ZAMANIN MİMARİSİ
Madem ki zaman geçiyor ve hastanenin asma saatindeki yelkovanlar dönüyor,elbette bu yelkovanlar gece yarısını gösteren işaretin de üstünden geçecek ve saat 12’yi çalacaktır.
Bu kadar laf, saatin 12’yi çaldığını anlamak içindir.
On iki tokmak sesi, bir bostan kuyusu dolabındaki ufak su maşrapaları gibi birbirinin peşinde kuyudan çıktı ve kuyuya daldı.Zamanın kuyusu !
Tek ve 40 mumluk bir elektrik ampulünün altında uzayan uçsuz bucaksız koridordan gece bekçisi geçiyor.
Tıpkı yelkovanların kadran üzerinden geçişi gibi, gece bekçisi de, her saniye gidip geldiği koğuşların önünden bir kere daha geçiyor.
Bu gece , şu an, adedi malûm bir senenin, ismi malûm bir ayının, adı malûm bir saatidir.
Şu anda gece bekçisi mesela 17 numaralı koğuşun önünden hayatında kimbilir kaçıncı olarak geçiyor ve daha kaç defa geçecek?
Şu anda susan ve yalnız içinden hırıldayan saat, kimbilir bütün hayatında üst üste kaç kere çaldı ve geriye kalan ömründe de daha kaç defa çalacak?
Bunu bilmiyoruz ;ne siz, ne ben, ne gece bekçisi, ne de asma saat…
Dikkatimiz, saatin 12’yi her çalışını ve gece bekçisinin 17 numaralı koğuş önünden her geçişini anlamak içindir.
Halbuki, bu adam koğuşların önünden, saymak kabil olsa, mesela 3876 kere geçtikten sonra ölecek ;ve bu saat , hesap tutmak mümkün olsa, mesela 17431 kere çaldıktan sonra duracaktır.
Demek bu manasız tesadüflerin de bir hesabı var…Bizim için yok, fakat kendileri için var…
Onlar bizim için biraz tesadüf, fakat kendileri için acaba ne?
Gece bekçisi koridoru baştan başa geçiyor ve en sonda kilitli kapısında “Teşrih Odası” yazılı bir yerin önünde duruyor.
Cebinden anahtarını çıkarıyor, hafifçe önüne doğru eğiliyor,kapıyı açıyor,içeriye süzülüyor.
Burası dört köşe kocaman bir oda…Uzun,çıplak,mermer masaların üzerine,kendilerine yaşayan bir el dokunmadıkça Kıyamete kadar ne sağa, ne sola dönmeye niyetli olmayan ölüler yatıyor.
Bu odanın belki ışığa ihtiyacı yok…Fakat orada da tek başına 40 mumluk bir ampul yanıyor.
Işık olmasaydı ölüleri-hiç olmazsa sabaha kadar- görmeyecektik.Nitekim,saat tokmağının bütün hayatında kaç kere vurduğuna ve gece bekçisinin 17 numaralı koğuş önünden kaçıncı defa geçtiğinin üzerine de bir ışık yakmadığımız için onları- hiç olmazsa ömrümüz oldukça- bilmeyeceğiz.Fakat bu odada üstelik bir ışık yanıyor.İçindekileri görüyoruz.
Işık göze görünmez bir damla su halinde, ölülerin donmuş suratlarındaki mesamelerin hurdebini (mikroskopik)havuzunda yüzüyor.
Ölüleri görüyoruz.
İstersek onları parmağımızın ucuyla sayabiliriz.Dilersek içlerinden birinin karşısına geçip, hududunu ancak tahminle bulabileceğimiz kireç rengindeki dudaklarının seyrine dalabiliriz.
Bekçi ,iki sıra ölünün arasından,iki sıra ağaç geçer gibi süzüldü.Şimdi geriye dönüyor.
Onun bu odaya girişi bir tesadüftür.Bu adam bekçilik vazifesini ne kadar iyi yaparsa yapsın, nöbetçi bir Alman neferi taasubiyle koridoru her geçişinde teşrih odasına uğramasına lüzum yoktur.Fakat belki de tesadüfen bir şey çıkar?
Nitekim…
Bekçi geriye döner dönmez, gözü ,sağ tarafındaki üçüncü ölüye ilişti.
Ah,o bu adamı az çok tanırdı.
Bu adam üç ay evvel fakültenin mermer basamaklarından dudaklarında yalvarıcı bir gülümseyişle çıkmış, üç ay yatağında yalvarıcı bir dilsizlikle yatmış,üç ay yalnız kendisine sorulan şeylere, yalvarıcı bir sesle cevap vermiş, üç ay günlük istihkakı olan çorbayla sütünün üstüne yalvarıcı bir bükülüşle eğilmiş ve bir gün öylece uzanıvermişti.
Bekçi, ölüye bakarken istemeden mırıldandı:
-Hey gidi dünya hey!…
Bu ses kendisine,teşrih odasında kıyameti andıran bir patırdı gibi geldi.Bütün ölüler onu duydu ve anladı sandı.
Göz kapakları titriyor,üzerinde yeşil ve ölü tırnakları sırıtan sağ eli bükülür gibi oluyordu.ölü kımıldanıyordu.
Bekçinin korkuyla açılan gözleri apaçık gördü ki, iki avucunu mermere dayamış omuzlarını, yattığı yerden kurtarmaya çabalıyor.
Bekçi akıllı ve soğukkanlı bir adamdı.Bütün tecrübe ve pişkinliğini imdadına çağırdı.Basit bir muhakeme yaptı:
-Demek bu adamı ölmeden öldü zannettiler.Ya şimdi o doğrulur doğrulmaz etrafını görünce ne hale gelir?
Hemen koştu, onu iki elinden kavrayarak omuzlarına çekmeye çalıştı.
-Gel, dedi;şimdi seni yatağına götüreyim.Biraz sonra da çamaşırlarını getiririm.Üşümedin ya hamamda?
Ölü, bu sefer yalvarışın öz şekli halinde ellerini bekçinin omzuna attı ve kelebek gövdesini bekçinin arkasına yapıştırdı.İkisi birden mermer masaların arasından geçtiler.
Yolun üzerinde sırtüstü yatan, gözleri alabildiğine açık ve çeneleri düşük ölülerden hiçbiri bu hadiseyi, başlarını çevirip bakacak kadar mühim saymadı.
Koridora çıktılar.Asma saatin önünden geçerek 17 numaralı koğuşun önünde durdular.
Hikayem burada bitse de olur.Zaten bitti.Fakat hikaye olsun, hayat olsun,biten,her şeyin devam eden bir sonu olduğunu zannetmek fena değildir.Bu hadisenin de bir sonu var:
Bu adam ölmeden öldü zannedilmişti.Olur a…Bu bir tesadüf…Fakat bu adam bir gün hakikaten ölecek…Hem bu defa teşrih odasının mermer masasından ciğerlerine geçen soğuk yüzünden ölecek.Hem bir gece sonra,aradan tam 23 saat geçer geçmez ölecek…
Bir gece sonra,hastaneden ve dünyadan el ayak çekince,hastanın yalvaran yüzü birdenbire ve büsbütün açılacak ve o anda asma saat on biri çalmaya hazırlanacak ve uçsuz koridorda gezinen gece bekçisi tam 17 numaralı koğuşun önüne gelmiş bulunacak…
Aradan bir gece geçecek…
Ölü yine teşrih odasına konacak…
Her geceki nöbetine çıkan bekçi, koridoru baştan başa geçip teşrih odasının önüne geldiği zaman kapının üstündeki tabelaya bulanık bir nazar atacak, bu defa içeri girmeye lüzum görmeden geriye dönecek ve susan ve yalnız içinde hırıldayan asma saatin değişmez ahengi içinde sonsuz gezintisine devam edecek…
(1934)
(Hikayelerim, Büyük Doğu Yayınları, 9. Baskı / s. 65-70)