oluşların da nirengi noktalarını heykelleştirmişler, iyi ve kötünün mizan üssünü kurmuşlardır.
Bundan böyle içtihad, ancak bunların kurduğu binaya yeni katlar çıkarak olabilir ki, o da içtihad değil, şer’i tatbik ve yenileme manasına alınabilir.
(Doğru Yolun Sapık Kolları, Büyük Doğu Yayınları)