Bayezid Camiinde; Erzincan zelzele felaketinden bir hafta kadar önce: “Allahü teâlâ, zinanın aşikâr olduğu yerlere zelzele ile ceza verir. Erzincan gibi” buyurmuşlar. Kimse o esnada bu manayı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerametti, anlayamadık demişlerdir.
*
Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:
Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; “Bir odalı evim var. İkinci bir oda yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere, bana bir kapı ve pencere yapar mısın?” dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid Abdülhakim Efendi’ye gidip danışmaktı. İkindi vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular. “Müşteri geliyor mu?” dediler. “Geliyor” dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını unutmuştum. “Sipariş veren oluyor mu?” dediler. “Bugün yok” dedim. “Kadın müşterileriniz oluyor mu?” buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; “Bugün gelen kadının işini gör!” buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.
Bir gün Bayezid Camiinde vaaz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadığı halde; “Sizden biriniz, eve gidip, çocuğunu çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan, güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup içeri aldıktan sonra azarlasın” buyurdu. Vaazı dinleyen Akhisarlı bir zat içinden şimdi bunun da ne ilgisi var diye geçirdi. Vaazdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına çıkmış, kiremitler üzerinde güvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan düşecek halde. Çocuk küçük olup üç-dört yaşındaydı. Hemen Abdülhakim Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk düşmekten kurtuldu.
Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi anlatır:
Bir sabah dergahın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imam yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve dua bitince, sofaya geçtik. Gördük ki semaverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu cevabı aldım: “Hayret! Arkanızda büyük bir cemaat vardı. Şimdi dağılmış.”
*
Necip Fazıl bey anlatır:
Efendi Hazretlerinin sohbetindeydik. Vakit gece yarısına gelmişti. İçimden, şimdi ben, bu gece yarısı, mezarların arasından nasıl inip de gideceğim diye geçiriyordum. Derhal bakışlarını Abidin’e çevirip:
“Necib Fazıl beyi sen götürürsün. Beraber gidersiniz” buyurdular. Abidin ile kol kola mezarlıktan iniyorduk. Abidin elini uzatmış bir noktayı görteriyordu. Baktım, Efendi Hzretlerinin bulundukları yerden göğe doğru bir nur çizgisi uzanıyor.
(Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin Külliyatı-1.Cilt- S.332)
*
Van valisi Tâhir Paşa zamanında Van’a tabiiyyecilerden rûh nakline (reenkarnasyon) inanan bir adam gelir. Vali konağına müsâfîr edilir. Geliş sebebini Tâhir Paşa’ya anlatır. Tahir Paşa ile bir müddet münâkaşadan sonra Tâhir Paşa, Seyyid Muhammed Sıddîk hazretlerini çağırır. Konağı teşrif eder. Tâhir Paşa:
“Buraya enteresan bir adam geldi. Bozuk fikrini yayarsa, zararlı olur. Ne dersin, ne edelim?” Der.
Cevâbında: “Onu bir ânda ilzam edemem, konuşma çok uzar. Onu birkaç kelime ile ancak Efendi hazretleri mağlûb eder” der.
Başkale’ye telgraf çekilir. “Muhammed Sıddîk ağır hastadır, hemen teşrifinizi dilemektedir” denir. Efendi hazretleri telgrafı alır almaz, atına atlayıp Van’a gelir. Muhammed Sıddîk Efendi’yi bulur. Hastayım, hastalığım şudur, deyip tabiiyyeciden ve maksadından bahseder. Efendi hazretleri:
“Altı yaşında bir eşeği bahçeye bağlatın ve aç ve susuz bırakın. O kimse ile bahçede görüşüceğiz. Yer hazırlatın” buyurur. Bahçeye gelirler. Konuya geçmeden Efendi hazretleri tabiiyyeciye: Hoş geldiniz, nerelisiniz, evli misiniz, babanız öleli kaç sene oldu? Diye sorar ve sormağa devam eder. Tabiiyyeci: “Siz Kürd hocalar birisi ile karşılaşınca böyle fuzûli sorular sorarsanız. Sizin buraya getirilmeniz ne için ise, onun hakkında konuşalım” der. Efendi Hazretleri:
“İddianızı duymuşum. Yalnız, siz çok insafsız bir kimsesiniz. İnsafsızlarla ilmî münazara yapmamağı tercih ederim” buyurur. Neden insafsız imişim, der. İfâdenize göre babanız altı yıl önce ölmüş ve aynı zamanda, şuracıkta deminden beri anırıp duran şu eşek dünyaya gelmiş ve babanızın ruhu ona geçmiş. Ben böyle iddia ediyorum. Aksini isbât edebilir misin? Buyurur. Tabiiyyeci cevâb veremez, mağlûb olur ve Efendi hazretlerinin büyüklüğünü kabul eder. Efendi hazretleri de ona ilmî olarak gayet genişçe, rûh naklinin imkânsızlığını anlatır. İtikadını düzelttikten sonra Tahir Paşa’ya götürür ve: “İşte bir iddia ile buraya kadar gelmiş bir adamı, bir eşekten misâl vererek Müslüman ettim” buyurur. Sonra ifsâd ettiği kimseleri düzeltmede Tâhir Paşa’dan yardım ister.
(Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin Külliyatı-1.Cilt- S.274)
*
Sultan Vahîdeddin Hân, Ramazan-ı şerîfde Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-ı Şerîf dâiresini ziyaret edeceği zaman, Efendi Hazretlerini de davet etti. Diğer ileri gelen devlet adamları ve din adamları da hâzır idi. Bu menkıbeyi anlatan Efendi hazretlerinin hizmeti ile şereflenen Şâkir efendi der ki:
Sultan, tam Hırka-ı Seâdetin bulunduğu odanın kapısına gelince: Abdülhakîm Efendi nerededir? Diye sormuş. Oradaki kalabalık birbirine bakmışlar, o isimde birini tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber vermişler. Efendi Hazretleri: “Benim ismim Abdülhakîm’dir” deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol açmışlar. Sultan kendilerini bekleyip, yan yana, biri dünya, biri âhiret sultanı, Sultan-ül enbiyânın (sallallahü teâlâ aleyhi ve âlini ve sellerri) seâdetlû hırkalarının bulunduğu odaya girmişler ve beraber ziyaret etmişler. Çıkınca sultan, teberrüken orada olanlara birer mendil hediye etmiş. Efendi hazretlerine ise, iki mendil hediye etmiştir. Ben dış kapıda Efendiyi bekliyordum. Geldiler ve ziyaretlerini anlattılar. “Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki tane verdi, birisi senindir” buyurup birini bana verdiler. Bu da Sultanın kalb gözünün açık ve uyanık olduğunun bir işaretidir.
(Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin Külliyatı-1.Cilt- S.298)
*
Yine bir defasında Efendi Hazretlerini bir düğüne davet etmişler. Gitmiş. Oturdukları odadaki bir sehpanın üzerindeki kitabı alıp birkaç satır okuyup yerine koymuşlar. Daha sonra sevdiklerinden birine: “O kitap Abdullah Cevdet’in bir romanıydı. Elime alıp birkaç satır okumakla kalbimde hâsıl olan zulmeti on beş günde zor def’edebildim. Onun ismi Abdullah Cevdet değil, Aduvvullah Cevret’tir.” buyurdular. s.305
Üstad’ın Abdullah Cevdet hakkındaki yazısı için tıklayınız: http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?sh…pic=4349&st
—
Bir gün elimde, Diyanet İşleri reisliği de yapmış olan Şerafettin Yaltkaya’nın Ehli Sünnet ve İmam-ı Azam hazretleri hakkında yazmış olduğu bir risale ile efendi hazretlerine geldim. “Elindeki nedir?” buyurdular. Söyledim. “Okuyun” dediler. Altmış küsür sahifelik bir kitabcıktı. Sonuna kadar hepsini okuttular. Sonra buyurdular ki: “İçindekilerin hepsi doğrudur. Fakat müellifi pistir. Onun için sen de bu kitabı bir daha okuma!” s.306
—
Sultan Abdülhamîd Hân vefat edince, Efendi’nin şeyhi, hocası ve mürşidi Seyyid Fehîm hazretlerinin (kuddise sirruh) oğlu Ma’sûm efendi: “Efendi Hazretleri, Abdülhamîd Hân Hakkın mağrifetine kavuştu” dedi. Efendi Hazretleri: “Hepsi o kadar mı?” buyurdu. Ma’sûm Efendi, “Bundan büyük hangi ni’met olur?” dedi. Efendi buyurdu: “Bundan büyük şu olur ki, o kabre konduğu andan itibaren Arş-ı a’zamdan kabrine nurdan bir sütun inmekte, onu ihata etmektedir.” s.307
—
Efendi Hazretleri meşverete çok ehemmiyet verirdi. Bu sünnetin devamını tenbîh ve tavsiye ederdi. Hadîs-i Şerîf mucibince: “Meşveret edecek kimseyi bulamazsanız, taşa anlatın” buyurulmuş olduğundan Efendi Hazretleri bazen onlara göre bir taş mesabesinde bulunan bu fakirle meşveret ederdi. Bir defasında: “Hilmî, gözümde katarakt var, ameliyat olayım mı, sen ne dersin?” buyurdular. Bu teknik bizim memleketimizde çok gelişmiş değil, tavsiye etmem efendim” dedim. “Ben de öyle düşünüyordum” buyurdular. s.310
—
Hilmî Bey hocamızın Fâtih’deki evinde bir hafta kadar müsâfir edildim. Kendileri eczaneye gider, ben yukarıki salonda, onların emri ile Mektûbât üzerinde çalışır, onlar işeten dönünce, yaptıklarımı, okuduklarımı, yazdıklarımı sorar, bunlar üzerinde konuşurduk. Bir defasında: Efendim, Muhammed Ma’sûm hazretleri, filân mektûbda: “Zamanımızın halîfesi…” buyuruyor. O zaman hilâfet merkezi İstanbul idi. Hindistan’da da, ya’nî aynı zamanda iki halîfe mümkün mü?” diye arz ettim. Tebessüm edip: “Ben de bunu okuduğum zaman, sizin gibi tereddüde düştüm ve Efendi hazretlerine suâl ettim. Buyurdular ki, o zaman Hindistan’daki Timuroğulları [Babürîler] devleti ile Osmanlı devlet-i aliyyesinin birbiriyle hemen hemen münâsebeti yok gibi idi. Ya’nî iki ayrı dünyâ gibi idiler. Böyle olunca, aynı anda iki halîfe olması mümkündür.” s.307
—
Abdülkadir efendi anlattı: Efendi Hazretleri ile Eyyûb Câmii şerifinde öğle namazını kıldık. Sonra Halid bin Zeyd Ebu Eyyûb Ensari hazretlerinin (radıyallahü anh) türbesine girdik. Başka kimse yoktu. Sandukanın ayak ucunda, yan yan yana diz üstü oturduk. “Yanıma sokul ve gözlerini kapa!” buyurdu, öyle yaptım. Bir de ne göreyim! Hazreti Hâlid (radıyallahü anh) karşımızda ayakta duruyor. Yanımıza geldi. Uzun boylu, iri yapılı, seyrek sakallı, nûr yüzlü idi. Elini öptüm. İkisi yavaş sesle konuştular. Ben işitmiyordum, edeble onları seyrediyordum. Sonra Efendinin sesi kulağıma geldi. “Gözünü aç” buyurdu. Açtım. İkimizi sandukanın yanında oturur halde gördüm. Sokağa çıktık. İkindi ezanı okunuyordu. O kadar zaman kalmışız. Yaz günü idi. Öğlen ikindi arası uzun idi. Efendi Hazretleri: Ne gördün?” buyurdu. Anlattım. “Ben hayatta iken kimseye söyleme” buyurdu. Şimdi vefatından yirmidört sene geçmiş oluyor, sorduğun için sana anlattım, dedi. s.320
—
Efendi Hazretlerinin mübarek oğulları Ahmed Neyyir Mekki efendi anlatıyor: Babam İstanbul’a geldikten bir müddet sonra Erbilli Es’ad efendiyi ziyarete gitti. Tanıdığı halde, icab eden hürmet ve edebin asgarisini göstermedi. Kendisi divanda oturduğu halde, babamı kapıya yakın ve yerde oturttu. Başının üstünde (yâ Seyyidem Tâhâ) yazılı bir levha asılı idi. Babam: “Bu seyyidem Tâhâ dediğiniz, bizim bildiğimiz Seyyid Tâhâ hazretleri midir?” Diye suâl edince o Tâhâ-i Harîrî’dir. Seyyid Tâhâ hazretlerinin halîfesidir, dedi. Babam: “Bendeniz, Seyyid Tâhâ hazretlerinin bütün halîfelerini, hal tercemeleri, menkıbeleri ile bilirim, içlerinde bu isimde bir zât yoktur” buyurunca, Es’ad efendi: O Seyyid Tâhâ’dan rüyada hilâfet almıştır” cevâbını verdi. Biraz sonra kalktılar ve Efendi babam: “O kadar câhildir ki, hilâfetin rüyada değil, uyanıkken yazılıp verileceğini dahî bilmiyor. Kusuruna bakılmaz. Sultan Abdülhamîd Hân tahta geçince, bu zât, sarayın etrafında dolaşır, hizmetçi kadınlara fal bakardı. Bunun için Sultan onu İstanbul’dan uzaklaştırdı. Ve Sultan Abdülhamîd Hân tahttan indirilince tekrar İstanbul’a geldi. Bu sefer şeyh olarak. Eh, zaman değişti, dünkü falcılar bugün şeyh oldu. Bize muamelesine gelince, Kaba bir kürd hocaya yapılsa dahi ayıb sayılacak harekette bulundu” buyurdu ve ilâve etti: “Esad efendi bir tesbîh mikdarı zikr edemez. Nerede şeyhlik!” s.314
(Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin Külliyatı-1.Cilt- muhtelif iktibasların sayfa numaraları verilmiştir.)
*
*Kuranı kerimin harfleri Arab harfleri değildir. Yüzbinlerce seneden beri Adem aleyhisselam’ın hilkat-i beşriyyesinin ibtidasından beri, bu harfler vardır. Adem aleyhisselam’a nazil olan suhuflardan biri de bu harflerle idi. Arzın her bir katresinde, her kumun içinde aynı hatlar yazılı idi. Ve bu harfler Arab zamanlarına tesadüfle, ta zaman-ı ahire kadar kemal ve cemalini gaib etmedi. s.388
*Efendi Hazretlerinden anlattı:
“Beşiktaş’ta Sinan Paşa Câmi’inde va’z etmiştim, çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından kibar bir bey inip: “El-melikü yakraüsselâm ve yed’ûke iletta’âm” dedi. Ya’nî Pâdişâhımız sana selâm ediyor ve seni iftara çağırıyor. Araba ile saraya gittik. İstanbul’un seçilmiş, vaizleri, imamları davet edilmiş idi. Mükellef bir yemekten sonra ser muhâsıb geldi. Pâdişâhın selâmı var hepinizden rica ediyor: “Anadolu’da küffâr ile harb eden kuva-yı milliyenin galib gelmesi için dua etmenizi ve Anadolu’daki mücâhidlere para, mal ve dua ile yardımcı olmaları, eli silâh tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik etmenizi istiyor” dedi. Bu emir üzerine Anadolu’ya çok insan gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum.” S.298
*Bâyezid camiinde, Erzindan’daki büyük zelzele felaketinden bir hafta kadar önce “Allahu Teala, zinanın aşikare olduğu yerlere zelzele ile ceza verir. Ke Erzindan = Erzindan gibi” buyurur. Fakat o esnada kimse bu işareti değerlendiremez, ama bir hafta sonra o büyük felaketin duyulmasıyla, bu büyük kerameti anlayamadık, derler. S.288
*Efendinin ashabından biri de Cevad bey’dir. Orgeneral Celal Bulutlar’ın kayın pederidir. Efendinin kadim dostlarından ve eshabından idi. Şöyle anlattı: Sakarya harbi sıralarında idi. Üsteğmendim. Ordumuz ricat ediyor ve Ankara’nın boşaltılması faaliyetine girişilmiş idi. Efendi hazretleri bana emr etti ve:
Hemen Ankara’ya git, orduya katıl ve her şeyden evvel Fevzî Paşa’ya [Maraşal Fevzi Çakmak] çık ve de ki: “Beni buraya kendi hâlinde bir Müslüman gönderdi. Yılmasınlar, sebat etsinler, zafer muhakkaktır, diyor”. Gittim. Maraşal Fevzî Çakmak Paşa’yı gördüm ve Efendi Hazretlerinin buyurduklarını aynen söyledim. Teşekkür etti. Bir rivayette şükür secdesi yaptı. Orduya katıldım. Harbe girdim. Yaralandım ve ma’lûl yüzbaşı olarak tekaüde ayrıldım. Zaferi de gözlerimle gördüm. Âh Efendi!…
*Ahmed bey anlattı: Emirgân’da çimende namaz kılacaktık. İleride radyodan müzik sesi geliyordu. Efendi, imamete geçti. Cevâd bey radyoyu susturmak için koştu. Efendi: “Çağırın, gelsin!” buyurdu. Sonra, Allahu ekber deyip namaza durduk. Tekbîr sesi ile, radyonun sesinin kesilmesi bir oldu. Namazı huzurla kıldık. Namazdan sonra bahçe [gazino] sahibine, radyoyu bilerek mi kapattın, dedik. Hayır, aniden bütün cereyanlar kesildi, dedi. S.337
*Farika abladan dinledim: Küçük kızlar idik. Efendi Babaya gelip, çarşıya gideceğiz, bize biraz para verir misiniz dedik. “Sizi yaramazlar, yine sinemaya gideceksiniz!” buyurdu. Hayır Efendi Baba, ihtiyaçlarımız var, dedik. Bize para verdi. Çarşıya indik. Sinemaya gittik. Geldik. Efendi Babanın elini öptük. “Hani, sinemaya gitmeyecektiniz” buyurdu. Gitmedik, dedik. Bana hitab edip: “Farika, sen sinemada direğin dibinde oturmadın mı? Niçin inkâr ediyorsun. Hem yapıyorsun, hem de yalan söylüyorsun” buyurunca, o kadar mahcûb oldum, o kadar utandım kî, yerin dibine girdim desem, mübalâğa etmemiş olurum. “Efendi baba, afv edin, bir daha yapmam” diyebildim neyse. O zaman Efendinin ne büyük velî olduğunu bir daha yakînen anladım.s.348
(Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin Külliyatı-1.Cilt- muhtelif iktibasların sayfa numaraları verilmiştir.)