Rahmetle Anıyoruz

RAHMETLE ANIYORUZ

Mehmet Niyazi ÖZDEMİR

Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımızda ışık, medeniyet kaynağı kabul edilen Batı’dan şüphe edilmezdi. Her şeyimiz Batı’ya göre değerlendirilirdi; benzediği oranda güzeldi. Ne garipti ki, Batı ne idi; hangi değerlere sahipti; buna dair ciddi fikirler aydın geçinen zümrelerimizde oluşmamıştı. Fakat Batı bizden güçlüydü; ayakta kalmamız, ona alternatif olmamak, hatta benzemekle mümkündü. Yüzyıl kadar önce siyasetçilerimiz bu kararı vermişler; devletimizi, eğitim yuvalarımızı ona göre şekillendirmişlerdi. Kültür hayatımız da bu zihniyetin emrine girmişti. Şiirde, romanda, tiyatroda, musikide, her şeyde Batılılaşıyorduk… Batılılar’a taş çıkaracak, Batılı tiplerimizin yetişmesine ramak kaldığını sanıyorduk; ne çare ki, o tipleri bir türlü ortalıkta göremiyorduk.

Gencecik yaşında okul kitaplarına, ansiklopedilere girmiş Necip Fazıl, içinde bulunduğu hayattan memnun değildi. Ünlüydu; devrin kalemşorları, “Bir mısraı bir millete şereftir” methiyelerini yazıyorlardı. El üstünde de tutuluyordu; İş Bankası’nda müfettiş, Güzel Sanatlar Akademisi’nde hoca idi. Her türlü imkâna sahip olmasına rağmen, mutlulukların değil, hafakanların şiirlerini yazıyordu. Çünkü ona dehası, sanatkâr hassasiyeti, enginliği, uçsuz bucaksız olan insanın maddenin kombinezonlarına hapis olduğunu söylüyordu.

Abdulhakim Arvasi Hazretleri’yle karşılaşınca, sanki iç cebinde kaybolmuş güneşi buldu. “Saatim işlemiş, ben durmuşum” dediği dünyaya tereddütsüz veda etti; üç boyutlu âlemden manevi iklimlerle donatılmış çok boyutlu âleme hicret etti.

Batı, muzaffer ve mağrurdu; her gururlu gibi kendini dinleyince zaaflarını hissediyor, dünyanın hiçbir yerinde kendisine karşı olabilecek bir harekete izin vermiyordu. Siyasilerimiz ise günlük düşünüyorlardı. Belki de haklıydılar; bir avuç kalan milletimiz çağın her türlü imkânından mahrumdu; güçlü Batı’ya alternatif olmayı düşünmek, kelleyi altın tepside sunmaktı. Sanatkârlığının antenleriyle geleceği sezen Necip Fazıl, anı kurtarırken, mutlak yok oluşun kemendini boğazımıza attığını fark ediyordu. Metafizik ürpertilerden arınmış, sadece biyolojik varlığı kalmış insan ihtiraslarının elinde oyuncak olurdu. İhtiraslarının sınırı bulunmayan insanın cemiyete vahşi hayvan sürüsünden daha büyük zarar vereceğini, bu yalan dünyada beşeri bir cehennem kuracağını gayet iyi biliyordu. Mücadeleye atıldı.

Aynı insanda bulunması pek mümkün olmayan değişik kabiliyetlerle doğmuştu; hepsini devreye soktu. “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak / Haykırsam kollarımı makas gibi açarak.” feryadıyla ruhunda kopan fırtınaları şiirine aksettirdi. Tiyatro eserleri, gazete ve dergilerde makaleler yazdı. Son donem tarihimizi rayına oturtmak için kitaplar kaleme aldı. Gecesini gündüze kattı; ardında bir külliye bıraktı. İmkân buldukça çıkardığı dergiye, “Büyük Doğu” adını verdi. Evet, Batı’nın karşısında bir de Doğu vardı, hem de “Büyük Doğu.”

Koru körüne Batı’ya düşman değildi; çünkü medeniyetin insanlığın ortak malı olduğunun farkındaydı. Bugün insanlığın vardığı noktada Doğu’nun da, Batı’nın da payı vardı. Fakat bizi mazimizden koparıp, koksuzluğun girdabında boğmak isteyen Batı’cılığın karşısındaydı. Bunun için yobazlık ve köksüzlükle çok mücadele etti.

Sık sık onu geniş kalabalıklara hitap ederken dinlerdik. Karşısındaki kalabalık coşkunsa, yani onu anlıyorsa, muzdarip yüzüne bir şafak aydınlığı düşerdi. Bazen de onu polislerin arasında görürdük. Bu anlarda da zavallı görünmez, başını dik tutmasını bilirdi.

Mücadelesini bindir müşkülatla sürdürdü. Hayatın bütün yükünü iliklerine kadar duyardı. Karamsarlığı, bezginliği birkaç saniye sürerdi; dipdiri bir ruhla davasının ondan beklediği sevki zırh gibi kuşanırdı.

Zaptiye Ahmet (Yücel)de üstadımızı çok severdi. Vefalı olduğu için de, hapise ne zaman girdiğini, ne zaman çıkacağını takip ederdi. Toptaşı Cezaevi’nden çıkacağı gün bir minibüs kiralamış; rahmetli Neslihan Hanımefendi’yi, çocuklarını bindirmiş, cezaevinin kapısına gelmişler. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyormuş. Nihayet Üstadımız hapishaneden çıkmış. Çevreye bakınmış ve hanımına dönmüş:

– Dua et Neslihan, yağmur yağıyor; aksi halde kalabalıktan tekrar içeriye girmeye mecbur kalırdık.

Şartları, bir tankla savaşan bir güvercinin şartlarına benziyordu. Her türlü imkâna sahip bir dünya, üzerine acımasızca geliyordu. Ama o hesap adamı değil, iman adamıydı. İmanı en kötü şartlarda bile onu ayakta tutuyor, çevresindekilere de moral vermesine sebep oluyordu.

Ne zaman baharın bugünleri gelirse, içime tahammülü güç bir hüzün çöker. Üstadımız Necip Fazıl’ı, onu seven Zaptiye Ahmet, Sıtkı Evren gibi dostlarımızı hatırlarım.
(ZAMAN-Arşiv)

Share

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.