YUNUS EMRE HASSASİYETİ
(1962’de, Milliyetçiler Derneği’nin Yunus Emre Gününde…)
Yunus Emre’nin hassasiyeti değil, Yunus Emre hassasiyeti…
Anadolu’nun ruhu yerine, Anadolu ruhu der gibi bir şey… Anadolu’nun ruhu tabirinde kendi kendine aitlik var… Sınırlı, çit içinde bir mana… Anadolu ruhu ise umumi çapta bir şümul ifadesi ve daha mücerred…
İşte lisan edasında, bir izafet edatının, küçük bir ”nin” ekinin kalkmasıyla meydana gelen mana genişliği!..
Böylece Yunus Emre’nin, kendisine, kendi kendiliğine ait hassasiyeti değil, sonsuz insan planında miyarlaşıcı, mücerred iç hüviyetini murad etmiş oluyoruz.
Onun hakkında herşey söylenebilir, dünyalar söylenebilir, nasıl ki, Uludağ için jeologun, meteorologun, ressamın, şairin, otelcinin, kayak sporcusunun, nekahet hastasının, ayrı ayrı cephelerden ve ayrı ayrı görüşleri vardır. Fakat bunlar arasında Uludağı belirtmekte en marifetlisi, akıl cephesine bağlı jeolog ve meteorogdan ziyade, duygu planının kurcalayacısı ressam ve şair…
Bazı şeyler vardır ki, esrarlı beyyinesi, girift zatı bakımından akıldan esirgediği sırları duygunun kulağına fısıldar. Aklın posalaştırdığı dış mahiyet yerine aklı posalaştıran iç keyfiyet derinleştikçe, ondaki sultani hakikatle temas edebilmemiz için, duygudan başka elçi, ”sefir-i kebir” bulamayız. Bunun için de temas edilenle eden arasında, karşılıklı olarak birbirine yol veren ve yol açan ulaştırma ve ulaşma çizgisini çekmeliyiz. Verici ve alıcı duygu cephelerini karşılaştırabilmek…
İşte hedefimizle karşı karşıyayız!
İç keyfiyetlerin, çarpıcı, yakıcı, eritici, en üstününü ışıldatan Yunus Emre karşısında anlattığımız incelik yüzünden, başlıca metod olarak onun hassasiyet kapısını çalmalı ve akıl klavuzu arkasında olsa da bu kapıda, çırılçıplak bir duygu hüviyetiyle boy göstermeliyiz ki, o çarpıcı, yakıcı, eritici, halvete girebilelim…
Bundan otuz küsür yıl evvel… Üniversitede felsefe talebesiyim… Birkaç arkadaş ” Anadolu Mecmuası ” isimli bir dergi çıkarıyoruz. Davamız, bütün tarihi seyri ve kıymet hükümleriyle Anadoluculuk… Şairliğimin başındayım… Henüz ortalığı Yunus Emre modası kaplamamış…
Bir parantez açayım: Bir şeyin renk renk bütün sırlarını kaybetmesi ve yolunmuş tasvus kuşuna dönmesi için, çok defa modalaşması kafidir. Modalaşmadan evvel hiç mevcut olmayan bir şey, modalaşınca, var olduktan, yahıt var sanıldıktan sonra yoktur. Bütün yarım ”var”lar, tam ”yok” ten beter!
Neyse, o zamanki fikir, sanat ve edebiyat havamızın üstünde, bir Yunus Emre soluğudur esiyordu. Şimdiki Edebiyat fakültesinin bulunduğu yerdeki Zeynep Hanım konağının, konferans salonu diye kullanılan dam altında, bir Yunus Emre günü tertiplendi. Benden bir şiir istediler. Okudum. Otuz küsür yıl sonraki Yunus Emre gününde tekrar ediyorum…
Kaç mevsim daha bekleyim kapında,
Ayağımda zincir, boynumda kement?
Beni de piştiğin bela kabında,
O kadar kaynat ki, buhara benzet!
Bekletme Yunus’um, bozuldu bağlar,
Çalıyor saatler, geçiyor çağlar;
Veriyor, ayrılık dolu semalar,
İçimde bayıltan acı bir lezzet.
Rüzgara bir koku ver ki, hırkandan;
Geleyim, izine doğru arkandan;
Bırakmam, tutmuşum artık yakandan,
Meded ey dervişim, Yunus’um medet!..
Bu şiir, his aynasında olsa da Yunus Emre’yi zaptetme eseri değil, o harikalar harikası keyfiyetin onsekiz yaşında bir çocuk idrakine döşediği hasret ve hayranlık izlerinden şahsi bir karalamaydı. Yangının değil de, onun yaktığı küçük bir şeyin hali… Amma, bu yangına girmeden ve o, yanan küçük şeylerin halleriyle hallenmeden Yunus Emre halvetine girmek mümkün değildir.
Asli ruh muhtevasına sahip devlet ve cemiyet tarihimizin başındaki vecd ve aşk çığırı… Bu çığırı belli başlı fert noktalarıyla çerçeveleyici bir müselles tasarlayacak olursak, üç noktayı, Aşık Paşa, Süleyman Çelebi ve Yunus Emre halinde kondurabiliriz. Kıvamını bulmuş devlet ve cemiyetin bir arada ilmini, aklını ve ruhunu belirten bu üç mana kahramanı arasında Yunus Emre, derinliğine, bütün bir ruhtur. Öyle bir ruh, küçük bilgi üstü bir ruh ki, ne olduğunun, ne yaptığının şuuruna, dış ilmine malik bulunması şart değil… Yunus, olunması gereken şeylerin ta kendisidir; kabuğu, klişesi, posası tek kelimeyle diyalektiği; hayır!..
Ana dilimizin ancak sığır gütmekte kullanılabildiği bir iklimde, duyguların en derinini, hem de bu dilden başka türlü söylenemeyecek, söylenecek olursa aslını kaybedecek tarzda lisana getirir.
Farkında değil; veya farkında olduğunu gösterecek kadar küçülmeye istidatlı değil… Kendi kendisine böyle…
Anadolu’yu, stepleri, harabeleri, mamureleriyle ve dağ dağ, taş taş, kubbe kubbe, bütün renkleri, çizgileri, yankıları, sarmaş dolaş, içinde gezdirir!
Farkında değil, kendi kendisine böyle…
Ve sonra Anadolulu’yu, Anadolu’nun gaye noktası olarak, Allah, dünya, zaman, mekan, ölüm, hayat, hasret, ideal, gibi temel meseleler üzerindeki en ince ve en derin görüş ve duygusuyla, renk ve ışık mahşeri bir menşur halinde billurlaştırır.
Kendi kendisine böyle…
Olmakta, bilgi tavrı, bilgiye özenme edası yoktur. Bu bakımdan Yunus Emre’de, ferdin derinliğine oluş halinden başka hiçbir şuur aranamaz. Bu, onun hesabına ve gerçek kemal adına bir noksan olur. Ondaki, bir ”hal” dir, bir ”kal” değildir. Bu yönden o, her türlü kafa kağıdı kayıtlarının üstündedir; ve kendinden, Allah vergisi Anadolulu hüviyeti içinde, bu hüviyeti sonsuz insanlık çapına ulaştırıcı, beşerileştirici, büyük milli örnektir.
Onda, hem kendimizi, kendi asliyetimizi, hem de bu asliyet yolundan sonsuz insanlık ufkunu bulalım; ve bu çifte buluş içindedir ki, Yunus Emre’yi idrak saadetinin ilk basamağına ayak atmış olalımn..
Ölmezlik çapının adamları, dünyanın her yerinde aynı kanuna bağlıdır: Kendi asliyeti içinde milli; ve bu asliyetin erişme kudreti nispetinde beşeri…
Yunus Emre, kelimede şairden ve mutasavvıftan evvel, işte böyle bir Türk ve böyle insan!.. Şairliği ve mutasavvıflığı, onu böyle bir Türk ve böyle bir insan kılan temel vasıflar… Yunus Emre üstünde, felsefe tabiriyle hiçbir mekan, kemiyet ölçüsüne yanaşmıyor; tamamiyle zaman, keyfiyet kıstasında kalmak istiyoruz.
Şimdi onun, derinliğine fert oluşu diye ifadelendirdiğimiz büyük keyfiyetine gelelim… Hassasiyetine…
Onun ismi, din hassasiyeti…
Bizde dini kaba akıl planında ele alanlar, onun bir millete ve cemiyete püskürttüğü tahassüs unsurlarından meydana gelme buketlerden ibaret olduğunu, milliyet esasların da yalnız ve yalnız bunlara dayandığını bilmezler. Garplı kafasında mütearife (aksiyom) olan bu hakikat, bizde, Amerika’ya karadan yol olmadığını bilmemek gibi bir cehalet edasıyla gürültüye getirilmiştir.
(Noel) gecesi… Beyaz sakallı (Noel Baba…) Pırıl pırıl yıldızlı gök-kubbe… Yatağında uyuyan ve başının üstünde kanatlı mahlukkar uçuşan bir hıristiyan çocuğu… Şu tablonun bir hıristiyanlık estetiğinde belirttiği hassasiyet unsurlarına dikkat edelim… Batılı milletlerin okuma kitaplarına kadar geçen bu tablo, dini hassasiyet planının en iptidai örneğini çizer. Çan kuleleri, org sesi, klise önünden okula kıvrılan yol, yemek sofrasında tüten çorba, dua vaziyetinde birbirine bitişmiş parmaklar, rahibin tavrı, babanın mimikleri v.s…
Bunlara karşılık bizde bir bayram sabahının, renk, çizgi ve hareket cünbüşünü hayal etmek yeter… Cicili bicili elbiselerimiz, yatağımızın başucunda sabaha kadar nöbet bekleyen potinlerimiz, gıcır gıcır yıkanmış tahtaların çam kokusu, büyük annemizin uzanan buruşuk eli ve mis kokulu kuka tesbihi, rengini cennet ırmağından almış tülbentler, alaim-i sema kadar renkli şekerlik, bahçede kurbanların aşk ve teslimiyet çığlıkları, şehrin şehadet parmağı minare v.s…
Her fener, içindeki ışığı, keyfiyet bozmadan, camına göre aksettirmek, yani hislendirmek hakkına maliktir. Ve işte ruhi muhtevedan gelen bu özel hassasiyet unsurlarıdır k, milletleri millet eder ve kendilerini büyük ruhi muhtevaya sımsıkı sağlar.
Yunus Emre’de bu hassasiyet, en derin ve ileri fert duygusu içinde ve mili olduğu kadar beşeri planda ne kadar keskindir.
Benim adım dertli dolap;
Suyum akar yalap yalap.
Böyle emreylemiş çalap,
Derdim vardır inilerim…
Yunus böyle derken, onda, mücerret ve derin insanın ruh çekirdeği içinde, bütün kıvamlarıyla Anadolu’yu ve Anadolulu’yu görüyor muyuz?
Beni bir dağda buldular;
Kolum kanadım yoldular.
Dolaba layık gördüler,
Derdim vardır inilerim.
Bu mısralarda, edebiyet ahengiyle dönen dolap ve kağnı tekerleği gıcırtıları içinde Allah’a açılan gurbet ve daüssıla ruhu, hem zamanı hem mekanı, hem milli ve hem beşeri planlarıyla erişilmez irtifadadır.
Yunus Emre’de, meselelerin meselesi, sebeplerin sebebi, gayelerin gayesi Allah, hassasiyet dünyasının (nar-ı beyza) kutbuna kadar varmış namütenahi bir aşk, hasret, bağlılık ve kendisini veriş hedefidir:
Dağlar ile taşlar ile,
Çağırayım Mevlam seni.
Seherde kuşlar ile,
Çağırayım Mevlam seni.
Bilmişem dünya halini,
Terkettim kıyl ü kailini,
Başı açık ayak yalını;
Çağırayım Mevlam seni.
Tefekkür cehdini, beyninin içinde bir ur kabartacak hale getiren büyük mütefekkir Paskal’ın bir vecd anında, (la joie, la joie – şevk, şevk) diye bağırdığı ve vardığı üstün ruh huzurunu, o ilahi neşveyi, yüzde yüz bulunmuş ve erilmiş olarak Yunus’ta görelim:
Canlar canını buldum;
Bu canım yağma olsun!
Assı ziyandan geçtim,
Dükkanım yağma olsun.
……………………………
……………………………..
Ballar balını buldum,
Kovanım yağma olsun.
Ve bu ruh kemalinin içine biraz şuur ve kelime karışmış olmasına rağmen en kuvvetli yerleri daima histe kalan vecd ve hikmet örgüsü:
Ben seni sevmişim candan içerü,
Yolum vardır bu erkandan içerü,
Şeriat, tarikat yoldur varana;
Hakikat meyvesin andan içerü.
Dikkat edelim, şimdi okuyacağım iki mısranın derinliğine, topyekün dünya sanat ve edebiyatı, topuklarını bile sokamaz:
Beni bende dimen, bende değilim;
Bir ben vardır bende, benden içerü.
Ve devam:
Süleyman kuş dilin bilir dediler,
Süleyman var Süleyman’dan içerü.
Tecelliden nasib erdi kimine,
Kiminin makasu, bundan içeru.
Senin aşkun beni benden aluptur,
Ne şirin dert bu, dermandan içeru.
Yunusun sözleri hoş neye teşbih,
Kapında kuldur sultandan içeru.
Akılda, sularımızın nokta nokta derinliğini ölçen, deniz haritalarımızı yapan ve gemilerimize seyrü sefer imkanını veren Avrupalı, eğer manada Yunus Emre’yi ölçebilseydi, onun yalnız ölüm karşısındaki tavrını beşerin en nüfuz edilmez noktası kabul ederdi:
Yalancı dünyaya konup göçenler,
Ne söylerler ne bir haber veririler.
Üzerinde türlü otlar bitenler,
Ne söylerle ne bir haber verirler.
Yunus der ki gök takdirin işleri;
Dökülmüştür kirpikleri kaşları,
Başları ucunda hece taşları,
Ne söylerler ne bir haber verirler.
”Hece taşları” tabirine dikkat ediyor musunuz? Bu sözde Anadolulu ümmi, hayata, bütün yazı, çizi, hiyoroglif ve kuru bilgi alemini iflas ettiren ne yüksek bir erişe varıyor!..
Ölüm, ölüm, ölüm; insanoğlunun baş meselesi!.. Ve Allah aşkıyla içiçe, ondan haşyet, ondan korku duygusu… Erbabı bilir ki, her sevilen şey, aynı derecede korkulandır:
Ya Rab nola benim halim;
Kabre vardığım gece.
İyi olmazsa amelim,
Kabre vardığım gece.
Ya Rabbena şaşırma (şaşırtma);
Yüzüm önde düşürme,
Zebaniler üşürme,
Kabre vardığım gece.
Ya Rabbena eşimden,
Eşimden, yoldaşımdan,
Aklım alma başımdan,
Kabre vardığım gece.
Garplının (Connaissance) dediği, bilmek, varlığını duyma, nefsine arif olmak, yani hayat cehdiyle, mutlak bilgisizlik, duygusuzluk, şuursuzluk, yani adem vehmi arasında ruh şahlanışı noktasından hiçbir faninin ulaşamayacağı derinlik içinde, yalnızlığın, dipsiz yalnızlığın, süresiz gurbetin can törpüleyici hayali:
Bir garip öldü diyeler,
Üç günden sonra duyalar,
Soğuk su ile yuyalar,
Şöyle garip bencileyin
……………………….
……………………….
Meğer ki, gökte yıldızım,
Ola garip bencileyin.
Ve bütün bunlardan, bu kapkara dehlizden sonra; o karanlıklardan geçmiş olmak bahasına çıktığı ilahi şevk ve ebedi nur:
Boyandım rengine solmazam ayruk,
………. aşıkım ölmezem ayruk.
Ahlakı, mizacı ve ruh rejimi:
Dervişlik der ki, bana;
Sen derviş olamazsın.
Git, ne diyeyim sana,
Sen derviş olamazsın.
Derviş bağrı taş gerek,
Gözü dolu yaş gerek.
Koyundan yavaş gerek,
Sen derviş olamazsın.
Döğüle elsiz gerek,
Söğüle dilsiz gerek,
Derviş gönülsüz gerek,
Sen derviş olamazsın.
Neş’esinden çocuklar gibi tepinerek:
Bize dervişler geldi,
Bize dervişler geldi.
Redifiyle söylediği bir nazım vardır ki, sanki kapısına güneşi hediye getirmiş misafirler gelmişçesine mes’uttur
.
Ham ve kaba softaya bakışı:
Miskin Yunus bu sözü,
Eğri büğrü söyleme!
Seni sıygaya çeker,
Bir Molla Kasım gelir!
Ve Resulüne aşkı, mukaddes ölçülere aşkı, mürşidine aşkı, din kardeşine aşkı, insana aşkı, varlığa aşkı… Yalnız aşk, merhamet ve hassasiyet… Her Türk çocuğunun evinde, içtimai değeri ne olursa olsun, kendisi için hudutsuz kıymette, bütün aile, kan, kök, ve ruh timsali bir anne, bir baba, daha ziyade bir büyükanne, büyükbaba tipi vardır ya…Gittikçe ruhu ve karekteri gölgelenen ve artık evlerin tavan aralarına veya bodrumlarına sürülmeye başlayan, her evin bu maneviyat timsali tipi, Türkü tek bir ev ve aile farz edecek olursak, en ileri ve en derin manasını Yunus Emre’de bulabiliriz. Onun içindir ki, birr gün ayaklar altına, sırrına dokunduğumuz manada bir milliyet desteği çekilecek olursa, ilk vazife Yunus Emre’yi taş basması resimler gibi (standardize) ederek yeni Türk evinin duvarına asmak.
Onun bu kadar sadaketle nihai durak noktasını tespit ettiği Anadolu’yu, bu gün en alt basamaklardan bile mahrum görmek ne acı!..
Yunus Emre’ye malik bir cemiyetin mahrum olduğu şeylere bakıyoruz da, akıl çatlatıcı bir muammanın işkencesini çekiyoruz.
Şuuruna kimsenin erişemeyeceği Yunus, hakikatte ve meslek kadrosunda şair değildir. Velayet ve ilahi marifet yolunda, muazzam mazhariyetlerine rağmen birinci dereceyi işgal etmez. O, şiirin üstünde olduğu için şair değil; ve oluşundan ziyade hassasiyetinde bulunduğundan, velilik katında ayrı yerde… O, içini dökmekten ve derviş kalmaktan fazla bir şey istemedi. Fakat o, Yunus Emre, bir cemiyetin, fert halinde bütün çilesini, davasını, hasretini, gayesini, dünyaya ve ötelere bakışını ve bütün bunların eşsiz hassasiyetini heykelleştiren harika çapında bir milli hüviyettir.
Bu hassasiyeti, Yunus Emre hassasiyetini bayraklaştırmalıyız. Bu bayrağın adını kevranlaştırmalıyız!.. Yunus Emre’yi, cemiyetimizin çıkış basamakları sökülmüş en ileri varış kademesi bilmeliyiz; ve ona yükselecek merdiveni inşa edici bir nesil yoğurmaya bakmalıyız!..
Anadolu stepleri içinde, Yunus Emre’yle kol kola geçen Sakarya’nın kenarında bir gün şöyle düşünmüş, duymuş ve söylemiştim:
İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya:
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir:
Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir.
Ve devam etmiştim:
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu?
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna?
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!
Onun bir mısra’ından ilham olarak sesimizi yükseltelim ki, solmayan renk, geçmeyen an, pörsümeyen nizam, paslanmayan maden, ölmeyn insan idealinin divaneleri, Yunus Emre’ye yapışsın ve muhtaç oldukları ruhu onun hassasiyet teknesinde yoğursun…
(Hitabeler, Büyük Doğu Yayınları, 8. Basım / s.105-116)