Hatıra Yazarı Olarak Necip Fazıl
HATIRA YAZARI OLARAK NECİP FAZIL
Hatıra türündeki eserler genelde erken yaşlarda yazılan eserler değildir. Necip Fazıl da ilk hatıra kitabını 50 yaşındayken yayımlamıştır. (Cinnet Mus-tatili, 1955). Bu eser bir çeşit hapishane günlükleri, hapishane notları özelliği taşımaktadır. 1943’ten başlayarak 1961’e kadar defalarca girip çıktığı bir mekândır hapishane ve onun hayatı için tanımlayıcı mekânlardan biri olmuştur.
Hatıra özelliği taşıyan ikinci sıradaki eserinin de mekân olarak hapishaneyle bir bağlantısı vardır. Önce Büyük Kapı (1955), sonra O ve Ben (1974) adlarıyla yayımlanacak olan bu eserin de yazılışı hapishanede gerçekleşmiştir (Toptaşı Cezaevi: 5 Mart-19 Mayıs 1961).
1970-1975 yılları arasında yazıp yayımladığı hatıraları içinde Babıâli ilk dikkatimizi çeken eserdir. Kendisi de Babıâli’yi eserleri arasında “en mümtaz yerlerden birini almak istidadında” görmüştür. Hacdan Çizgiler, Renkler ve Sesler (1973) sıcağı sıcağına ortaya çıkarılmış bir hac izlenimleri eseridir. Ayrıca içine siyasî hatıralarını da kattığı Benim Gözümde Menderes (1970), kısmî olarak hatıra kitabı özelliği taşımaktadır.
Necip Fazıl’ın roman olarak adlandırdığı, basımı ölümünden soma gerçekleştirilmiş olan Kafa Kağıdı (1984) adlı eseri de aslında yirmi yaşma kadarki hatıralarından oluşmaktadır.
Bunları tamamlamak için, söz düştükçe bazı hatıra parçalarına veya ana çizgileriyle hayat hikâyesine yer verdiği yazı ve konuşmalarına da işaret etmek gerekir.
Necip Fazıl’ın hatıralar bütününü mekâna bağlı sembolleştirmelerle özetlememiz gerekirse, Konak-Bâbıâlî-Hapishane üçlüsü, bu sembolleştirmenin ana unsurlarını oluşturur herhalde. Bu mekânlara, onun hayatının üzerinde bir ışık kaynağı gibi duran Eyüp sırtlarındaki eski Kaşgarî dergâhını eklemek lâzım.
İçinde Necip Fazıl’ın yetiştiği konak, bir bakıma, bir medeniyetin son kalabalığını taşıyan bir gemi gibidir. Konağın ruhu, N. Fazıl’ın büyükbabası Maraşlı Kısakürekzâde Hilmi Efendi’dir. Onun da ruhu, soğuk havalarda kür-küyle sardığı küçük Ahmed Necip’tir. Büyükbabanın ölümü konağın dağılışını getirir. Büyükbaba Birinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllarda ölmüştür. Bu savaş, aynı zamanda, konakla sembolleştirdiğimiz Osmanlının dağılışına yol açmıştır.
Babıâli, Necip Fazıl’ın aksiyon alanının adıdır. Orası sadece basın sektörünün doğup geliştiği bir yokuşun adı değil, bütün yolların kendisinden geçtiği “fikir, sanat, ilim (ve) politika” pazarı olma özelliğiyle, “toplum”u karşılayan bir sembol mekândır. Babıâli’ye basının adım atışı 1875 yılı civarındadır. Eserini yayımlandığı 1975 yılı göz önünde bulundurulursa, Necip Fazıl’ın yüz yıllık oluşum serüvenini gören bir açıyla bu ortamı değerlendirdiği anlaşılacaktır.
Hapishane motifine tekrar dönmeden önce, Necip Fazıl’ın yazarlığa ve daha dar anlamda hatıra yazarlığına hangi ölçülerle yaklaştığını kısaca belirleyelim.
O amacı kendinden ibaret bir yazma eylemini anlamlı bulmaz. Yazarlıkta “şahıs üstü bir gayeye hizmet etmek” kaygısına bağlı kalmıştır. Bunun için de mücerret olarak “hatıralarımı yazayım” düşüncesiyle hareket etmemiştir. Mesela Büyük Kapı ve O ve Ben adlarıyla yayımladığı eserinde kitabın plânı, bir odak şahıs olarak belirlediği Abdülha-kim Arvasî Hazretlerine yönelik olarak gelişir.
Necip Fazıl’ı ve hatıra kitaplarını doğru çözümleyebilmek için kullanılacak anahtar kelimelerden biri “dekor” olarak görünüyor bana. Bu dünya, asıl gözünü diktiği gerçek dünyaya göre, “muşambadan bir dekor”dur, Necip Fazıl için. İnsan söz konusu olduğunda ise “dekor”u tamamlayan kelime “kukla” olmaktadır. O, bu dünyadaki insanı “kuklacı”nın elindeki “kukla” gibi düşünür. Özellikle Babıâli’yi yazarken kurguya büyük oranda önem veren yazar, bu mekânı bir tiyatro sahnesi gibi düşünmüş, o sahnede yer tutmuş ilim, sanat ve politika adamlarını da “hatıra yazarı”nın kuklaları gibi görmüştür. Orada yaşadığı hayatı bir “oyun” algısı içinde canlandırmıştır.
Bu noktaya geldikten sonra Necip Fazıl’ın tiyatro yazarlığını hatırlamamız kaçınılmaz olmaktadır. Onun tiyatro eserleri arasında, bir hatıra kitabı olarak kaleme aldığı Babıâli’nin bir karşılığı vardır. O eser, yine bir başyapıt olan Bir Adam Yaratmaktır. Bir Adam Yaratmak, insanın varlık problemini içine alan felsefî ve tasavvufî bir boyut barındırmaktadır. Fakat aynı zamanda “muharriri, aktörü, ruh doktoru, ahlakı ve her şeyiyle [Babıâli’nin] billûrlaş”tırıldığı bir eserdir.
Buradan giderek, diğer iki mekândan “Konak”ın Bir Yalnızlık Gecesinin Vehimleri hikâyesinde, Ahşap Konak adlı tiyatro eserinde; “Hapishane “nin ise “Zindandan Mehmed’e Mektup” şiirinde paralelini bulduğunu belirtebiliriz.
Necip Fazıl, şahsî psikolojisini “dışının dışarıya doğru çekişiyle içinin içeriye doğru çekişi arasında” sözleriyle dile getirir. Onun hayatı aksiyon ile inziva arasındaki gelgitler halinde geçer. Aksiyonun mekân karşılığı Babıâli’dir. İnziva, yani içe çekilişin mekân karşılığını da “Hapishane” olarak düşünebiliriz. O hapishane içindeki kendini “suların dibinde yatan bir denizaltı” olarak tasvir eder.
Zindandan Mehmed’e Mektup şiirinde ise :
Ana rahmi zahir şu bizim koğuş
Diye bir dizesi bulunmaktadır. Ana rahmi istiaresi bir “yeniden doğuş”la bağlantılıdır. Bu algı biçiminin ilgi çekici bir tezahürünü 1952 hapisliği notları içinde bulmaktayız, 10 Ocak 1953 günü annesi kendisine “bır kızın dünyaya geldi”, habe rini getirince, hapishane günlüğüne şu notu düşecektir: “İnşallah babası da onun gibi tam dokuz ay on günlük inkişaf hapsini bitirir ve ışığa kavuşur. Malûm ya, tam dokuz ay on güne mahkûmum.” 1961 hapisliğinde “Rabbim, Rabbim beni burada ruhî bir tamir tezgahına çekmiş ol” diye ettiği duada da hapis hayatına gelişme ve olgunlaşma ile bağlantılı bir anlam yüklemektedir. Böylece hapishane, “ceza” kavramının “çile” ile yer değiştirdiği, bir iç eğitim mekânına dönüşmektedir Necip Fa zıl’da.
Burada, bir Fransız ansiklopedisinde, kendisi hakkında yer alan “Hapislikleri müddetçe üniversite tahsil hayatını aşar” cümlesini hatırlatmanın tam zamanı belki de. Şairin hapisliklerini, üniver-site eğitim süresine kıyasla belirleyen bu ifade, baktığımız pencereden, yepyeni bir boyut kazanmakta, bize, hapishaneyi “medrese-i Yusuf şeklinde algılayan bir yaklaşımı hatırlatmaktadır.
(Âlim Kahraman – Yedi İklim Dergisi, Necip Fazıl Özel Sayısı – 2005)