Üstad’da Baba Mefhumu Ve Üstad’ın Çocuk Sevgisi
ÜSTAD’DA BABA MEFHUMU VE ÜSTAD’IN ÇOCUK SEVGİSİ
Üstad Necip Fazıl’ın Anne Sevgisine Karşı, Baba İlgisizliği…
Üstad Necip Fazıl uç noktalarda yaşamış, karakter olarak med ve cezirler arasında mekik dokumuş bir sanatkârdır. Deliliğe yaklaşan bir zekâya sahiptir. Sıradan insanlar için çok önemli, çok hayatiyet kesbeden davranışlar Üstad için oldukça olağandır. Çünkü o “Üstad”dır. Üstad olduğunun da farkındadır. Bir başka ifadeyle, kendisinin çok zeki ve ayrıcalıklı olduğunun bilincindedir.
Bir bakıma onun yaşam boyu mücadelesi başkalarıyla değil, kendisiyledir, kendisini aşma mücadelesidir. Üstad’ın kişiliğini anlamak ve tahlil etmek bu yüzden çok zordur. O hem gururlu, hem alçak gönüllü birisidir. Gözü pektir, atılgandır, korkusuzdur. Anarşizme varan bir kuralsızlığa meyyal, aynı zamanda çok düzenli, çok kurallı… Çoğu insanın aklına bile getiremeyeceği şeyleri yapmaktan hiç imtina etmez. O başladığı bir konuyu sonuna kadar götüren adamdır. Bütün bunlar çalkantılı bir yaşamın ona bir getirisi midir? Yoksa uç noktalarda dolaşmaya meyyal bir fıtrat taşıması mıdır, bilinmez. O topyekûn bir sanatçıdır. Sanatçı kişiliğinin kimi zaman dava anlayışını gölgelediği dahi söylenir.
Komple sanatçı bir kişilik olan Necip Fazıl’ın, nasıl çocukluk dönemi geçirdiği de önemlidir. Mutlu mu yoksa mutsuz mu? Onun zıtlıkların bileşkesi olan mizacını tahlil etmenin, anlamanın en iyi yöntemlerinden biri de budur. Ne var ki bu yazıda bizim çabamız olayı bütünüyle tahlil etmek değil, yalnızca değinmek, bazı örneklerden hareketle açılımlarda bulunmaktır.
Necip Fazıl’ın eserlerinde “Baba” motifinin ya da figürünün yeri yoktur. Babasına karşı alabildiğine ilgisiz ve soğuktur. Babasının yerine Büyükbabasını koymuştur. Büyükbabasına ise hayrandır. Onu rahmetle anar ve önemser. Nitekim Üstad Necip Fazıl’ın bir çocukluk hatırası olarak aktardığı aşağıdaki olay anlattıklarımızın gerçekliğini ortaya koyacak mahiyettedir:
“ Yatakta Büyükbabamla beraberim ve hep kürkünün içindeyim. İlk dini telkinlerimi ondan aldım. Yatakta ondan dini menkıbeler dinliyorum… Hz. Ali’ye onun emsalsiz kuvvet ve şecaatine dair bir menkıbe dinlerken soruyorum:
—Büyükbaba! Hz. Peygamber mi daha kuvvetliydi, Hz. Ali mi?
Beş yaşındaki çocuk saffetinin içinden fışkıran bu sual, büyükbabama, hem çocuklara hem de büyüklere verilebilecek cevapların en güzelini veriyor:
—O kimseyle ölçülmez. O’nda peygamber kuvveti vardı…
Büyükbabamın “O’nda peygamber kuvveti vardı” sözünü hecesi hecesine hiçbir zaman unutmadım…”
Görüldüğü üzere Büyükbaba onun yetişmesinde etkin bir rol oynamıştır. Nitekim Necip Fazıl’ın “sözünü hecesi hecesine hiçbir zaman unutmadım” ifadesi bir yandan büyükbabasına ve bir yandan da onun verdiği bilgilere atfettiği önemi çok güzel hulâsa eder.
Babasına olan ilgisizliği, annesi için geçerli değildir. Anne ümmidir, fakat Üstad’ın dünyasında her anne gibi müşfik, koruyucu ve kollayıcı olarak yerini almıştır. Nitekim kaleme aldığı “Anneme mektup” ve “Anneciğim” şiirleri bunun en açık nişanesidir. Özellikle de “Anneciğim” şiiri. Şöyle ki:
“Ak saçlı başını alıp eline,
Kara hülyalara dal anneciğim!
O titrek kalbini bahtın yeline,
Bir ince tüy gibi sal anneciğim!”
Güçlü anne motifi onun için bir sığınaktır. Babanın boşluğunu da dolduran bir sığınak. Annesine olan bağlılığı, sevgi ve ünsiyeti gece karanlıklarında ecinnilere karşı, karanlığın tılsımlı korkularına karşı bir kalkan mesabesindedir…
Ya korkuları? Çocukluk döneminde korkuları, vehimleri insan zihnini zorlayacak cinstendir. “O ve Ben” adlı eserinde, geceler boyu korkunun kıskacında devindiğinden, yatağında hedefsiz korkularla titrediğinden söz eder. Gecenin sessizliği içinde konağın uğultusuyla bir ıssız ormandaymış gibi titrer. Kapılar esrarlı bir şekilde gıcırdar, merdivenlerden, sofalardan cinlerin ayak sesleri gelir. Yaşadığı büyük konak onun için geceleri dünyanın en korkunç alanıdır…
Bunlar onun sanatçı kişiliğini nasıl etkilediğine dair sorulması gereken çok önemli bir sorudur.
Çocukluk döneminde iki büyük ölüm, onun korkularını daha bir keskinleştirir, daha bir tetikler. Bu Büyükbabası ve kız kardeşi Selma’nın peş peşe ölümleridir.
Eserlerinde“aile” olgusu deyince Necip Fazıl, Annesini, küçük yaşta ölen kız kardeşi Selma’yı, bir de büyük babasını hatırlar, onlara büyük değer atfeder. Babası noktasında ise eserlerinin bir iki yerinde “babasının çocukken çok haşarı olduğunu, bu hali yüzünden durulur düşüncesiyle 16–17 yaşında erkenden evlendirilmesinden bahseder. Bir de onun 33–34 yaşlarında ölmesinden söz eder. Hayatı boyunca kendisine fazla bir alâka göstermediğini söylemeyi de ihmal etmez.
Annesi ise bir şefkat örneği olarak çok değerli bir konumdadır. Yalnızlığını paylaştığı bir dayanak. Bu yüzden onun isteklerini çok önemser ve kale alır. Şair olması da annesinin ondan isteğidir. Bunu da bütün şiirlerini topladığı “Çile” adlı şiir kitabında takdim bölümünde şöyle hikâye eder:
“Şairliğim on iki yaşında başladı.
“… Annem hastanedeydi. Ziyaretine gitmiştim… Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski defter… Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde… Haberi veren annem, bir ân gözlerimin içini tarayıp:
— Senin, dedi; şair olmanı ne kadar isterdim!
Annemin dileği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetimin ta kendisi… Gözlerim, hastane odasının penceresinde, savrulan kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim:
— Şair olacağım!
Ve oldum”
Hem de annesinin isteğiyle, “anadan doğma şair…”
“Şairlerin Sultanı” olur.
***
Üstad Necip Fazıl’da Çocuk Sevgisi…
Dünkü yazımızda Üstad Necip Fazıl’ın çocukluk dönemine kısmi olarak temas etmiştik. Bugün de onun çocuk sevgisine değinmeye çalışacağız. Necip Fazıl cins bir beyindir. Karakter itibariyle de zaafları olan biri. Çoğu zaman nefsinin gelgitleri arasına sıkışıp kalmıştır. Nefsinin buyurganlığına kâh teslim olur, kâh kafa tutup direnir. Direnemediği zamanlarda nefsine teslim olmanın peşi sıra gelen acı, ıstırap ve pişmanlık had safhadadır.
Gençlik yıllarında yalnız ve kimsesiz bir ağaç gibidir. Payanda noktası yoktur. Baba sevgisine ve güvencine hep açtır. Babasının annesini bırakıp bir başka kadınla evlenmesi onu fazla etkilemez. Çünkü baba simgesinin getirisinden mahrumdur.
Onun hayatının her döneminde korkuları olmuştur. Nitekim o korkularının varlığını kabul edip, onları “metafizik tırmalamalar” olarak telâkki eder. Gaibi tırmalama hadisesi… O yüzden korkuları ruh sakatlığı ve arazı içeren korku nev’inden değildir. Hakikî esrarı bir nevi arama cehdi, arama çabası…
Necip Fazıl’a göre sevilen her şeyden korkulur. Sevgi korkudur, sevgisiz korku olmaz. İşte böyle biridir Necip Fazıl.
Mutsuz geçen çocukluktan kaynaklanıyor olsa gerek, bir söyleşide, kendisine çocukları sevip sevmediği sorulduğunda, evleninceye kadar çocuktan nefret ettiğini söyler. Mânâsız bir surat bağıracak, edecek falan gibi… Fakat Efendi Hazretleri ısrar eder. Evlen… evlen… evlen de evine geleyim, diye. Evlendikten sonra babalık onu müthiş istila eder. Üç erkek iki kız çocuğu olur. Sonra onu torun sevgisi istila ve cezbeder. (/Bu mesele Üstadın Konuşmalar kitabındaki bir röportajda geçmektedir. Tıklayınız./reyhan)
Üstad’ın “çocuk sevgisinin evlendikten sonra başladığı” cümlesi aslında pek gerçeği yansıtmamaktadır. Nitekim küçük yaşta kardeşi Selma ile ilgili bir anısı vardır ki hayat boyu her aklına geldiğinde yüreğini acıyla kavurur. Şöyle ki:
Bir gün kız kardeşi Selma ısırılmış bir elma ile onun yanına gelir ve “Sevgili ağabeyciğim, büyükbabamın sana verdiği bir lirayı bana ver, ben de sana elmamı vereyim. Biraz ısırdım, ama ziyanı yok”, der. İşte bu olay her aklına geldikçe, her hatırladıkça pişmanlık duyar, hayıflanır. Nedeni ise, “neden elmayı kardeşinden aldığıdır. Parayı verdiği gibi elmayı da almayabilirdi. Oysa o elmayı almıştır.” Sonra ısırılmış elmasını aldığı kız kardeşi Selma küçük bir tabutla evden çıkarılıp son yolculuğa uğurlanır. Geriye ağabeysine miras olarak ölüm ürpertisinin yanı sıra bir de verdiği yarım elma acısını bırakmıştır. İşte Necip Fazıl gibi anadan doğma bir şairin ruh dünyasıyla ilgili bu hadise çok önemli doneleri taşır.
Bu noktada Üstad’ın en değer verdiği yazar ve şairlerden biri olan merhum Âkif İnan, Üstadla ilgili hatıralarını konu edinirken, Üstad’ın çocuk sevgisinin had safhada olduğunu vurgular. Merhum İnan’ın bahsettiği dönem Üstad’ın evlenip çoluk çocuğa karışıp, çocuk sevgisinin istila ettiği dönemdir. Zaten Akif İnan da biz onun çocuk sevgisine sonradan vakıf olduk diyerek, konuya dair gözlemlerini şöyle aktarır:
“Üstad bize her gelişinde, kapıdan girer girmez, daha birkaç yaşında olan kızıma bağırarak seslenir:
— Evlaaaat!
Genellikle bir şeyler getirmiştir, hemen verir çocuğa.
Bir defasında hediye getirmeyi unutmuş. Eve birlikte geliyoruz. Evde ise bizi bekleyen bir kalabalık var. Üstad yolda birden bire arabayı durdurttu ve hemen bir mağazaya girdi. Durumu anladım, vazgeçirmek istedim. Üstad dükkânı velveleye veriyor:
— Başka neleriniz var, dört yaşında bir çocuk için, getirin bakalım.
Önünde bir sürü elbiseler, kazaklar yığılmış. Beğenmiyor:
— Şu küçük gelebilir, bu büyük, onun rengi uymaz.
Diye de konuşuyor. Artık dayanamadım:
-Üstad’ım, dedim, kendinizi yormayınız, nihayet çocuktur.
Birden bana:
-Yaa, sen öyle mi sanıyorsun? diye cevap verdi.
Çocukları bu derece önemsemesine hayret etmiştim.
***
Bir gün bize benden evvel gelmiş Üstad. Bizim küçük ‘buyur’ etmiş salona ‘Üstad Amcası’nı. Ve hemen yanına bebeklerini almış konuşmuşlar:
— Gel, Üstad Amca, seninle evcilik oynayalım; sen baba ol, ben de anne.
— Peki.
— Haydi, şurası da evimiz olsun.demiş bizimki. Yani yemek masasının altını göstermiş. Buna da:
— Olur. demiş Üstad. Üstad’ın masanın altına, yani evlerine girmesini istemiş bu sefer. Sokmuş da.
— Haydi, şimdi ayaklarını uzat, üstüne çocuğu yatıralım, salla uyusun.
Ben eve girdiğimde bu manzarayı gördüm. Üstad ayaklarıyla bebeği sallamakta. Kızımı haşlayacaktım ki, Üstad haykırdı:
— Bu çocuk bir dâhi Azizim, bayıldım. Müthiş eğlendirdi beni.
***
Torunu Emrah olalı, âdeta Üstad’a yeni bir konu çıkmıştı. Ankara’ya bir günlüğüne bile gelmiş olsa, eve telefon eder, Emrah’ı sorardı.
— Üstad’ım Emrah nasıl? şeklindeki ilgimizden çok mutlu olurdu. Çok kabiliyetli sayardı torununu.
Şöyle derdi:
— Bazen kabiliyet, böyle bir nesli atlayarak zuhur ediyor. Bende de öyle olmuştur; Babamla değil, Büyükbabamla izah edebilirsiniz beni.
Emrah’a her hangi bir hediye almadan gitmezdi Ankara’dan. Bir defasında:
— Her şeyi var Emrah’ın, ama yine de alıyorum: Bir oda dolusu oyuncağı var. Uçaklar, arabalar, tabancalar. Bizim Cahit Zarifoğlu da:
— O oyuncaklarla bir dükkân açalım Üstad’ım.
Diyerek Üstad’ı bir hayli keyiflendirmişti.”
***
Yukarıda torunundan bahsederken “beni babamla değil, büyükbabamla izah edebilirsiniz” ifadesi oldukça dikkat çekicidir. Diğer taraftan şairin ruh dünyasında sevgi ve korkunun birlikte akort ettiği doğrudur. Şairler tekin insanlar, yani sıradan insanlar değildir. Ne var ki sevgiyi de en fazla tadan ve sevginin “rengini” bilen insanlardır… Söz fazla uzadı, biliyorum. Öyleyse biz de Üstad’ın “Babadan Oğula” başlığını taşıyan şiirinin bazı mısralarıyla yazımızı bitirelim:
“Eve dönmez bir akşam;
Ve gün yüzlü çocuğu,
Sorar: Nerede babam?
Bakarlar, oldu, bitti;
Gelir, derler çocuğa,
Baban attâya gitti.”
(Fahri Güven – Milli Gazete)