Üstad Ve Efendi Hazretleri
Büyük bir buhran geçirdiği ve Abdülhakim Arvasi Hazretleri ile tanıştığı yıl olan 1934’ün adeta Necip Fazıl’ın hayatının birden bire bütünüyle değiştiği bir milat olarak kabul edilir. Kanaatimce bu değişimden (1934) sonrasına vurgu yapılması, Necip Fazıl hakkında pek çok önemli gerçeğin gölgede kalmasına sebep olmuştur. Ne yazık ki Necip Fazıl hakkında yazılanların ekserisi bu eksendedir.
Romain Rolland, Tolstoy’un hayatını anlattığı eserinin önsözünde ‘Biz, bugünün eleştirmenleri gibi: “İki Tolstoy var, bunalımdan önceki ile bunalımdan sonraki: biri iyidir, öteki değildir1”, demiyorduk. Bizim için yalnız bir Tolstoy vardı, onu bütünüyle seviyorduk. Çünkü, böyle ruhlarda her şeyin tutarlı, her şeyin birbirine bağlı olduğunu seziyorduk’ der.
Bence Necip Fazıl’ı anlatmak isteyen birisi de benzer ifadelere başvurmalıdır. Büyük bir buhran geçirdiği ve Abdülhakim Arvasi Hazretleri ile tanıştığı yıl olan 1934’ün adeta Necip Fazıl’ın hayatının birden bire bütünüyle değiştiği bir milat olarak kabul edilir. Kanaatimce bu değişimden (1934) sonrasına vurgu yapılması, Necip Fazıl hakkında pek çok önemli gerçeğin gölgede kalmasına sebep olmuştur. Ne yazık ki Necip Fazıl hakkında yazılanların ekserisi bu eksendedir. Bunda en önemli etkenlerden biri şüphesiz bizzat Necip Fazıl’ın hayatını bu tip bir tasnifle kaleme alışıdır. Tabii olarak onu anlatanlar da genelde bu yolu izlemiştir. Düşünülmesi gereken nokta şudur ki Necip Fazıl’ın bu dönemleri detaylı olarak ele aldığı eserlerinde dönemler arası ilişkiler yani çocukluğunun, ilk gençliğinin sonraki hayatına etkileri diğer bir ifade ile onun gün gün Arvasi Hazretlerinin kapısına gelmeye hazırlanışı çok iyi anlaşılırken hayatının özeti niteliğindeki yazılarda bu ayrıntılar gözden kaçar. Buna insanların Necip Fazıl gibi Müslümanların gönlünde taht kurmuş sembol bir ismi gençlik yıllarındaki bir takım uygunsuz davranışlarıyla anmak istememesi de eklenince iş gittikçe içinden çıkılmaz bir hal alır. Oysa yine gözden kaçar ki Necip Fazıl bizzat bu dönemleri bazı gerçeklerin iyice anlaşılması için üstünde durarak kaleme almıştır. “Çocukluğumda ve ilk gençliğimde, masal gibi bir rüya ikliminden topladığım karanlık ve karışık haberler …(O ve Ben)” diye tarif ettiği kendi gelişiminin ve ruh dünyasının daha iyi anlaşılması için başta “ O ve Ben”, “Kafa Kağıdı” ve “Babıali” de kaleme aldığı bu dönemler aynı zamanda her insanın kendi iç dünyasını aydınlatmasında projektör vazifesi görecek önemli ayrıntılardır. Yoksa eserlerinin en dakik şeriat mihengine vurulmasını isteyen Necip Fazıl’ın bunları sırf kendini gençliğindeki başarılarıyla övmek veya süfli şeylere dikkat çekmek için yazdığını düşünmek, en hafif ifadeyle onu hiç mi hiç anlamamaktır! “Kendimi fikirde, sanatta, şunda bunda, dünyanın en büyük adamı görmek, bilmek, göstermek, bildirmek isterdim; tek, O Kapı’nın köpeğine mahsus derece bilinsin diye… Sana ve senden, bağlı olduğum O’na devretmek için… (O ve Ben)” diyen biri başka türlü mütalaa edilebilir mi?
Aslında diğer bir husus da bence şudur ki Necip Fazıl’ın bu yıllarının ipuçları otobiyografilerinden çok sanat eserlerindedir. Mesela kendinden derin izler taşıyan hikâyelerindeki Hasta Kumarbaz bomboş bir insan değildir. O bir manevi arayışın, arayıp da bulamayışın, insandaki ruh düğümlerinin en mühim misallerindendir: “ Ben de, nefsin ne demek olduğunu kumardan öğrendim. Nefsim eli yanan bir çocuk gibi irademi kavurdu. Nasıl eli yanan çocuk, acısı dinsin diye elini soğuk suya daldırır da sudan çekince onun daha fazla ağrıdığını duyarsa, ben de kumarın soğuk suyunda ruh yanığımı bir an için dindirmekten ve neticede büsbütün kıvranmaktan başka bir şey yapamadım. Bu hareketim, susuzluğunu gidermek için gaz içen bir adamın işinden farksız oldu. İçtikçe su ihtiyacım arttı, arttıkça da gazdan başka içecek bir şey bulamadım. (Hasta Kumarbazın Notları, Hikâyelerim) “ Yirmi yaşında henüz İslamî aksiyon içinde bulunmadığı yıllarda” Yeryüzünde yalnız benim serseri/ Yeryüzünde yalnız ben derbederim./ Herkesin dünyada varsa bir yeri,/ Ben de bütün dünya benimdir derim. / Yıllarca gezdirdim hoyrat başımı,/ Aradım bir ömür, arkadaşımı./Ölsem dikecek yok mezar taşımı;/Halime ben bile hayret ederim. /Gönlüm ne dertlidir ne de bahtiyar;/Ne kendisine yar ne kimseye yar,/Bir rüya uğrunda ben diyar diyar,/ Gölgemin peşinde yürür giderim… (1924, Çile)” diye yazdığı “Serseri” şiirini Hekimoğlu İsmail’in “Serseri şiiri, İslam uğrunda başını koyanları tasvir eder2” diyerek taçlandırması da tesadüf değildir mutlaka!
Necip Fazıl mizacındaki pek çok hususiyetle çok genç yaşlardan itibaren kendisini ve çevresini sorgulamaya başlar. “Çocukken gün bitti mi bir köşede ağlardım / Nihayet döne döne aynı noktaya vardım” , mısralarında Heybeli Ada’da okuduğu romanların tesiriyle ağlayan, konağın içinde sokak satıcılarının bağrışlarından bile derinden etkilenen bu hassas çocuğun içli dünyasının hisli kokusu tütecektir haliyle. Yine bir hastalık anında3 ermişlik vehimlerine kapılan bu çocuk, ‘daire’4 sabit fikriyle yaka paça olduğunda ise henüz Askeri Okula5 yeni başlamıştır. Zaten Necip Fazıl’ı, Necip Fazıl yapan onu diğerlerinden farklı kılan en önemli hususiyet bu olmuştur. Hatta bazen bu kendisini bile öyle rahatsız eder ki daha bu erken yaşlarda artık buna dayanamayacağını düşünür ve kendi kendine “Niçin semtine kimsenin uğramadığı muhaller peşinde koşuyorum da herkesin rahatça içinde barındığı bedahetler ve mümkünler dünyasına sığamıyorum? «Bu hezeyan!» de ve geç (Kafa Kâğıdı)” der. Oysa o zaman zaman herkes gibi görünse de aslında hiçbir zaman zamanın akışına kapılıp herkes gibi olamayacaktır. Tam tersine “Zeynep! Ben şehirleri, sokakları, kahveleri dolduran seri malı insanlardan değilim. Keşke onlardan olsaydım. Onlar sıhhatli, tabii, mükemmel mahlûklar. Benim en lazım tarafım sakat. Ben Allah’ın yalnız acı çeksin, yalnız kıvransın diye yarattığı bir aletim galiba. Kâinatı dolduran her şey, her hadise, her hareket, benim için bir işkence vesilesi. Bir türlü rolümü ve rahatımı bulamıyorum. Tabii zevkleriyle yaşayan hayvanlara bakıyorum da ne güzel, ne emniyetli bir vasıtanın öksüzü olduğumu anlıyorum. Ben, içindeki hayvanı ürkütmüş, incitmiş bir hastayım. (Bir Adam Yaratmak) “ diye haykırdığı “Bir Adam Yaratmak” adlı piyesinde, geçmişin elemlerini ve geleceğin endişelerini ruhunun en derinlerinde duyan insanın asla diğer canlılar gibi olamayacağını derin bir ironiyle en veciz şekilde dile getirecektir.
İlk şiir kitabı olan “Örümcek Ağı”na ismini veren şiir adeta onun ilk gençlik hafakanlarının portresidir. “Duvara, bir titiz örümcek gibi,/ İnce dertlerimle işledim bir ağ./ Ruhum gün doğunca sönecek gibi,/ Şimdiden ediyor hayata veda./ Kalbim, yırtılıyor her nefesinde,/ Kulağım, ruhumun kanat sesinde;/Eserim duvarın bir köşesinde;/ Çıkamaz göğsümden başka bir seda…(1922) “ diye ruh yangınlarını yeni yeni dile getirmeye başlar. Baştan başa korku, vehim ve belli belirsiz bir hasret ve arayışla dolu, onu asıl ününe kavuşturan “Kaldırımlar” şiirinin dışında ayak seslerinin kara haber olup yaklaştığı sonra saadet olup uzaklaştığı “Ayak Sesleri” şiirinde, yağmurun kanını boğan bir iplik, teninde acısız yatan bir bıçak olduğu “Bu Yağmur” şiirinde, çırpınamadan birden bire gitmiş bir ölünün kendisine dönüştüğü “Ölünün Odası” şiirinde, aydınlığın bile onu boğmaya hazırlandığı “Aydınlık” şiirinde, mumu söndürünce ölüler içinde en yalnız ölünün karşısına dikildiği “Geceye Şiir” şiirinde, vapurun6 sularda kabrinin yolunu açtığı “İskele” şiirinde bu acı, korku ve metafizik sancıları belirgin bir şekilde kendini gösterir. Adeta bütün dünyası ölümle çevrilir. İşte bu yıllarda onu bütün bu düşüncelerden kurtaran acılarını dindiren yegane ilaç kumardır ama nasıl bir ilaç: “Ben maddi ve manevi neyim varsa kumara, eczaneden ilaç alır gibi veriyorum… …düşünmemenin, acıya battıkça daha fazla batmak ihtiyacının ilacı… Gittikçe daralan ve düğümlenen bir yol… Yangına, itfaiye hortumuyla su yerine gaz sıkar gibi bir şey… (“Hasta Kumarbazın Notları, Hikâyelerim). “Herkes benim kumarı kumar için oynadığımı sanıyor. Bir zamanlar o kadar bağlı olduğum sanat ve edebiyatı bunun için bıraktığımı sanıyorlar. Hâlbuki ben kumarı, düşünmemek için oynuyorum. Ruhuma üşüşen sabit fikirlerin, beyin zarımı yırtan vehimlerin biricik ilacı olarak onu buldum, der (Hasta Kumarbazın Ölümü, Hikâyelerim). Fakat bunun sadece bir aldanıştan, insanın kendi kendini aldatışından başka bir şey olmadığını da ondan iyi bilen yoktur: “Yalan söylüyorsun, sen bir yalancısın!… Sefil adetine bir özür tedarik etmek için el-aleme ruh inceliklerine dair masallar uyduruyorsun… Asıl yalanı da, sırrını güya kendine saklayarak nefsine söylüyorsun… Sabit fikirlerden kurtulmak için kumar oynuyorsun, öyle mi? Mutlak olanı arayan, aradıkça kaybeden, kaybettikçe bütün dayanaklarını yitiren, yitirdikçe cımbız cımbız lifleri sökülen beynini susturmak için, öyle mi? Aslında bu da bir yalan… Sen yalnız meçhulü kurcalamak şehveti yüzünden kumara yakalandın. Sabit fikirlere gelince onların ateşine bir an için bir keçe atmışsın, ne çıkar. Kumar bitip keçe de tutuşunca, düşün halin ne olur? Emsalsiz bir sıhhat ve hastalık arası insanlara kurum satma! Kendi kendini aşmaya bak! (Babıâli)” Her soru, her vehim7 beyninde bir burgu açar, her düşünce ruhunu kanatır. Artık “Kaldırımlar Şairi” diye anılan genç şair ‘etten bir kalıp’la ‘ince bir ruh’ arasında bocalamaktadır. Ve nihayet tarif edilmez acılarla8 kıvrandığı günlerden bir gün bir vapura biner ve o vapurda hayatı boyunca bilerek ya da bilmeyerek aradığı o büyük zatın adresini alır. Artık o büyük zatla yani Abdülhakim Arvasi Hazaretleri ile tanışacak ve o güne kadar masal gibi bir rüya âleminden topladığı karanlık ve karışık haberlerin aydınlık ve açık asılları ile karşılaşacaktır. Düğümler çözülecek, sorular cevaplanacaktır. Hayatındaki bu büyük inkılâbı Abdülhakim Arvasi Hazretlerine ithaf ettiği Tanrıkulu yazısıyla destanlaştır: “Dinmek bilmez bir ağrı çeken diş. Ne kibrit çöpünden imdat, ne berber kerpeteni, ne karanfil yağı, ne de eczacı güllacından…
İşte böyle! Bir zamanlar beynim «mutlak hakikat» acılarına yataklık etti.
Ağrıyan akıl dişimdi.
…
Hayatımda öyle bir gün doğdu ki, kundaktan patiğe, emzikten kısa pantolona, oyuncaktan boyun bağına, karalama defterinden polis hafiyesi romanına, beş taştan iskambil kâğıdına ve ayva tüyünden kır saça kadar anne, baba, dadı/mektep, arkadaş, kitap, hoca, tabiat, şehir, cemiyet, kimden ne aldımsa hepsini geriye verdim? Ruhuma istifledikleri hazırlop dünya bir sarsılışta yıkıldı gitti. Bilmem ki hiçbir fani, dünyaya gelmiş olmak adına bu kadar ağır bir borç senedi imzalamaya davet edilmiş midir?
Bir tohumu, cevherini bulmak için merkezine doğru, tabaka tabaka soyup hiçbir şey bulamamak, üstelik tohumun ezbere inanılmış hakikatini de kaybetmek gibi, her şeyin iç yüzünü ararken her şeyi elden çıkarmayayım mı?
İmam-ı Gazali’nin midesine aylarca tek damla suyu bile kabul ettirmeyen ve Paskal’ın beyninde urların en müthişini kabartan kanlı fikir çilesinden payıma düşenleri anlatmağa kalkmayacağım. Dünyaya gelmiş olmakla adına benimki kadar ağır borç taahhüdüne sokulmuş olanlar bilirler ki, çoğu yeryüzüne alacak senetleriyle gelen insanlara bu bahiste anlatılabilecek şeyler pek az.
Ben yalnız doğrudan daha gerçek bir yalan, vakıadan daha ölçülü masal, maddeden daha katı bir hayal anlatacağım:
Eşya ve hadiselerin aslını, özünü, cevherini araştırırken galiba öyle bir sırrı tırmıkladım ki bu sır şahlandı, şahlandı ve beni çarptı; rahat ve mesut insanın nezaret ufkunu kararttı ve artık hiçbir şeyi görmemek yerine ensemden bastırıp bana dipsiz bir kuyuda yokluğu göstermeğe kalktı.
Bu kuyuda, «öz ağzımdan kafatasımı kusarcasına9» Allah’ın gölgesini gördüm.
Maddenin mahpus olduğu kaba bir dört köşe içinde, bir takım eşya ve hadiseleri düzenleyip Allah’a yok diyenlere nisbet, ruhumda beşeri kanunların tezgâhı o türlü devrildi ki bu devrilişin altından yalnız mutlak hakikat doğrulabilirdi.
Her şeyi o türlü kaybettim ki Allah’ı kazandım.
Bu destan 1939 yılında yazdığı ve en önemli şiiri kabul ettiği “Çile” şiirinde gerçek manasını bulur ve bu şiir, ilerde ‘şiirlerimin eksiksiz kadrosu’ diyerek sanat dünyasına armağan edeceği şiir kitabına hem isim hem de mana olarak asıl hüviyetini verir.
Necip Fazıl yaşadığı çağın buhranını şahsında billurlaştıran nadir insanlardandır. Bunda yetiştiği muhit, aldığı eğitim kadar hassas ruhunun ve keskin zekâsının rolü büyüktür. O bu donanımıyla çağının problemlerini en şiddetli şekilde özünde duymuş ve onlara çözüm aramıştır. Henüz kendisine yol gösterecek bir rehber bulamadığı gençlik yıllarında bile, kurtarıcı çizgiyi tam olarak gösteremese de çağının insanlara sunduğu sahte haritaların çarpıklıklarını sezmiş ve hakikat yolunu aramıştır, bu yolda bin kez sürçse de düşse de… Bu yüzden Necip Fazıl’ın Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin kapısına gelişine kadar yaşadıkları da en az sonrası kadar önemlidir. Necip Fazıl’ın bu yolculuğunun pek çok insana kendi yolculuğu hakkında pek çok sır vereceği şüphesizdir. Burada yazılanlar yalnızca o yolculuktaki birkaç durağa işaret. Yapılması gereken o büyük yazarı detaylıca okumak ve onun yolcuğuyla kendi yolculuğumuza ışık tutmaktır. Bir gün siz de Necip Fazıl’la o hayatınızın akışını değiştirecek vapura bindiğinizde o vapurun penceresinden bambaşka bir dünya seyredeceksiniz.
1R. Rolland: Tolstoy’un Yaşamı, Yapı Kredi Yayınları 1993, Çeviren: Tahsin Yücel
2Sevdalı Şiirler, Timaş Yayınları
3“Bir gün yine böyle bir hastalık deminde, gece yarısı hafif bir dalgınlıktan silkelenip doğrulunca kendimi öyle güçlü, hayalimi öyle berrak, hasselerimi öyle keskin, gökleri öyle açık ve mesafeleri öyle yakın hissettim ki -iyice hatırlıyorum- kendi kendime mırıldandım: Bu dünyada acaba, benden daha derin duyan ve düşünen ikinci bir kimse var mı diye? (Kafa Kağıdı)”
4“Her şey daire içinde, bir yuvarlakta mahpus… Dünya daire, başım daire, bileklerim daire… Dümdüz bir hat bile asgari belirtide bir genişlik göstermesi için uzatılmış, incelmiş bir daire olmaya muhtaç… Her şey bükülmüş, kırılmış, yassılaştırılmış, köşelendirilmiş dairelerden oluşuyor. Ya bu dairenin dışına çıkmak nasıl mümkün? Boğuluyor fakat kimseye halimi açamıyorum. (Kafa Kâğıdı)”
5“İlk Metafizik arayıcılıklarım orda başladı. Madde ötesini düşünce ve bedahetler ilerisi eşyayı kurcalama, altında ne var diye tırmıklama gayreti. Sabit ve burgu burgu işleyici, sülük gibi yapışkan asla kovulmaz, atılmaz, sökülmez hayaller. (Kafa Kağıdı)”
6Eski İstanbullular vapura, vapor derdi.
7“Vehim ve şüphe! Beni ısıran vehim ve şüphe akrebini hiç bir insan gözü görmedi. Bakınız:— Sakın bu dünya, göze görünür ve görünmez her şeyiyle doğacak bir çocuğu kandırmak için, bütün insanların birlik olup uydurduğu müthiş bir yalan olmasın? Ve sakın o çocuk ben olmayayım? (O ve Ben)”
8“Tam bir yıl süren uykusuzluk…
Lisanımla bildirmediğim halimi uzaktan görüp etrafımda pervane gibi dönen anneme diyorum ki:
Bir gece, bir gececik tam uyku her şeyi düzeltecek ama nerde?
Çalıştığım bankanın şubesini açmak için gittiğim Edirne’de, bir doktordan, tıbbın zavallı tıbbın son imkânını soruyorum:
Sizin insanı uyutmaya, olmazsa bayıltmaya ve şuursuz bırakmaya mahsus bir ilacınız yok mu? Ne yapacaksınız diyor doktor, niçin?
Onu sormayın da var mı, yok mu, söyleyin!
Bana, önünde ölü kafası resmi bulunan ve «şu kadar dozdan fazlası için ölüm tehlikesi» yazılı bir ilaç veriyor. Dozunu biraz kaçırdığım halde uyuyamıyorum; demirden bir el göz kapaklarımı aşağı çekerken, bir başka el bütün ruhumu yırtıyor ve ben yataktan fırladığım gibi kendimi Edirne’nin sokaklarına atıyorum. Sabaha kadar gezinti ve banka…(O ve Ben)”
9“Efendi Hazretlerini tanıdıktan sonra ve bu halden evvel, kendimi muvazeneli sandığım demlerde gördüğüm başka bir rüya: Yalımıza giden iki taraflı ağaçlık yolda gece karanlığında yürürken ağzından balon gibi şeffaf bir şey çıkıyor. Küçük bir balon, ceviz büyüklüğünde, derken elma derken ayva… Nihayet kafa büyüklüğünde. Balonu iki avucumun içinde tutup bakıyorum. Dehşet! Kafatasım!… Kafamı da, içi boş bir zar, neredeyse patlayacak bir zar halinde ve yerinde hissediyorum… Aman!… Buhran gecesi olduğu gibi, bütün enerji mevcudumla, onu, kafatasımı yutuyor ve yerine iade ediyorum.(O ve Ben)”
Bu yazı www.yagmurdergisi.com.tr adresinden alınmıştır. Ali Osman KURUN