Akif’in Mahkemesi
AKİF’İN MAHKEMESİ
ÜÇÜNCÜ MAHKEME: MEHMET AKİF
Mehmet Akif in ruhu, reisin “isminiz?” sualine cevap verdi:
– Ragiyb… Sonradan Mehmet Akif…
– Babanızın adı?
– Arnavutluğun İpek kasabasına bağlı Suşisa köyünden Nureddin ağa oğlu İpek’li temiz Tahir efendi.
– Annenizin adı?
– Tokada hicret etmiş Buharalılardan Hekim Hacı baba torunu Emine Şerife hanım.
– Doğduğunuz yer ve yıl?
-İstanbul, 1873…
– Savcı, hakikate aykırı olarak şair sayıldığınızı, bu şöhretin incelenerek hakikatin ortaya çıkarılmasını ileri ¦ sürüyor. Ne dersiniz?
– Safahatımda eğer şiir arıyorsan, arama.
Savcı söz aldı:
– Şimdiye kadar Akif’ten bahseden eserler onu bilhassa üç bakımdan büyük şair diye tanıtmışlardır. (Realist) cephesi; İslâm birliği İdeolocyası ve içtimaî fayda gayesi.,. Binaenaleyh Âkifin bu cephelerden muhakemesini, âmme şahitleri olarak Fuat Köprülü, Agâh Sırrı Levend ve Abdullah Tansel’in dinlenmesini isterim.
Şahitlerin dinlenilmesine karar verildi. Fuat Köprülü, hüviyeti tespit olunduktan sonra dedi ki:
– “İttihadı İslâm mefkuresinin bu kudretli müterennimi aruza bütün Türk edebiyatında misli görülmemiş bir kudretle hâkimdir. Lisanı sade, ifadesi selis, üslûbu canlıdır. Garp şairlerinden müteessir olmıyan ve halk içinden yetişen bu demokrat şair, Türk edebiyatının en kudretli nâzımıdır.”
Agâh Sırrı Levend, şunları söyledi:
– “Akif (realizm)i bazan o kadar ileri vardırır ki, insanı iğrendirecek levhalar tasvir etmekten çekinmez. Yine mahalle kahvesinden:
Kiminde el falan asla karışmıyorken işe
Kiminde durmadan işler benâmı endişe
Al işte: beyne burundan gerek demiş de hulul
Taharriyatı arnikayla muttasıl meşgul.
Mühendis olmalı mutlak şu ak sakallı adam
Zemine daire şeklinde yaydı bir balgam
Abanmış olduğu biryamn yumru değnekle
Mümaslar çizerek soktu belki yüz şekle!”
Ankara Atatürk Lisesi edebiyat muallimi Fevziye Abdullah dedi ki:
– “Akife göre edebiyat, ferdî tehassüsleri değil, ancak içtimaî yaraları teşhir eden, bunların çarelerini ortaya koyan bir vasıtadır. Mehmet Abduh ile Cemalettin Afganî’nin ileri sürdüğü fikirleri hemen aynen Mehmet Akif in birinci Safahat’ından sonra neşrettiği eserlerde buluruz. Mehmet Akif’in içtimaî manzum hikâyelerinin mevzuları her zaman rastlanan, dikkati celbetmiyen hâdiselerdir. Şu halde Sadi ve (Dümafis) Akif in müşahedelerini bu gibi meselelere çekmek itibariyle şahsiyetinin teşekkülünde büyük bir rol oynamıştır.”
Bu şahitler dinlenildikten sonra, savcı mütaleasını bildirdi:
– Çok iyi tanıdığınız Mehmet Akif hakkında gerek şimdiye kadar basılı olarak ileri sürülen düşünceler, gerek burada söylenenler, hemen istisnasız, bir noktada ittifak ediyor: Akif şair değildir. Bunu evvelâ kendisi söylüyor, sonra da eserleri… Bir takım manzum nesirler yazmış, tasvirler yapmış, hikâyeler anlatmış, vaazlar vermiştir. Kendini zorlaya zorlaya, manzum istida dahi kaleme almıştır. Şiirindeki (realizm) telâkkisinin ise müstehcenden farksız olduğu görüldü. Üstelik, bazı şahitlerin iddiası hilâfına, aruza hâkim değil, mahkûmdur. Nasıl Mehmet Emin’in manzumelerinde hece vezninin tıkırtısı her şeyin üstüne çıkarsa, Akif in manzumelerinde de aruzun takırtısı düşünceyi de, diğer unsurları da bastırır. Şiir gibi görünen mısraları ise tercüme veya farkında olmadan başkasının sözlerini tekrarlamadır. O da Fikret gibi (atletik) seciyelerin (şizofreni) ve müsait yapısı icabı, asla fiiliyata intikal edemiyerek nihayet “iki damla göz yaşı”nda karar kılar.
Geriye (ideolog) tarafı kalıyor. Bu temayül, Akif’te şuurlu bir görüşün mahsulü değildir. 1908’den sonra başlar. Kor bir şevkle peşlerine takıldığı Abduh ve Afganî’yi tercüme etmekle kalır. İslâm birliği fikri onda milliyet fikrini unutturamaz:
……..Kalk baba, kabrinden kalk
Diriler koşmadı imdadına, sen bari yetiş…
Arnavutluk yanıyor, hem bu sefer pek müthiş!
Der. İdeolocya alanında (aksiyon) dan mahrum, muayyen bir sınıfın menfaatlerine bilmiyerek âlet mevkiindedir. Hakikî (ıdealist)in sonuna kadar mücadele (karakter)ine onda rastlanmaz. Bilâkis, fesini çıkarmamak için Mısır’a kaçmayı tercih eder. O da Fikret gibi, cemiyet karşısında bedbindir, küser. İçtimaî fayda prensipine gelince… Zamanı itibariyle, faydacılık prensibiyle Tanzimat devrinin zihniyetine dönmüş olan Akif in cemiyete telkin etmek istediği fikirler o devirde cemiyete hiç faydası görülememiş fikirlerdi. Osmanlı İmparatorluğunu teşkil eden unsurların milliyet ve kavmiyet feryatlariyle bayrak açtıkları bir devirde onlara, kendi cinslerinden olmıyan bir din memuru etrafında birleşmek tavsiye ediliyordu. Cemiyetler tarihinde ileri bir merhale temsil eden milliyet fikriyle kıpırdanan ve çoktan parçalanmış olan Osmanlı camiasını İslâm birliği gayesiyle kalkındırmağa çalışmak, “ittihadı anasır” siyasetinden pek de farklı olmıyarak, nehri tersine akıtmaktı. Nitekim tarih, bu görüşün kısalığını ispat etti: Araplar, Arnavutlar, Hintliler, Afganlılar, Mısırlılar ayrı birer devlet yolundalar. İddia makamının görüşü budur.
Hülâsa:
Mucip sebeplerinin istendiği kadar tafsil edilebileceğini temin ederek, Mehmet Akifin kuvveti diye ileri sürülen her noktanın, onda birer zaaf teşkil ettiği iddiasındayız. Bu itibarla kendisinin başaramadığı, tahakkuk ettiremediği bir (idealizm)e salik görünerek âmme efkârını aldatmak, şair olmadığı halde edebiyat tarihlerine girmek suçlarından dolayı adının şiir sahasından ihracına, (idealist)lik, payesinin refine karar verilmesini talep ederim.
Akif, dudaklarında ince bir tebessüm, ayağa kalktı:
– Adalet huzurunuzda, hak ve hakikat adına taraflardan herhangi birinin mümessili olmak mevkiindeki savcı, öyle görüyorum ki, ne bana zıt olanlarla beraber, ne de düşmanlarımıza zıt olanlarla bir arada… Savcının şu ânda dil verdiği temayül, hiçbir tarafa ve hiçbir şeye inanmamak ve güya “tarafsız keyfiyet” diye mevhum bir kıymet adına hamaratlık göstermek gayretidir. Her halde bu savcı, günümüzün münekkit geçinen ve mide gurultusunu saf ve mücerret şiir kabul eden bir zümresiyle bağdaşma vaziyetindedir. (Sanat için sanat) budalalarının avukatlığını yapan savcının ucuz ve kolay iddiaları karşısında istediğim, bir nebze “tevsii tahkikat”tan ibarettir.
İcabı düşünüldü. Müdafaa şahitleri olarak Cenab Şehabettin, Süleyman Nazif, İsmail Habıp, Hakkı Süha, Yakup Kadri’nin celbine karar verildi.
Cenab Şehabettin: .
– “Şiiri millî namiyle ırkımızın rüsum ve san’anatına ait neşideler kasdediyorsak, peşinde serfüru edeceğimiz bir dehayi şiir görüyorum: Mehmet Akif… Hiç kimse o kadar saf ve şeffaf bir billuru beyan içinde menazırı milleti teşhir etmemiştir.”
Süleyman Nazif:
– “Hiçbir vakit inkâr etmedim; bu gün de ikrar ederim ki, Allahın ilmi ezelisi her şeye lâhiktir. Fakat ülûhiyyetin sem’ı izzeti Mehmet Akifin şu hitaplarından yeni bir lisanı incizap işitiyor.”
İsmail Habip:
– “Elinde öyle bir cilt olan bir kimse, şiir mabedinin içine, her vakit kendi evi gibi girebilir.”
Hakkı Süha:
– “Akifin, Türkçe yaşadıkça anılacağına, tabutu altında yanyana dizili dört neslin büyük kalabalığı şahittir.”
Yakup Kadri:
– “Şimdi diyanet ve milliyet mefkureleri, bütün edebî cereyanlara yavaş yavaş hâkim olmaya başlıyor. Hepimiz bu munis yol üzerinde, gittikçe daha berrak bir ufka doğru ilerliyoruz- Bu kafilelerin en önünde yürüyen meş’alekeşlerden biri de hiç şüphesiz Akif beydir.”
Reis, savcıdan, karşı taraf şahitleri olarak kimleri teklif ettiğini sordu ve şu cevabı aldı:
– Nurullah Ataç, Şükûfe Nihal, Sabiha Zekeriya Sertel, Zekeriya Sertel…
Evvelâ Nurullah Ataç dinlendi:
– “Nazım Hikmet’in (Tarama Babu)sunu okuduktan sonra, hiç şüphe yok, Akif’i de beğenmem lâzımdı. O da bir (ideal) peşinde koşan adam… Fakat etrafta onun lehinde yazılan yazıları görünce bana da aleyhinde yazmak arzusu geldi.”
Dinleyiciler arasında müthiş gülüşmeler… Bir ses yükseldi;
– Akif bundan iyi müdafaacı mı bulabilir? Reis, sesini yükseltti:
– Sükût!.. Yoksa mahkemeyi boşaltırım!
İddia şahidi Nurullah Ataç bu vaziyet üzerine sinirlendi, birdenbire hamleye geçti; ve hem yazıdaki, hem de konuşmadaki âdeti misillî, kesik kesik söylemeğe başladı:
– “Akifin aruzu, aruzun bunamasıdır. Akif, Öyle her vezni kullanmaz; ancak bir tıkırtı öğrenmiştir, sözü ona uydurup söyler. Akif’i niçin seviyorlar, bilir misiniz? Basitliği için; şiiri, kendi anlayışları derecesine indirdiği için…”
Zekeriya Sertel çağırıldı. Savcı, hâkimden müsaade alarak şahide suâl sormaya başladı:
– Siz (Tan)ın başmuharririsiniz, değil mi?
– Evet!
– Başmuharrir, gazetesinin bütün renginden mes’uldür, değil mi?
– Evet!
– İşte (Tan)ın 4/1/1939 tarihli nüshasında çıkmış imzasız bir yazı!.. Okuyorum: “Akif, bugünkü neslin, inkılâp neslinin şairi değildir. O, ne milliyetçiliğe, ne de inkılâba inanmıştır. O, bizim idealimize inanmadığı için bizim neslin şairi değildir. Gençlerin bu ince farklara dikkat etmelerini istemek hakkımızdır.” Kelime kelime dikkat ettiniz mi?
– Evet!
– Bu satırları aynen üzerinize alıyor musunuz?
– Evet!
Savcı hâkime döndü:
– Bu kadar efendim! Hâkim, iddia şahidine sordu:
– Başka bir diyeceğiniz var mı?
-Hayır!..
Böylece Zekeriya Sertel, 4 tane (evet!) ve bir adet (hayır!) cevabından sonra salonu terketti.
Mübaşirin narası:
– (Tan) muharrirlerinden Sabiha Zekeriya Sertel… Bayan Sertel’in, Bay Sertel’e uygun cevaplarından sonra Mehmet Akif söz istedi:
– Bildirmeğe değmez ama efendim, bu bayanın hakkımda yazılmış bir yazısını sıkıştırıverdiler, şu ânda elime… Müsaadenizle birkaç satırını okuyayım: (Tan) gazetesi 19 Kânunuevvel 1938 tarihli nüshasından: “Bence Mehmet Akif, zamanındaki sanatkârların ekserisi ya saraya uşaklık ederken, veya açlık, sefalet, esaret acıları içinde millet kıvranırken, o, halka inmiş, sakasından, bekçisinden bahsederek, o zamana kadar sanatkârların hakir gördükleri mevzuları işlemiş bir şairdir. Yalnız, denizle gökten, tabiattan başka ilham menbaı bulunmıyan şairden ayrılarak, biraz cemiyetin İçine girmiştir.” Mezburenin vaziyetini, beni daha evvel meth ve takdir etmiş olmak diye göstermeğe kalkmıyacağım. Sadece cemiyet içine girmek noktasından, yalnız bu prensip bakımından hafif bir takdir nikabi altında, asıl cemiyete ne noktadan girileceği üzerinde, manalı bir sükût var yazısında… Şahidin, beğenmekte de, beğenmemekte de bütün gizli Ölçüsünü ifşa eden ve iç maksadını gizleyen; ve ötesini ve gerisini sadece samimiyetsizlik ve hâlisiyetsizlikten ibaret kılan noktayı belirtmek istiyorum.
Şahit Bayan Şükûfe Nihal:
– “Akif in sanatı, çocukluğumdanberi beni enterese etmiş değildir. Bunun için kimsenin kimseye itab etmeğe hakkı yoktur. Zevkten sual olunmaz; Akif bana birşey söylemiyor. Akifin vatanperverliğine gelince; bunu da herkes gibi anlamıyorum. Akif ancak din bayrağı altında ve bugün kendimizi kurtarmak İçin tek dayancımız olan milliyet fikirlerinden büsbütün ayrı, İslâm camiası içinde bir vatancilığa yer veriyordu. Hepimiz Şark çocuğuyuz ve hepimiz Müslümaniz, elbette… Lâkîn hiçbirimiz çürümüş bir direğe yaslanacak kadar taassubun esiri değiliz! Son asırlarda dinin saptığı hurafeli yolları, bizi sürüklediği örümcekli, haşeratlı lâbirentleri gördükten sonra, artık kurtuluş yolunu yalnız dinde aramıyacak kadar aklımız başımıza geldi. Halbuki Akif, bizim başımıza hâlâ dini musallat etmek istiyor; bizi asırlarca medeniyet dünyasından uzaklaştıran, hakikî veçhesini kaybetmiş bir cepheye dayanıyordu. Benim vicdanımı yaratan Tevfik Fikret’tir.”
Mehmet Akif söz aldı:
– Lehimdekilerle aleyhimdekilerin, yalnız ve yalnız bizde gerçek tenkit olmadığını gösteren, istinatsız, insicamsız, miyârsız, mihraksız sözlerinden sonra, herşey yüksek mahkemenizin hakkaniyet duygusuna bağlı kalıyor. Bu duyguya bir mesned teşkil etmek üzere, benim ne yaptığımı ve ne yapmak istediğimi, hem zarf ve hem mazruf cephesinden iyice takdir mevkiinde bir şahsiyetin dinlenmesini istiyorum. Hem benim iman ve mefkuremin, hem de saf şiir ve sanatın mahremiyetine nüfuz edebilmiş olduğuna inandığınız bir selâhiyet istiyorum.
Hâkim, iki tarafındaki âza ile söyleştikten sonra kararı bildirdi:
– Mahkeme, sanığın talep ettiği ölçülere malik bir selâhiyet olarak (Büyük Doğu)cu Adıdeğmez’den*, “vukuf ehli” sifatîyle bir rapor istemeğe karar vermiştir.
Adıdeğmez’in raporu:
Mehmet Akif, ne kendisini sevenlerce, ne de kendisinden tiksinenlerce anlaşılabilmiş bir şahsiyettir. Cephelerden ikisi de, mümkün olduğu kadar kaba ve sığ bir intiba; ister müsbet, ister menfî, son derece basit bir infial plânındadır. Onu sevenler, Müslümanlığa karşı ya kendilerine göre bir bağlılıkları bulunan, yahut hiçbir aykırılıkları bulunmıyan; ve şahsiyet, hâlisiyet, asliyet cevherlerini, üzerlerinde hiçbir murakabe ve çile geçirmeksizin insiyakı olarak benimseyen ve umumiyetle (kolay) ve (ucuz)a hayran olan iyi niyetli kimselerdir. Onu sevmeyenlerse, sevenlerin (kolay) ve (ucuz)undan namütenahi aşağı bir (kolay) ve (ucuz)la Yirminci Asır moda yobazlıklarından herhangi birine mensup ve sadece Müslümanlığa olan hınçlarından Akife gerilik, eskilik, adilik ve küçüklük isnad eden kötü niyetli zavallılar… Bizim ölçümüzde Mehmet Akif, ne Müslümanlığı nâmütenahî derin ve girift, saffet, hakikat ve esrariyle kavrayabilmiş, ne de, bu kavrayamayışın tabiî bir neticesi olarak saf şiir ve sanatta üstün bir sese yükselebilmiş bir insandır, Tevfik Fikret’in küçük çapı, Mehmet Akifde, müsbet ve menfî farklariyle bir buut ayniyeti gösterir. Evet, Mehmet Akif, müsbet bir Tevfik Fikret’den başka bir hüviyet değildir. Bu bakımdan Fikret’i idam sehpasına götürecek müessir, Akifi ziyafet sofrasına davet edebilir; fakat Akif in bu sofradaki istihkakı bir onbaşı tayınından fazla değildir. Nüfuz bir olduğuna göre, hem İslama, hem de şiire nüfuz bakımından sadece bir onbaşı tayını… Nitekim Tevfik Fikret’in cezası da, büyük hakikatin kutbundan kopmuş ve kaymış, (General) rütbesinde ileri bir mütefekkir ve sanatkâra mahsus değil, kaçak ve küçük bir onbaşıya göredir. Biri (menfî)nin, öbürü (müsbet)in bu iki onbaşısı, devirlerinin her sahada kukla oyunculuğu kadrosuna giren çıkartma kâğıdı inkılâbları içinde dâvalarını tutanlarca, yahut onları bir dâva sahibi farzedenlerce (Mareşal) rütbesinde görülmüştür. Akifde İslâmi hakikatların mücahidi olarak biricik kuvvet, heyhat ki, bu mücahidliğin istinat edeceği nâmütenahî devreye ve girift, nâmütenahî geniş ve kesif idrak temelinden ziyade, makûs taraftaki müthiş sathîlik, sahtelik, köksüzlük, gerçeksizliktir. Akif, kuvvetini, nefsinden ve hakikatından değil, bunlardan aldi. Demek istiyoruz ki, Mehmet Akifde, her şeyden müstağni o nur âleminin cüce inkarcılarına karşı aynı boyda ve aynı seviyede olarak cephe tutan, manzum makale aletiyle ses çıkaran ve nihayet kabuğunu delemeden (doğru)da ve (güzel)de kalmak imtiyazına eren, orta halli bir (aksiyon) adamından Ötesi mevcut değildir. Halbuki, karanlık yüklü kalblerde bütün pancurlarını ve kapılarını kapamış ve ışığını maskelemiş bulunan İslâm, (aksiyon) ve mücahede safhasında, hem dostları ve hem düşmanlarınca, Mehmet Akifde tecelli ettiği kadar sanılmıştır. Bu, ne hazin bir anlayışsızlıktır!.. Akifte, İslâmın içi, ruhu, bâtını olan ve şiir ve sanatla beraber bütün eşya ve hâdiselerin gizli anahtarlarını saklıyan tasavvufî idrak ve mizaçtan eser bile yoktur. Akif’in, İslâmdan, zahir plânında görebildiği de, Şeyh Abduh ve Cemaleddin Efganî’nin rehberliğine bağlı, maalesef bir çıkmaz sokak İstikametinden başka birşey değildir. Yüksek mahkemenize karşı sadet endişesini kaydetmek korkum olmasaydı, Şeyh Abduh ve tâbilerinin İslâmiyete tatbike kalkıştığı gençlik ve asrîlik aşısından, ebedî gençlik ve zindelik kaynağının ne kadar münezzeh olduğunu belirtir; ve dolayısiyle dâvanın, İslâmiyeti olduğu gibi oldurmaktan başka bir şey olmadığını ve işte bu “olduğu gibi”yi asırlar boyunca nasıl anlıyamadığımızı göstermeğe çalışırdım. işte bütün ölçü: İslâmiyetin asılda ıslaha ihtiyacı yoktur; bizim asılda idrake ihtiyacımız vardır.
Bundan Öteye şair Mehmet Akif, İslâmın, büyük duygu ve düşünce çilesi içinde pişmiş üstün sanatkârları olan Lebid, İbni Farız, Sadi, Hafız, Süleyman Çelebi, Şeyh Galip gibi Örneklere nisbetle bir kaburga kemiğinden daha küçük bir parça; fakat nazmı tereyağından kıl çeker gibi meramına uyduran, gerçekten dilini en evvel sadeliğe ve hayata ulaştıran, telkin iklimlerine asla sokulmaksızın usla tebliğ reçeteleri yazan bir “münevver”dir. Sırası gelmişken kaydedelim ki, büyük şiir, tereyağından kıl çekercesine kolaylık göstermek değil, tereyağından kıl bile çekememecesine bir zorluğa ve kekemeliğe düşmek işidir.
Anlayışımı hulâsa ediyorum:
Her şeye rağmen Mehmet Akif, bütün bir sahte gidiş içinde, o sahteliğin sadece sahte olmıyarak aynı kıratta bir aksülâmeli halinde, hem mefkuresi ve hem san’atiyle, hakkı verilememiş bir hakikilik, aslîlik ve hâlislik örneğidir. Bu bakımdan, onu, hakkını verememiş de olsa gününün biricik büyük (aksiyon) plânına geçebilmiş ve bu plânda gerçekten ahlâklı ve feragatli bir kahraman hayatı yaşamış, fakat aynı yolun beklediği gerçek kahramanların gerçek vasıfları önünde mahcup kalmış kabul edebiliriz.
Karar:
– İcabı düşünüldü. Mahkeme hey’eti rey birliğiyle mucip sebeplerini “vukuf ehli” raporuna istinat ettirerek, Mehmet Akife, temsil ettiği mücahede ve hamle hedefindeki aslî değer bakımından bir çelenk vermeğe, fakat çelengin üzerine şu kaydın yazılmasına karar verdi: “Doğru yolun kifayetsiz mütefekkirine, küçük şairine, fakat hayatiyle büyük feragatkâr ve namuskârına Allah rahmet etsin…”
(Edebiyat Mahkemeleri, Büyük Doğu Yayınları, s. 51-62)
* Adıdeğmez, üstadın kullandığı müstear isimlerdendir.