Dersim tabusunu kim yıktı?

Muhsin Batur “Anılar ve Görüşler” adlı hatıratında Kayseri 19. Piyade Alayı’nda staj görürken Dersim’e gidileceği emrinin geldiğini anlatır.

Trenle Elazığ’a giderler, oradan Pertek’e. Tam isyan günleridir. Heyecanla size açıklayacağı çok önemli şeyler olduğunu düşünüyorsunuz ama yanılıyorsunuz. Çünkü Muhsin Batur, Dersim’de iki ayı aşkın ‘özel görev’ yaptığını söyledikten sonra ağzına susturucu takar ve şu acı itirafta bulunur: “Okuyucularımdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum.”

Ne demek şimdi bu?
Ne var ki, Dersim’e düzenlenen “sükût suikasti”, yani susarak suikastte bulunmanın istisna değil, kural olduğunu öğrenince şaşırmak olağanlaşıyor. Üzerlerindeki ağır baskı ve terör yüzünden herkes susmuş. Basında ise bir tek “Son Telgraf” gazetesi Doğu vilayetlerinde huzursuzluk olduğunu yazmaya yeltenmiş ya, derhal kapısına kilit vurulmuş.

Neyse ki konuşan birisi vardır. O kişi, Onur Öymen’in konuşmasından 60 küsur yıl önce kalemiyle gider Dersim’deki acıların üzerine. Cumhuriyet’in bir tabusunu tek başına yıkmaktadır.
Necip Fazıl Kısakürek, “Büyük Doğu”da yayınladığı yazılarını “Son Devrin Din Mazlumları” adlı kitabına almasa belki bizim nesil de Dersim faciasından çok geç haberdar olacaktı.

Yalnız Necip Fazıl’ın farkı şu: Olayı ‘din özgürlüğü’ kapsamında ele almış. Yani Alevi, Kürt şu bu gibi ayrımların üzerine sünger çekerek Dersim’de hedefin, bölgenin “bir türlü sulandırılamayan koyu İslamî rengi”nin ortadan kaldırılması olduğunu iddia ettikten sonra şunu eklemiş:

“Bir kıvılcım halinde gösterdiğimiz Dersim yangınının kömürleştirilmiş 50.000 cesedinde (…) din mazlumluğunun en çarpıcı levhasını seyredebilirsiniz.”

Dersim faciası hakkında kimse, hele ‘sağcılar’ konuşmadı diyenlere inat, Necip Fazıl cesurca ortaya çıkıp kulaktan kulağa fısıltı halinde aktarılan rivayetleri dergisinin alnına kazımıştır. İşte o insanı insanlığından utandıran anlardan birkaçı.

Elazığ Ortaokulu’nda okuyan iki çocuk, tatillerini geçirmek üzere memleketleri Hozat’a döndüklerinde hayatlarının ilk zehrini tadıyorlar. İkincisini tatmak için fazla beklemeleri gerekmeyecek, evlerinde babalarının öldüğünü gören çocukların ağlama seslerine yetişen jandarmalar, “Sizi de onun yanına götüreceğiz” diye sürükleyerek dışarı çıkartacaklardır. Çocuklar babalarının cenazesine gittiklerini zannederken yolda süngülenerek öldürülürler. Gerçekten de babalarının yanına gönderilmişlerdir!

Bir başka sahne: Bir köy, etrafına çalı yığılarak yakılmaktadır. Teker teker tutuşturulan evlerin etrafında yangını seyredenler, dışarıya kaçmak isteyenleri cehenneme iteklemekle görevlidirler. Alevlerin arasından kaçan birisi, onlara haykırır: “Durun, ben köyden değilim, öğretmenim. İzin verin, kimliğimi ispatlayayım.” Yapılan işlem kaba ama basittir: Bir kalasla tekrar alevlerin içine itmek. Genç yanarken çalı yığınlarının gerisinde bekleyen “âmir” keyifle sigarasını tüttürmeye devam etmiştir.

Üçüncü olay, 200 kadın ve çocuğun cesetlerinin buğday sapları üzerinde cayır cayır yakılmasıdır. Öldürülenler arasında izinli olarak köyüne gelmiş olan Rüstem adlı bir asker de vardır. Ne dediyse dinletememiş, dört çocuğu ve seksenlik anasıyla birlikte kurşunlanmış ve yakılmıştır.

Bir de Hozat’ın Zımbık köyünde geçen bir olay vardır. Bu, Necip Fazıl’ın deyişiyle trajedi üstadı Shakespeare’in hayal gücüne bile taş çıkartacak olayda, erkekleri tamamen doğranmış bir köyün 100 kadar kadın ve çocuğu süngülenir. Öldürülen kadınlardan biri de gebedir. Nasılsa saklanmayı başarmış birkaç kadın köye döndüklerinde ölü yığınlarının arasından bir çocuğu fark ederler. Rahmi delinen kadının ölümünden sonra doğan bu kılıç artığı çocuğu alıp büyütürler. Süngü bebeğin topuğunu yaralamıştır. O tarihlerde sağ olan kız, topuğunda o yarayı taşımaktadır.

Hozat’ın Dolantanır köyünden Veli adlı bir genç ise Elazığ Öğretmen Okulu’nu bitirdikten sonra görev yeri olan Trakya’ya gönderilmiş, evlenip barklanmış ve çoluk çocuğuyla tatil yapmak için köyüne dönmüştür. Bu sırada Dersim harekâtı başlamış, genç öğretmenin köy halkı, kendisi ve çocukları da içinde olmak üzere doğranıp cesetleri yakılmıştır.

Nihayet korkunçlukta sınır tanımayan, kelimelerin kifayetsiz kaldığı taç olay:

Mazgirt’in Tersemek bucağı halkı aynı şekilde hunharca doğranırken bir hayır sahibi, 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Ancak durumdan haberdar olan operasyon ekibi, çocukları saklandıkları yerde bulur. Emir verilir; öldürüleceklerdir. Ne var ki, bu katliamı işlemeye kimse yanaşmaz. En katı yürekliler bile savunmasız masumlara karşı silah kullanamayacaklarını söyler. Nihayet içlerinden bir ‘babayiğit’ çıkarak dere içinde titreşe titreşe bekleyen 20 masumun işini bitirir.
Arkasından ekliyor Üstad: “Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur.”

Bir emekli orgeneralin anlatmaktan kaçındığı sırları Necip Fazıl’dan öğrenmişti Türkiye.

28 Kasım 2009 tarihli Zaman Gazetesi köşesinden…

Share

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.