Site icon N-F-K.com

Sırtlan

SIRTLAN

İç Anadoluda atla seyahat ediyordum. O gün diz boyunca yağan kar yolumu o kadar güçleştirmişti ki varacağım konağın henüz yarı yoluna erişemeden, bir deniz gibi dümdüz ovada geceyle karşılaştım.

Mehtapsız fakat açık ve yıldızlı bir geceydi. Gökten hiç de kış gecelerini hatırlatmayan Öyle saf, tatlı ve koyu mavi bir renk süzülüyordu ki eğer o anda ciğerlerimi bir buz salkımı haline getiren kuru soğuk olmasaydı yerdeki upuzun kar çarşafını yabancı bir iklimin bahar çiçeklerinden örülmüş sanacaktım.

Atım başını yere eğmiş, sert toprağa alışık ayaklarının her adım atışında gömüldüğü bu beyaz ve yumuşak tabaka üzürinde kocaman bir kedi gibi sessiz ve temkinli adımlarla yürüyor, arada bir duruyor, yarı beline kadar kara gömülü, yetişeceği menzille arasındaki mesafeyi hesaplarcasına uzaklara bakıyor, sonra tekrar eski tevekkül, eski teslimiyet içinde yoluna devam ediyordu.

Ufukta tek ve parlak bir ışık ve bunun etrafında ev karaltılarını andıran bodur siyahlıklar vardı. Bu karaltılar olsa olsa:

— İkindiden evvel geçemiyecek olursan geceyi orada geçir.

dedikleri köy olmalıydı. Fazla olarak geceyi evinde geçirmek için köyün muhtarını sağlık vermişlerdi. Uzaktaki parlak ışığa dikkatle baktım. Bu ne cansız bir lâmba ziyasına, ne de titrek bir alev ışığına benziyordu. Üflenen bir ateş parçası gibi o kadar keskin ve beyaz bir parıldayışla gök yüzünde donmuştu ki, gözümün önüne, çok uzaklarda, siyahlıkların koyulaştığı noktada, dizini kara dayamış, mangalını yelpazeliyen sihirbaz bir kadın hayali geldi.

Atımın başını çektim ve kamçımı göğsünde şaklattım. Birden düşük kulaklarını toplayan atım ayaklarını karın üstünde makaslayarak koşmaya başladı. Ben koşdukça deminki ışık ne bir adım ileriye, ne bir adım geriye gitmeden yerinde sayarken karaltılar gittikçe bana doğru geliyor, hakikî şeklini alıncaya kadar biçimden biçime giriyordu. Karaltılar evvelâ sık bir ağaçlık, sonra bir mezarlık halinde meydana çıktı. Henüz ilk servinin yanına gelmiştim.

Alabildiğine koşan atım birden bire ön ayaklarını gerip olduğu yere mıhlanıverdi. Dizlerine kadar kara batmış, başını mezarlara doğru çevirmiş hızlı hızlı soluyordu. Onu sürmek ve bir an evvel köye girmek istiyordum. Fakat ne mümkün? At olduğu yerden ileriye doğru bir adım bile atmak istemiyor, huysuzlanıyordu. Bir şeyden ürkmüş olmalıydı. Mezarlığa baktım. Derinlere doğru gittikçe koyu karanlığa batan seyrek taşlar ve sık serviler…

Atım anî bir hırıltı çıkararak geriye doğru zıplamak istedi. Şaha kalkmak istiyor gibi bir kaç kere ön ayaklarını karın içinden kurtarmaya çabaladı. Kulak verdim. Mezarlıktan bir inilti geliyordu. Yeni doğmuş köpek yavrularının bir ağızdan inleyişine benzer garip bir inilti…

İrademin bütün kuvvetini gözlerimde toplayarak uzun servilerin çerçevelediği iğri büğrü gölgeler arasından iniltinin geldiği yeri bulmaya çalıştım. Ses kesildi. Benden epey uzakta, etrafı zifiri karanlık bir servinin dibinde yeni örtülmüş bir mezara benzeyen sanduka şeklinde bir kar tepeciği ve bunun üstünde yarı beline kadar çukura sarkmış bir hayvanın sırtını andıran bir tümsek görünüyordu. Tümsek titredi ve tepeciğin içinden ikinci bir kambur şeklinde yükselmeye başladı.

Omuzumda domuz kurşunile doldurulmuş çifteyi bir anda elimde hissettim. Kıpırdayan karaltıya nişan aldım ve tetiklerin birbiri arkasından ikisini birden çektim. Tüfeğimin ucundan bir iki saniyelik farkla fışkıran iki kırmızı dil.. Göz açıp kapayıncaya kadar yanıp sönen mezarlık… Büyük bir kazana indirilen iki çekiç darbesi halinde iki keskin silâh sesi..

Atım bütün hızıyla ileriye atılmış, karnı yere sürünürcesine koşuyor, bütün ovayı gezen tüfek seslerinin akisleri beni arkamdan kovalıyordu.

Köye girer girmez muhtarın evini gösterdiler. Kapıyı asık yüzlü bir uşak açtı. Uzun ve çıplak bir sofadan geçtik.

Yandaki odalardan birinin açık kapısından, çırçıplak döşemelerin tam orta yerinde isli bir idare lâmbası yanan bomboş bir oda gördüm. Uşak bitişiğindeki odanın kapısını açtı. Girdim. Köşedeki yüksek minderin üstünde – her halde muhtar olacak – iri yarı, esmer, kır bıyıklı birisi oturuyor, etrafında yere bağdaş kurmuş, siyah sakallı ve siyah şalvarlı iki adam, tahta mankenler gibi kaskatı, göze çarpıyordu.

Muhtar başını çevirmeden bulanık gözlerile yüzüme baktı. Ötekiler kıpırdanmadılar bile. Uşak hiç bir şey söylemememi telkin eden korkak bir işaretle yer minderlerinden birini gösterip ayaklarının ucuna basa basa uzaklaştı.

Aradan dakikalar geçiyor, ne biçimini bozan, ne de kim olduğumu, nereden geldiğimi soran olmuyordu. Muhtar, eli şakaklarında, gözlerini karla örtülü camların üstünde belirsiz bir noktaya dikmiş düşünüyor, yanı başındaki bücür masada, ortasından açık bir kuran ve odadaki ıstırabın nabzı halinde tık tık işleyen ayaklı bir saat duruyordu.

Sanki ben gelmeden bir dakika evel bu evden bir ölü çıkmış, bu odada bir facia kopmuş gibi ortada anlatılmaz bir hal vardı.

Muhtarın kıpırdayan dudaklarından hafif bir ses çıktı-.

— Efendi sefa geldin, kusura bakma! Saat bir iki dakika daha tık tık işledi. Gene muhtarın sesi:

— Demin mezarlık tarafından iki tüfek sesi duyduk. Siz o zaman her halde yoldaydınız. Neydi o sesler?

Muhtara tüfeği kendim attığımı gizleyerek hiç bir şeyden haberim olmadığını söyledim. Lâfım henüz bitmişti ki evin kapısı yıkılacak gibi çalındı. Sofaya bir takım ayak sesleri, ince kalın konuşmalar, yerde bir şey sürükleniyormuş gibi garip patırtılar doldu. Oturduğumuz odanın kapısı açıldı. İçeriye giren köylüler iri bir köpeğe benzeyen vahşi bir hayvan cesedini odanın ta ortasına bıraktılar.

Bu hayvan, sivri dişlerinin arasında kana bulanmış bembeyaz bir bez sarkan alaca postlu bir sırtlandı. Köylülerden biri dedi ki :

— Tüfek sesleri üzerine mezarlığa gittik. Ne görelim? Bugün kazdığımız mezarın başında bu sırtlan vurulmuş yatıyor. Mezarı açmış, ölüyü çıkarmış, kefeni didik didik etmiş…

Odanın havasında derin bir şaşgınlık dondu. O zaman ta yanımda oturan siyah sakallı, siyah şalvarlı köylü kulağıma eğilerek fısıldadı:

— Haberin var mı? Muhtarın genç karısını bugün gömdük…

(Birkaç Hikaye Birkaç Tahlil, s.22-26)

Exit mobile version