Çiledeki İnsan Necip Fazıl
ÇİLEDEKİ İNSAN NECİP FAZIL
İhsan KURT
“İlk çilemi 1934’de geçirdim. 20 küsur yaşlarındaydım ve Esseyid Abdülhakim Arvasî Hazretlerini tanıdım. Bütün kâinatım elimden alındı, muallâkta kaldım. O hale geldim ki, toprağa bastığım arzın, dünyanın kışrı çökecek kadar içeri gideceğim zannediyordum. O halden, yine onların ruhaniyetiyle kurtuldum11.”
“Genç Şair”de aydınlık ufuklar aralanmış, ruhunda büyük bir inkılâb olmuş, içinde çöreklenen fildişi kuleleri yıkmayı ilham eden bir ses canlanmıştır. Her an ve her saat bu sesi çevresinde, yanında ve tâ içinde duyar. Hatta fikirleri dahi onu içinden kelepçe ile bağlar. Öyle ki;”Genç Şair yine malum kasırganın üfleyişiyle yine darmadağınık… Bütün pencereleri ve kapıları açılmış, küt küt vuran, eşyası ve kitapları uçuşan, bacaları ve kiremitleri havada savrulan bir köşk sahibi…(…) Bu makam, kendisine fezayı ense kökünde gezdirme memuriyeti verilmeden evvel sadece bir merak, alâka ve uzaktan müşahede mevkii..”12.
Tarikatta çile, sofiliğe katılanların bazen üç, genelde kırk ve bazen binbir gün katlandıkları, maddi, manevi hazlara karşı tutulan bir oruç hali, bir nefis terbiyesi olarak tarif edilir. “Veliler Ordusundan”13 Ali(Akki)’nin dediği gibi; bu yola giren dört ölüme razı olmalıdır: Bunlardan birincisi beyaz ölüm, açlık. İkincisi siyah ölüm, sabır. Üçüncüsü kızıl ölüm, nefse karşı gelmek.. Dördüncüsü yeşil ölüm, gönül elbisesini yamalardan dikmek, küçülmek…
Necip Fazıl girdiği yolda her türlü ıstıraba ve acıya razıdır artık. Şiirinde insan ıstırapsız düşünülemez. Zaten “Çile”si de bunu göstermektedir. İnsan karanlıklarda dolaşır; insan ruhu ızdırab, sükûn ve sıkıntıların koridorunda bazen el yordamlarıyla, bazen bilerek dolaştırılır. Bu koridorlarda korku, hayal, yalnızlık ve bazen metafizik bir âlem ile ilişkiler kurulur. Fakat şairin ruhundaki sürekli inkılâb, onda beklemediği fırtınalar oluşturur. Ama bu durum, onu murakabe ve kontrol yapmaktan uzaklaştırmaz. Halinde bazı maddî değişiklikler olmasına rağmen, durumunu pek belli etmez. İnsanların içine onların ölçüleriyle çıkar, sırrından bir işaret sızdırmaz. Kendi, halinin farkında ve kendi durumunu gözlemlerine kaydedebilmektedir. “Babıâli” de kendini, kendi dışından, ruhundaki hafakanları ve durgunlukları yazar keleminden sık sık anlattığı görülür. Yine “fezayı ense kökünde gezdirme memuriyeti”ni üstlendiği ilk yılın son günlerinde Genç Şair’i şöyle anlatır:
“1934’ün son günüyle 1935’in ilk gününü bitiştirdiği farz edilen gece, yalıdaki odasında, tek başına ve gözyaşları içinde… Şamdanlarda eski züppe mumlar sönük, boyunlarını bükmüş, onula beraber ağlıyor. Önünde bir radyo… Zaten yaşarken ölüsünü sürükleyen insanlık, gerçek hayatı bulmak için dünyaya gelişinden bir yıl daha uzaklaştığı ve elleri bomboş, ölüme bir yıl daha yaklaştığı için hora tepiyor ve radyonun hoparlörü bu horalarla çatırdıyor”14.
Genç Şair, O büyük nazara uğramakla ferdî çapta yaşadığı çilesini sosyal yapıdan gelen ızdıraplardan uzaklaştırmaz, uzaklaştırmak istemez. Çilesinde, kendi ruh inkılâbını tamamlamak olduğu kadar, bunun içinde bütün fert ve cemiyeti tek hakikate çağırma gereğini duyar ve der ki;
Haykırsam geçenlere kavşağında her yolun,
Aman müslüman olun, aman müslüman olun!
Necip Fazıl, “Çile(Senfoni)” şiirinden ve şiirlerini ÇİLE’de toplamasından çok önce çilenin içindeki insandır. Bu yola çileli bir arayışın talibi olmakla kavuşmuştur. Bunun için hayatını çileye vakfederken, sanatını da hayatına uygun olarak tefekkür çilesiyle yoğurmuştur. O, “Genç Şair “kimliğinde idraki ıstırap, ıstırabı ise idrak olarak formülleştirmiştir. Hatta bunu genç adama mahsus bir fakülte addedmiştir15. Çünkü O,”Nokta Nokta” dediği geçici ilgisini kendi elleriyle çöplüğe atmayı başarmış, fakat onun yerinde yeni ve derin bir çile başlamıştır. Bu çileyi, bizzat yaşayan şairin kaleminden okuyalım:
“…Avrupalının (kriz entelektüel) veya (kriz metafizik) dediği, korkunç üstü korkunç bir buhran, madde ötesini kurcalama buhranı… Her şeyin künhünü, dibini, dayanağını, aslını, zatını arama belâsı… Belâ ki, belâ; insanda bedahet duygusu diye bir şey bırakmayan ve ona zorla mutlağı aratan bela… Zaman nedir, mekân nedir, aydınlık nedir, karanlık nedir, var nedir, yok nedir,”ne”nedir?
Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın,
Benliğim kazan ve aklım kepçe
Deliler köyünden bir menzil aşkın,
Her fikir içimde bir çift kelepçe
Ve işte Genç Şair’in “Senfoni” diye başlayıp “Çile” adında karar kılan şiirine kaynak:
Evet her şey bende bir gizli düğüm;
Ne ölüm terleri döktüm, nelerden.
Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm,
Yetişir çektiğim, mesafelerden..16.
Genç Şair,”Çile”sini yazabilme idraki içinde ve bu şuuru kaybetmemiştir. Esseyid Abdülhakim Efendi Hazretleriyle karşılaşma, kutlu çileye talip bir Necip Fazıl’ın doğumunu müjdelemiştir. Fakat beyin zarına batan soru kıymıkları, Dökülen ölüm terleri, gizli düğmeleri, onun ayrılamayacağı çilesinin sadece unsurlarından birkaçıdır. Öyle ki bu çile, belli başlı sınırlar içinde mefkurevî huzurun geçidi olan bir nimettir ve hissi iptal edilmiş uzuvdaki ağrısızlık gibi, ıstırapsızlığın ıstırabından büyük acı yoktur ona göre17. Fuzuli’nin “bela-yı aşkı” isteme arzusu, Necip Fazıl’da ıstırap belasını kuvvetle isteme şeklinde tezahür eder. Gerçek sanatkârlığın yanında, asıl haz ve mutluluğu ıstırap ve çilede arar. Bu arayışta ruhunun hafakanları maddi varlığına da ziyadesiyle tesir eder. Yani Fuzuli’nin “öyle zaif kıl tenimi firkatinde kim” mısraının yansımalarını hatırlatırcasına, maddî olarak büyük kilo kaybına uğrar. Artık “ruhu vücudunu öyle törpülemiştir ki, 65 kilo gelirken 40 küsura düşmüş, midesi bir lokma ekmeği bile hazmetme iktidarını kaybetmiştir. Bir bardak su içse acıdan kıvranacak hale gelmiştir”18. Hayatını çepeçevre saran bu durum, onu yalnızken, kalabalıkta veya herhangi bir zamanda kendi haline bırakmamaktadır. Hatta onu uykuya dahi teslim etmemektedir. Aylarca uykusuzdur. Uyumayı ister.. Uyusa ertesi gün hiç bir şeyinin kalmayacağını sanır. Onun için uyku;
Uyku, kaatillerin bile çeşmesi;
Yorgan, Allahsıza kadar sığınak.
Teselli pınarı, sabır memesi;
Size şerbet, bana kum dolu çanak.
Dört yönlü değildir Necip fazıl’a hücum eden ıstıraplar. Çok yönlü, çepeçevre ve ağırlığı ile kuşatır onu. Bu kuşatma bazen onun ruhuna inen kuvvetli bir “sille” veya “ilâhî darbe”dir. Yani tasavvufta sille, Allah’ın Kahhâr ve Cebbâr ismi ile tecellî etmesi, manevî tokattır. “Havatır, hatarat” olarak adlandırılan bu “sille”nin tesirini kendisi şu ifadelerle özetler:
“…Bir anda ruhunun gökleri korkunç bir filo nizamıyla uçan ve tam tepesinden dalan uçaklarla dolmuştu. Adeta şeytan, olanca gücüyle seferber olmuş, onun mutlak olarak inandığı ve mutlak şekilde bağlandığı hakikatleri tepetaklak etmeğe gelmişti. Birbiri ardından öyle küfür telkinleri, dürtüşleri ki, anlamayanlara, ruh topografyasını tanımayanlara, Sabık Şair’i, dünya yaratıldı yaratılalı gelmiş ve geçmiş kafirlerin en korkuncu gösterebilir. Onlar, Sabık Şair’in kendisini ikiye bölüp her parçasını öbürüne yediren bu halini, rahat bir vicdanın öz iradesiyle davet ettiği bir şey sanabilirler ve gafletlerinin en dipsizine düşmüş olurlar. Bilmezler ki, ruh topografyasının şanlı mühendisleri tasavvuf kahramanlarınca bu hale “havatır, hatarat” denilir ve onun, kuvveti nispetinde imana delil olduğu, yani bu dürtüşlerin imandan geldiği teşhisine varılır. İş ki, galebe nefste değil, ruhta kalsın ve bu hal kalpte sabitleşmesin…”19.
Necip Fazıl’ın ruhundaki meydan savaşı, en güzel ve derin kendi ifadelerinde anlamını bulmuştur. “Kendisini ikiye bölüp her parçasını öbürüne yediren hâli” ondaki mücadelenin derecesini bize gösterir. O, ikiye bölünmenin ıstırabını hem maddî varlığında hem de ruhunda duyar. Daha ziyade duymaktan öte bizzat yaşar. “Artık barınamam gölge varlıkta” derken, varlığındaki ikiliğin bir başka çarpışmasını ve bundan kaynaklanan ıstırabı dile getirmiş olur. Yalnız burada bir noktayı açıklamamızda yarar vardır: Necip Fazıl’ın gölge varlıktan kaçışı, patolojinin konuları içerisine giren ve içinde bulunduğu zorlanmalı durumlardan kaçış (fugue) tepkisini hatırlatan bir kaçış değildir. Dolayısıyla bu kaçışla meydana gelen “çoğul kişilik” ya da ikilik de, yine patolojide anlamını bulan bir savunma mekanizması değildir. Çünkü patolojinin konusu içine giren “çoğul kişilik” de genellikle birinin yaptığından diğerinin haberi olmaz. Oysa Necip Fazıl, içinde bulunduğu hâlin ve iki varlığı arasındaki yaptığı zikzakların çok iyi farkındadır. Yani durumunu murakabe edebilmektedir.
Aslında Necip Fazıl’ın kişiliğindeki ikilik 1934 öncesi ve sonrasının arasındaki tezatları olduğu kadar, insanın yaratılışında var olan iki kutba da işaret eder. Bütün bunlar düşünüldüğünde, insanın düşünebileceği en süflî ve ulaşabileceği en ulvî noktalar arasında O bocalamıştır. Hücre ve dâva arkadaşı merhum Osman Yüksel Serdengeçti’nin söylediği gibi “Ne onun yükseldiği yere yükselebilirdiniz, ne düştüğü yere düşebilirsiniz”20.
O, kendinde dayanılmaz işkencelerin ruh kıvranmalarını hissettiği senfoni adı ile yazıp sonra adını çileye çevirdiği şiirinin bir dörtlüğünde ruhundaki tahtrevalliyi şöyle ifade eder;
Ne yalanlarda var, ne hakikatta,
Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.
Boşuna gezmişim, yok tabiatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış.
Biricik meselesi “sonsuza varmak” olan Necip Fazıl, bu iniş ve çıkışlardan, ikilikten büyük ıstırap duyar. Hayatını bütünüyle saran bu ıstırap, iş hayatından da ayrı düşünülemez. Çile ona zaman hediye etmez, zamanı kendisi kuşatır ve Necip Fazıl’ı istediği gibi tasarruf altında bulundurur. Onu ilgilendiren her türlü kararlar dahi çilenin emirleri ile gerçekleşir. O, bu hallerinden herhangi birini yine kendi dışından şöyle anlatır:
“Bir gün bankadaki odasında çalışırken onu hafakanlar tuttu;
-Sen, kutuplarda hurma ağacı, Üstüvâ Hattı(Ekvator) üzerinde de kutup ayısı yetiştirir gibi, varlığını ikiye bölen ve iki ayağından kafatasına kadar iki parçaya ayıran bu tezatlardan ne gün kurtulacaksın?.. Başının üstünden gelip geçen güneşler kaydırak hızıyla akıyor ve sen nefsine mühlet üstüne mühlet veriyorsun… Kalk, dem bu dem, zaman bu zaman, yönüne dal ve yürü.
Ve hemen istifayı basıp bankadan çıktı.!”21
Necip Fazıl, bir “Ben”in içinde çile çekmesine rağmen, bu çilesi sadece ve yalnız başına kendini kurtarma sevdasından kaynaklanmamaktadır. Çünkü “Durun kalabalılar, bu cadde çıkmaz sokak” diyen O’dur. “Büyük Doğu”su ile bir dâva ve cemiyet adamı olarak da çilenin içindedir, çileyi yaşar. O, sadece cesur düşünmekle değil, bu düşüncesini meydanlarda büyük kitlelere, gençliğe yaymak istemekle de eza, cefa, iftira ve acı içinde olmuştur. Mahkemeler, tutuklamalar, hapsane hücreleri çilesini sulayan unsurlar olmuştur. O bir müdafaasının çilesini bir cümleyle ifade eder ve der ki; “Istırap… ıstırap… ıstırap… Malatya Müdafaasında tavanlar sarktı”22.
Istırabın sahiplendiği Necip Fazıl, 1934 öncesi bunu taşıyamayıp iyi yönde kanalize edemezken, 1934’ten sonra bunu bir ilâç kabul etmiş, hatta daha önce işaret edildiği gibi, ıstırapsızlığı en büyük ıstırap olarak düşünmüştür.
Bilindiği gibi mutlu tabir edilen insanlar, aslında varlık içinde yokluğu yaşayanlar hayatın akışını pek fark edemezler. Ama insan felâketlerle karşılaştığı, ruhu acılar içinde olduğu zaman; geçmiş, hâl ve gelecek konusunda tefekkürü yoğunlaştırma mecburiyetini hisseder. Dolayısıyla acı ve ıstırap, insan zekâsını kendi görevini yapmaya davet ederek, onun gelişmesine de büyük yardımda bulunur. Peygamberlerden sonra sahabînin, büyük velîlerin, büyük sanatkârların hayatlarında yaşadığı tablolar da bizi bu gerçeğe götürür. Nitekim Necip Fazıl da “gaiplerden gelen bir ses”le bu ıstıraptan payına düşeni almış, hayatında bunun çilesini çekerken, eserlerine de aksettirmiştir. Kanlı Sarıkda23, Türk Şehbenderi, Mazlum Hoca’ya;
“… Kars Halkı sizi gözbebeği sayıyor. Ona bu sırrı anlatacaksınız! Onu acı çekmeye, acıdan ayrılmamaya, ıstırabı anlamaya, ıstırabı sevmeye davet edeceksiniz” diyor. Aslında bu düşünceler Necip Fazıl’ın kendi öz fikrinden başkası değildir. Çünkü o şahsiyetinde “ben”liğin acısını çekerken, cemiyette gördüğü ve karşılaştığı tezatları varlığında duyarak, ıstırabı anlama derecesinde kalmayarak onu sevmiştir. Eserlerindeki derunî metafizik ürpertilerde bu ıstırap ve çile daha bir anlam kazanmıştır.
Necip Fazıl, nasiplendiği çilenin tesirleriyle eserlerini kaleme alıp şiirler yazarken, kendisinin de ifade ettiği gibi “Sabık Şair” adını takmışlardır. Hatta şairliğine yazık ettiği konusunda birçok yazılar karalanmıştır. Bunlardan biri; “… Necip Fazıl, yani ‘Narı Beyza Mucidi’ bir zamanlar iyi kötü bir şairdi. Ne diye yolunu şaşırdı da böyle siyasî davalara kalkıştı? Kırdığı potlara, doğrusu ya ondan çok biz üzülüyoruz”24 diye yazmıştır.
Bu fikirlere, bu satırların yazarına çok görmüyoruz. Çünkü “rakı şişesinde balık olma” hevesinde ve sevdasında olan sığ bir aklın, Necip Fazıl gibi fikrin çilesini çekmekte olan birini anlaması ve anlatabilmesi beklenemez. Nitekim O’da “Sabık Şair”in çilesini anlama cehdine sahip olmadığından, yazdığı cümlelerle kendi aczini ortaya koymuştur.
Kısaca Necip Fazıl, taklidî çilenin ürünü diyebileceğimiz “Kaldırımlar” la her düşünceyi üzerine çekerken, aslî çilenin ürünü olan “Çile”de bu ilgiyi görememiştir. Kendisinin de ifade ettiği gibi;”Kaldırımlar, gibi kolay umumiyetler dururken bu çetin hususiyeti anlayan olmamıştır”25. Hatta Mehmet Kaplan bile26 “Kaldırımlar” şiirine bakarak, Necip Fazıl hakkında şu genel kanaate varabiliyordu:
“Dikkatlerini, aynı zaviyelerden kendi benleri üzerine çeviren Necip Fazıl ile Cahit Sıtkı bile “iç” âlemlerinden ziyade dış âlemle olan münasebetlerine önem veriyorlardı. Necip Fazıl kendisini kaderinin karanlık çerçevesini teşkil eden sokaklarla birleştiriyor”.
Necip Fazıl için yazılan bu hükümler yalnızca 1934 öncesinde yazdığı eserlerine veya “Kaldırımlar” a bakılarak verilebilir. Bu tarihten sonra yazdığı eserleri için böyle bir hüküm, şairi hiç okumamış olmak ya da onun zıddına bir fikir yürütmek olur. Çünkü 1934 öncesinde sokakta, kaldırımlarda, yollarda, taşlarda ve benzeri dış mekânlarda dolaşırken, bu tarihten sonra çilesinin annesi olarak kesinlikle kaldırımları görmez. Artık “gaiplerden gelen bir ses”le “iç” âlemleri, maverâyı kurcalar. Bunun için Necip Fazıl hakkında verilecek her hükümde 1934 öncesi ve sonrasının muhakkak göz önünde bulundurması kanaatindeyim.
(NOT: Bu yazının tamamı, Çiledeki İnsan Necip Fazıl 2.Basım. Ankara-Nobel Yayın dağıtım, 2000 adını taşıyan kitabımdan alınmıştır. İ.Kurt)