Çocuk
ÇOCUK
Gözlerinden pırıl pırıl zekâ ve hayatiyet fışkıran sefil ve sahipsiz çocuk, çizdiği bedbahtlık tablosu olarak, kendi cinsinin zengini ve sahabetlisinden farklı değildir. Birinin lime lime mintanı ve kirli yüzü, öbürünün ipek gömleği ve çitelenmiş suratına nisbetle bir felâket tablosu arzetmez. Bu gibi sahipsiz çocukları toplayacak giydirecek, süsleyecek her hangi bir teşkilât kurulabilir. Böyle yapmakla mesele halledilmiş olmaz; belki dâvanın üzerine büsbütün aldatıcı ve avundurucu bir örtü çekilmiş olur.
Gözlerinden pırıl pırıl zekâ ve hayatiyet fışkıran bu çocuğun, maddesi değil, ruhu haraptır. Bu haraplıkta da, onu, süfli ve sahipsiziyle, zengin ve sahabetlisi, tam bir iştirak halindedir.
Fransız şairi (Bodler) kendisi için:
“- Ben annemle babamın nefret yemişiyim!”
Der.
Biz de, çocuklarımızı, nuru çekilmiş ve karanlığı katmerlenmiş bir hayatın ıstırap meyvesi olarak meydana getiriyor; ve onları, lüks apartmanlarda, köprü altlarında başı boş bırakıyoruz. Onların, gece bir mezbelede kıvrılmış uyuyanından ziyade, ipek yorganın altında büzülmüş yatanına acısak daha yerinde olur. Zira birinin felâketi maddesine aksetmiş, öbürününkiyse gizli kalmıştır. Açık maraz, gizlisine nisbetle şifaya bir çığır daha yakındır.
Dünyada bana dokunan en acıklı şey, çocuk ağlaması… Çocuk ağlarken kendimi bütün katılık ve nefsaniyetlerimden temizlenmiş hissederim. İçimde yağan merhamet yağmuru, nefsimin buz dağlarını o türlü eritir ki, bu duyguyu sistemlendirmek mümkün olsa, bütün insanlıkta her fenalığa mâni, yepyeni bir iklim açılabileceğine inanasım gelir.
Asırlık ruhî çöküş tablomuz karşısında, bana öyle geliyor ki, vatanın milyonlarca çocuğu bir ağızdan ağlamaktadır. Bana öyle geliyor ki, asıl ipek yorganlar altında büzülmüş yatan çocuklardır ki, bir anda yorganını atıp ayağa kalkıyor, hıçkıra hıçkıra annesine ve babasına sesleniyor; nihayet onların, kulüpten, bardan veya sinamadan, ancak basit bir yatakhane kıymetini verdikleri evlerine dönüşlerinde avaz avaz haykırıyor.
– Beni bu dünyaya niçin getirdiniz? Ben neye hazırlanıyor, niçin büyütülüyorum? Bana, yaşanmaya değer hayat hakkında ne öğrettiniz?
Her çocuğun hal lisanından bu kelimeler tütmektedir fakat annelerde ve babalarda onları duyacak kulak nerede?
Bu çocuğun mektebi yoktur. Kendisine ucuz ve bandröllü bilgi unsurları dağıtılır, fakat hiç bir ruh aşılanamaz. Bu çocuk sınıftan, kabahatin yüzde kırkı devlet ve cemiyete, yüzde otuzu anne ve babasına, yüzde yirmisi öğretmenlerine ve ancak yüzde onu kendisine ait olarak her sene döner. Kendisini bazan intihara kadar götüren bütün mesuliyeti de bizzat yüklenir.
Bu çocuğun dili olmalı da bağırmalı:
– Beni bu hale getirdikten sonra benden ne istiyorsunuz?
Bu çocuğun zengini de, sefili de, gürül gürül, yalnız hazmı ve tenassülî cihazların çalıştığı ve dimağı cihazın örümcek ağlarından kılıf giydiği korkunç bir fabrikaya benzer cemiyette, hây-ü huy içinde kaynamakta; ve bunlardan başka hiç bir örnek görmemektir.
Bu memlekette de bir sabah olursa Halûk…
Diyerek, sabahtan anladığı mânalar içinde oğlunu Protestan papazlığına kadar ulaştıran Tevfik Fikret’e karşılık, bu memlekette bir gün, sabah ile gecenin farkı anlaşılmayacak mıdır?
O zaman ilk iş, yakıcı çığlıklarla annesini ve babasını çağıran çocuğa:
– İşte yavrum; annen baban, evin, mektebin, vatanın!
Demek olacaktır.
Bugün dünyada bizden başka -komünist Rusya da dahil-çocuğuna vereceği şekilden gafil, ikinci bir cemiyet yoktur.
Hayvanlar bile yavrularını, hilkatin kendilerine iş ve faaliyet şekli içinde terbiye ve murakabe ederken, başımıza inkılâp yobazları yüzünden gelen bu hal, ne hale geldiğimizin hücceti değil de nedir?
Artık lâfta değil, evvelâ çocuğa el atacak gerçek İnkılâbı, işde beklediğimizi söylediğimizi söylemenin zamanı geçmek üzeredir.
Ağlama yavrum; annenle baban, bir gün döner inşallah!..
9.10.1959
(Başmakalelerim 2, Büyük Doğu Yayınları, 1. baskı / s.272-273-274-275)