İlk Anı
İLK ANI
Üstad’la yüzyüze gelmek şansına eren herkesin, muhakkak çarpıcı birtakım anıları vardır… Onlardan haz duyar anı sahibi ve övünebilir de!…
Onu 1953’lerden itibaren isim olarak işitmeğe, 1960’lardan sonra da görmeğe başlamıştım. Bu benim yaşım gereğiydi. Nihayet çeşitli hitabeleri yanında «İman ve Aksiyon» şaheserini (1964 yılı, Ramazan ayındaydı) Aydınlar ocağının Beyazıttaki daracık ve basık salonunda, iki gece üstüste devam şartıyla ve ayak üzre tam dört saat dinlemiştim. O günden itibaren de hayranları ve takipçileri safına girmiştim…
1964 Haziran 28’i. Yüksek öğrenim tamamlanmış ve öğretmenliğe tayin için başkente doğru yola çıkmıştık. Ama garibin garibi, mutlu bir terslik oldu da, mezuniyet arkadaşlarım topluca otobüs yolculuğunu tercih ederken ben trene yöneldim. Fikrimin ve müstakbel yazarlığımın nasibi çekmiş meğer!
Süleyman Nazif’in, M. Akif için söylediği aklıma gelir : «Ben onu nasıl olsa tanıyacaktım. Ama o beni nasıl tanıyacaktı?..» İşte böyle bir cilve…
Trene binip III. sınıf kompartmana dalıyorum. Doğulu vatandaşlar başlarında kasketleri, raflarda çuval ve sepetleri, dizilmişler kanepelere. Ama pencerenin dibinde yönü gidiş istikametine, önünde bir parça kağıt elinde kalem, bir apayrı zat. Dikkat ve hayretle bakıyorum… Hiç yüzyüze konuşma imkânı bulamamış ve kendisine bir hitapta bulunmamışken. (Yıllardır hasretini çektiği sevgilisini, bir tenhada yalnızca bulup da, durumdan yararlanarak aşkını ilan eden meczup gibi) :
— Üstadım, ne garip tesadüf!… cümlesi çıkıyor ağzımdan. Ve hemen bu cesareti nasıl bulduğuma, kendime şaşıyorum. O, «sus ve otur,» işareti veriyor.
— Kimsin, nesin? diye soruyor. Tanıtıyorum kendimi. Muvaffakiyetler diliyor. Şimdi bende bir durgunluk başlıyor. Hayret içinde onu seyrediyorum. Kağıt üzerinde yazıp çizmeleri sürüyor…
Vatandaşlar, kim bu zat-ı muhterem, der gibi meraklarını belirtiyorlar. Ben acemice tanıtmaya yelteniyorum… Hemen susturuyor, «Lüzum yok!« diyor.
«— Motorluya yetişemedim. Otobüs yolculuğundan hoşlanmam. Sapanca’ya gidiyorum…» diye özetliyor.
Artık ben, akıllı şeyler sormak için kelime ve cümleler arıyorum. Derken bir satıcı dikiliyor kapıya. Ve «Ooo, Necip Abi! Nereye böyle diye konuşuyor. Üstad ise :
«— Nereden hapisaneden mi, askerlikten mi tanışıyoruz?» deyince adam :
«— Hapisaneden,» diyor. Ve saygısını bildirip, durumunu özetleyip gidiyor.
Tren Sapanya’ya yaklaşınca, aklıma geliyor.
— Üstad’ım, bu iyi bir tesadüf. Ben okulu yeni bitirdim. Hatıra defterimi yanıma almıştım. Hissiyatımı yazacaktım. Mümkünse, bir tavsiyeniz ve imzanız bulunsun!
Ve memnuniyetle alıyor, şunu yazıyor : Sapanca yolunda karşılaştığım ve adına tesadüf dediğimiz bu buluşmadan sonra; bir gün tam kavuşmak ümidiyle, Ali Nar’a. «Saati soruyor ve «10’u 20 geçe» diye kaydedip imzalıyor.
Bu hal içre karanlığa dalıp gidiyorum. Yıllar geçiyor. Üstad, Anadoluyu konferanslarıyla fıkırdatmaya başlamıştır. Diyarbakır’a da davet ediyoruz. Ve geliyor. Uçaktan alan üç kişiden biri oluyorum. Hatırlatıyorum, Sapanca yolculuğunu. Memnun oluyor. Ve tam kavuşma temennisini yeniliyor…
Gün oluyor onu Plandöken eteklerinde, dadaşlar diyarında dinliyoruz. Oradan Bayburt’a kadar izliyor ve Kop dağını birlikte aşıyoruz. Dağlara bakıyor : «Yalçın dağlara bayılırım. Müthiş bir şahsiyet ifade ediyorlar!» diyor.
Ben de bir cevap eklemeğe cür’et ediyorum. Evet Üstad’ım : Öbür dağları herkes çiğner. Yalçın dağlara ancak kartallar konabilir belki!..
(Ali Nar – Mavera Dergisi Üstad Özel Sayısı)