ROMAN
Roman, icatçı bir hayat taklididir.
*
Olurların, olabilirlerin, olamazların, olması özlenenlerin, hatta olmuş olanların, mutlaka ( dinamik ) vâkıalar zinciri içinde demeti, dizisi, sergisi roman…
*
Böyle olunca, roman, aslî mahiyeti bakımından bir oldurma, oluşturma, biçimleme, yakıştırma, tasarlama işi halinde meydana çıkıyor ve insandaki eşya ve hadiseleri murakabe ve öteleri kovalayıcı hayal gücüne dayanıyor.
*
Bütün nakiller ve anlatış şekillerinde romandan bir pay bulunsa da, bu payın en çok bulunabileceği, hâtıra, menkıbe gibi neviler roman olmaktan çıkar, böyle olduğu nev’in adını alır; fakat zamanın ( dinamik ) hayata bağlı kuşatıcı manâsı daima yerinde kalır.
*
Ve nihayet aslî manâsiyle roman, hâdiseleri fikirleştirme veya fikirleri hâdiseleştirme sanatı üzerinde – biri fotoğrafçılık, öteki ressamlık işi – bayrağını dalgalandırır.
*
Romanda ana dayanak olan ( idealizasyon ) feda edildikçe kıymet düşer, kabak çekirdeğine kadar iner. Bu iş vâkıalarla karışık olarak ulvîlik şartını korudukça da pahası ( radyum ) misali değerlenir.
*
Bizde roman Tanzimat’tan bu yana, temel dâvası olan hayat taklitçiliği şöyle dursun, âlet ve inşa mimarisi olarak dahi taklidin taklidi seviyesini aşamamış ve önce bön ve sersem; sonra züppe ve şımarık, en sonra da yobaz ve küstah kalemler elinde korkunç bir özenti ve yeltenme sığlığını geçememiştir.
Bu arada, “ Edebiyat-ı Cedide” züppe ahmaklığın, “ Fecr-i Âti “ bu ahmaklığı hafifletmeye çalışmanın, Türkçülük cereyanı içinde gelişenler de, işi “ mazruf ” yerine “ zarf” meselesi sanmanın hazin misâlleri…
*
Neyi bırakıp neyi aldığı, neyi neyle ve nasıl katıştırdığı üzerinde en küçük murakabe ve muhasebesi olmayan Tanzimat bulamacının öncesinde Türk Cemiyetini tâkatten düşüren vecd ve aşk yoksunluğuna, kaba softa ve ham yobaz kuruluğuna rağmen Fuzulî’den Şeyh Galib’e kadar uzanmış bir çizgi olarak manzum bir roman zemini mevcuttur. İşte “ Leyla ile Mecnun “ ve işte “ Hüsn-ü Aşk “ …
İşte “ Şehname “ ve işte “ Gülistan “ ve daha niceleri…
Nitekim, Tanzimat sonrası roman sefâleti, öncesindeki halk düşünce ve duygu kumaşını örgüleştiren “ Kerem ile Aslı “, “ Battal Gazi “ , “ Köroğlu” gibi menkıbeler karşısında büsbütün köksüz ve piç kalıyor ve üstün ellerde kendisini kaynaklaştıramıyor.
Bu tereddiye sebep, doğrudan doğruya Türk Cemiyetinin sahte aydınlar elinde “ inkılâp” dedikleri ve kök tahripçiliğinden ileriye geçemeyen, öz kökü yeşerteceği yerde kurutmaya yarayan bozuk fikir mayasıdır. Roman ki, insan ve cemiyet hayatının püskürtü ve fısıltılarını yansıtan aynadır; bizde içtimai buhranımızla birlikte korkunç bir kısırlığa çatmış ve en acemi taklit ve özenti plânında ilk mektebin ilk heceleme seviyesini aşamamıştır.
Misâl göstermenin yeri burası değil…
*
Halbuki roman, yerle göğü birleştirici mahiyetiyle insan ve toplum harekiyet ve seyyaliyeti içinde en ulvi ve münezzeh mânaya kadar ulaştırılabilir. Ve artık toprak üstü sefil mananın yerde bırakılması şartıyle mefhum ve mahiyetini değiştirerek Frenklerin ( Ekritür – Destine ) , Müslümanların da ( Alın yazısı – Kader ) dediği takdir kalemindeki hikmete yol arayabilir. O zaman karşımıza süfli mânasiyle roman değil, ulvî keyfiyetiyle İlahi sanat çıkar ve roman dize gelir.
Koyu ( Katolik ) bir Fransız edibi “ roman “ isimli tetkikinde bu noktaya biraz yaklaşmıştır.
*
Roman toprağa bağlı keyfiyetiyle ihtimaller âlemi boyunca ya tasavvurî bir icat, yahut muhaller dünyasında maveraî bir hayal; veya olmuş ve olabilirlerin nakline mahsus, fakat hepsinde harekiyet ve seyyaliyet ve teessüriyet değerlerini şart koşucu bir vasıtadır. Romanın roman olması için bu üç kıymetin mutlaka posa vak’a tasavvurlarından arındırılması ve maddeyi geride bırakıcı bir ruh seviyesine yükseltilmesi gerekir.
*
Toprağa bağlı süflî romanın ulvî tarafı budur ve benim şu anda 78 yıllık ömrümün ruhî ve teessürî halini başa alarak karaladığım bu ( otobiyografi – öz hayat hikâyesi ) bu düşüncelerden doğmakta ve 78’inci yılımdan dünyaya geldiğim tarihe dönmeden bu izahı başa oturtmaktadır.
*
Hiçbir şeyi izahla çözemediğimiz gibi izahsız da yapamıyoruz. Velî ne güzel söylemiş:
-Bu iş ne akılla olur, ne de büsbütün akılsız!…
(Kafa Kağıdı, Büyük Doğu Yayınları, 2. Baskı / s. 7-14)